Zaman ve İlim Nimetleriyle; ÖMRÜN VE HAYATIN TEFEKKÜRÜ -1-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

HAKK’IN YEMİN ETTİĞİ NİMET

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı; idraklerimizden yüce, münezzeh ve müteâl… O’nu idrâk etmekten acziyetimizi ifade eden sıfatlarından biri de;

Muhâlefetün li’l-havâdis… O -azze ve celle-, yaratılmışlardan hiçbirine benzemez…

O -azze ve celle- zamandan, mekândan münezzeh… O Evvel, Âhir, Bâkî, Vâris…

Cenâb-ı Hak, hâlk ve bekā sıfatını hiçbir varlıkta tecellî ettirmedi. Bütün mahlûkātını zaman ve mekânla mukayyed / sınırlı kıldı. İnsan, melek, cin, hayvanat ve bütün eşya; zaman kaydı altında. Hepsine bir ömür takdir etti. Canlılara ecel, varlığa da kıyâmet takdir etti.

İnsan ve cin için ise, zaman ve ömür hakikati çok daha büyük bir mânâ ifade etmekte. Çünkü diğer varlıklar; ömürlerini tamamlayıp, vazifelerini îfâ edip varlık sahnesinden çekilirken; insanın ve cinnin ömrünün hitâma ermesi bir bitiş değildir. Ebedî âleme intikaldir. Bu ebediyet âleminin lütuf mu, kahır mı; mükâfat mı, azap mı olacağı da, dünya hayatında sermaye olarak verilen ömrün, nasıl değerlendirildiğine bağlıdır.

İnsanın zamanı ölçebilmesi için semâda iki takvim dâimâ işleyip durmakta. Ay ve güneş; Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği güzergâhlarında, mukadder hedeflerine doğru akıp gitmekte…

Bütün bu akış da insana birer tefekkür vesilesi…

İBRET AYNASI

Doğan her fecir, ömür defterinden bir beyaz sayfanın daha açılışı… Mahşer şafağında okunacak o yaprakta, neler yazacak? O sayfa, nelerle doldurulacak?

Her öğle vakti; güneşin tepeye dikildiği, gölgenin zeval bulduğu, azametli aydınlığıyla, gölgesi olmayan o müthiş günü tedâî ettirmekte…

Her ikindi; uzayan gölgeleriyle, semâ kararmadan bir an önce menzil-i maksûda varmayı hatırlatan bir sararış… Zamanın akıp gittiğini, fakat bir yandan da tükendiğini ihtar…

Her gurub vakti; kâinâtın infilâk edeceği kıyâmeti ihtar eden, muhteşem renkleriyle ufukları kaplayan müthiş bir sahne…

Her gece; nelere gebe olduğu sır, birer muammâ… Gündüzün maddî âlâyişine ve kesretine karşılık, gecenin yıldızlı semâlar haşmetinde mânevî derinliği…

Güz, fânîliği; kış, ölümü ve kıyâmeti; bahar, yeniden dirilişi ve yaz, ebedî hasadı anlatmakta.

Gökteki takvimler hiç durmuyor. Duvarlarımızdaki takvimler de tükenmekte… Yıllar değişmekte, aylar, haftalar bitmekte… Gafiller; yeni bir yıl başlıyor diye, bir yaşıma daha bastım diye eğlenmeye kalkarken; ârif gönüller; «Bir yıl daha defter-i âmâle acaba nasıl kaydoldu?» suâlinin hüzün ve endişesinde…

Bütün bu zamanlar, nereden gelip, nereye gitmekte? Nerede ve nasıl bitecek?..

Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olan ilk âyetiyle bizleri, her şeyde fânîlik ihtârını derinden tefekkür etmeye sevk etmekte;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖ۪ى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyurmakta…

“Her hâdiseyi, her vâkıayı oku!.. Her hâdisede kalbin Cenâb-ı Hak ile buluşsun…” Bu ise kalbî seviye kazananlar için en büyük ikrâm-ı ilâhî… Cenâb-ı Hak; bu kadar hikmetlerle, işaretlerle insana kendi azametini, kullarına olan lutfunu, diğer taraftan da bu âlemdeki fânîliği ve âhireti hatırlatıyor.

Bu âyeti hatırdan bir an bile çıkarmamak lâzım. Her gördüğümüz şey karşısında; kalbimiz; وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ (el-Enfâl, 2) sırrını yaşamalı, yani kalplerimiz titremeli, ürpermeli. Bu da kalplerin terfî ettiğini gösteren en bâriz alâmettir.

Bu okuyuş ve ürperişle idrâk etmeliyiz ki;

Zaman da bir rızık, ömür de bir lütuf… Semâdan yağan yağmur gibi, arzdan biten nebâtat gibi; belli, belirli, tayin edilmiş bir rızık. Cenâb-ı Hak; sonsuz hazinesinden, ömürler biçmekte ve kullarına lutfetmekte.

İnsan, kâinâtın her yerine nakşedilmiş olan fânîlik mühürlerini temâşâ etmeli… Her ânı, en kıymetli bir nimet bilerek, değerlendirmeli… Her an, ömür nimetinin sona erebileceği endişesiyle yaşamalı… Hazırlıklı olmalı. Ecelin ürkütücü hâlini bertarâf edip ölümü güzelleştirmeli…

Cenâb-ı Hak buyurur:

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

“Her canlı, ölümü tadacaktır…” (Âl-i İmrân, 185; el-Enbiyâ, 35)

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ

“Yeryüzünde bulunan her canlı, fânîdir / yok olacaktır.” (er-Rahmân, 26)

İnsan; sahip olduğu nimetlerin kıymetini, en iyi şekilde ancak kaybettiğinde idrâk etmektedir. Son nefesteki bu pişmanlık ve paniği âyet-i kerîme şöyle beyan buyurur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde;

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlâllah?” diye soruldu. Efendimiz;

“–(Ölen), muhsin (ihsan sahibi, sâlih) bir kişi ise, (ömür nimetinden daha fazla istifade ederek) bu hâlini daha fazla artıramamış (daha fazla kalbî mesafe alamamış) olduğuna; şayet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevabını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

O hâlde, kimse; ömrü kâfî şekilde değerlendirdiğini iddia edemez.

Cenâb-ı Hak; bizden vüs‘atimizi istiyor, daha azını değil, tâkatimizin yettiği son hududa kadar kulluk istiyor. Bunu da ömrün sadece bir kısmında değil; ölüm gelinceye kadar, son nefese kadar istiyor. Bu sebeple; bir anlık gaflete de mahal bırakmadan, ömür nimetine tam mânâsıyla sahip çıkılmalı…

SANİYESİNE KADAR

İnsan; eline altın gibi kıymetli bir mal geçtiğinde, onu miligramına kadar sahiplenir. Bir miligramını israf etmez. Alan da satan da onu en hassas terazilerde tartar. Zaman, insana ihsân edilen en büyük nimettir. Her gününü, her saatini, her dakikasını; Allâh’ın rızâsına uygun değerlendirdiği nisbette bu nimetin kıymetini bilmiş ve onu amel defterine bir ebediyet kârı olarak kaydettirmiş olur.

Nefis; fânîliği istemez, fânîliğe karşı isyan hâlindedir. Bu sebeple; ölüm hakikatinden kaçmakta, her şeydeki fânîlik mührünü okumaktan kaçınmaktadır. Hâlbuki ölüm, ebediyet âlemine geçişin kapısıdır. O kapıda yaşanan, sonsuzluk doğumudur.

İnsanın bu gaflet ve kaçışına karşı, iki nasihatçi vardır ki; biri sözlerin en güzeliyle insana seslenirken, diğeri sessiz kelimelerle, sükûtun lisânıyla nasihatte bulunur. Biri Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise ölümdür.

Mezar taşlarının sessiz feryâdı, bu hâlin ne güzel şahididir.

Başka hiçbir öğüt veren bulunmasa; ölümün varlığı, insana nasihatçi olarak yeter, yetmelidir. Hayat; en iyi tarifini ve en güzel ifadesini, kabristanların nemli rutubetli taşlarının altındaki sessiz feryatlarda bulur.

Semâlardaki ve duvarlardaki takvimler gibi, ömrün de kendi içinde bir takvimi vardır.

Toprağı kapkara, dalları kupkuru bırakan kış mevsiminin akabinde; yemyeşil, taptaze bir baharın gelişi gibi, insan da bir hiç iken var edilir, dinçlik ve gençlik mevsimiyle hayata başlar. Ardından olgunluğuna, kemâline varır. Her yazı güzün izlediği gibi, insanın da ömrü uzadıkça onun mevsimleri de tersine döner. Vücut tarâvetini kaybetmeye, zaaf ve acziyet zâhir olmaya başlar. Gide gide, hiçbir şey bilmez hâle gelir. Âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ
اَفَلَا يَعْقِلُونَ

“Kime uzun ömür verirsek, Biz onun gelişmesini (gençliğini) tersine çeviririz. (Vücuttaki zindeliğin yerini ârızalar ve bitiş alır ki, bunlar âhiret yolunu hatırlatan işaret levhaları gibidir.) Hiç düşünmüyorlar mı?” (Yâsîn, 68)

Yani insan, fânî dünyada daha uzun yaşamakla, bekā bulamaz. Onun ebediyet arzusu, aslında âhiret yurduna ait olduğunun bir işaretidir. Dünyaya irfan nazarıyla bakabilenler, onda âhirete sermaye olmak husûsiyetinden başka bir kıymet görmemişlerdir. Çünkü; asıl yurdumuz, öbür âlemdir;

ESAS HAYAT ÂHİRETTİR

Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki;

Ömrü Hakk’ın rızâsına aykırı, günahlarla yaşamak; insana cenneti yasaklar. İnsan; hatalarını artırdıkça, cennete girme imkânını da daraltmış olmaktadır. İnsanın ölümü sık sık ve derin olarak tefekkür etmesi, bu noktadaki şuuru artırır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

İmam-ı Rabbânî -kaddesallâhu sirrahu- Hazretleri buyurur:

“Ölmek felâket değildir; asıl felâket, öldükten sonra başa gelecekleri bilmemektir.”

Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-de şöyle buyurur:

“Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Sizler âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın evlâtları olmayın. Zira bugün amel var, hesap yok; yarın ise hesap var, amel yok.” (Buhârî, Rikāk, 4)

Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, temsilî bir beyan ile dünya ve âhiretin evlâtlarının dünyadaki hâlini şöyle ifade eder:

“Cenâb-ı Hak; dünyaya şöyle vahyetti:

«Ey dünya! Bana hizmet edene (yani Hak için gayret edenlere) sen de hizmet et, yardım et!

Sana hizmet edeni (yani nefsânî hesapları için uğraşanları) ise (kendi işlerinde çalıştırıp) yor ve yıprat!»”

Ömür nimetini israf etmemek ve onu kulluk ile değerlendirmek için, kulun dâimâ tefekkür içinde bulunması gerekir.

Cenâb-ı Hak; kullarına tefekkür ufuklarını genişletecek bir lütufta daha bulundu; ilim sıfatını diğer mahlûkat içinde yalnız insana verdi. İnsan için faydalı ilimlerin tecellîsini ihsân etti. Zerreden kürreye, mikrodan makroya her neyin üzerine ilmin merceği konursa, insanın görüp şahit olacağı husus Allâh’ın kudreti ve hilkatin gayesidir…

İlim, eşya ve hâdisâta dair birtakım kaideleri tespitten ibarettir. Bu kaideleri vaz eden Cenâb-ı Hak’tır. Rabbimiz’in vaz ettiği kaideleri zihne depo etmekten ibaret bir ilim; insana hakikat nâmına, âhiret adına hiçbir şey kazandırmaz. Dünya ufkundan çıkamamış bir ilmin faydası da ancak ömrün hududu içinde kalır. İnsana meslek, makam-mevki yahut bir miktar dünyalık kazandırır, o kadar… Lâkin, âhirette çok şey kaybettirir.

Sormalıyız. İlmimiz nereye sevk ediyor?

İLİM, NEREYE YAKLAŞTIRIYOR?

Zira hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere;

“Kim dünyada ilmini artırır da zühd ü takvâsını artırmazsa, o kimse ancak Allah’tan uzaklığını artırır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 169)

İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- de oğluna şu vasiyetinde bu sözü âdetâ şerh eder:

“Ey oğul! İlimsiz amel olamayacağı gibi, amelsiz ilim de bir cinnettir. Bilmiş ol ki; bugün seni günahlardan uzaklaştırmayan, ibâdete yaklaştırmayan ilim, yarın da cehennem ateşinden uzaklaştırmayacaktır.”

Ömür gibi bir nimet olan ilmin de doğru adresine sarf edilmesi îcâb eder. Bu gerçekleştirilmediğinde israf edildiğiyle kalmaz, faydasız ilmin; kibir, benlik, mâneviyatsızlık, burûdet gibi yan tesirleri insanı felâkete sürükler. Selef ulemâsından Ebû Hâzim şöyle demiştir:

“Allâh’a yaklaştırmayan her nimet ve ilim, ancak baş belâsıdır.”

İlimden, yani eşyadaki ilâhî kaidelerin tespitinden asıl maksat; onlardan Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesine, kudret tecellîlerine intikal edebilmek ve «mârifetullah»tan, yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmekten nasîb alabilmektir.

İlim nimeti; bu gayeye hizmet ederse, mü’minin îmânını kuvvetlendirici, hayatın gerçek gayesini idrâk etmesi yolunda kolaylaştırıcı bir fayda hâsıl eder.

Bunun için Cenâb-ı Hakk’ın ilk emri; “Îmân et!, müslüman ol, ibâdet et, güzel ahlâklı ol!” gibi emirlerden önce;

«اِقْرَاْ : Oku!» olmuştur.

Bu demektir ki:

Kendi varlığındaki hikmetleri oku!

Cihandaki sırları, yani kâinat kitabını; yapraklarını çevire çevire, gönül gözü ile oku!

Kur’ân-ı Kerim’deki sır, hikmet ve hakikatlerde derinleşerek oku!

İşte bu üç okuyuşu kendisinde bir araya getirebilen insan, derhâl secdeye kapanır. Bu tefekkürü taze tuttukça; sonsuz hakikatten sırlara mâkes olur, ilâhî muhabbet ile dipdiri yaşar;

“…Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur, huzûra erer…” (er-Ra‘d, 28) âyetinden tecellîler alır.

İster gökteki güneş, ister bir ekmek fırınının ocağı, ister bir mum alevi… Bu ateşler ona hep cehennemi ve Hakk’ın gazabından kaçınmayı, takvâyı hatırlatır…

Bir bahçe, bir nehir, bülbül terennümleri… ona cenneti ve oraya davetin îcaplarını yerine getirmeyi hatırlatır. Şahit olduğu nimetler, şükrünü; okuduğu kudret ve azamet akışları ise, haşyetini artırır.

İşte Kur’ân-ı Kerim; bizi dâimâ bu mânâda ilme, tefekküre, düşünüp hisse ve ibret almaya davet ediyor.

Kur’ân’da bize bütün ilimler var. Fakat özü itibarıyla, hikmet tarafıyla…

Bu ilâhî tecellîler karşısında hikmetlere intikal edemeyenlere, Cenâb-ı Hak, sorar:

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا

“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Kur’ân; kalplerin kilidini açacak îkazlar ve muhasebeye sevk edici suallerle, ilmin hikmet tarafını bizlere talim buyurur.

İLMİN HİKMET BUUDU

İşte insanın anne karnındaki gelişimini adım adım anlatan bir âyet-i kerîme:

“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alekayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)

Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu asırda, embriyoloji ilmi sahasında bu tafsilât asla bilinmiyordu. Fakat bu tafsilâtın maddî bilgisi, sadece tıp ve benzeri ilimlerde ihtisas ehline lâzımdır. Bütün insanlara lâzım olan ise, bu hârikulâde yaratılış sır ve hikmetlerini idrak ve şükrünü îfâ gayretidir. Cenâb-ı Hak buyurur:

يَا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرٖ۪يمِ اَلَّذٖ۪ى خَلَقَكَ فَسَوّٰیكَ فَعَدَلَكَ
ف۪ٖى اَیِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ

“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan; seni, istediği bir şekilde (şekilsizlikten çıkarıp en güzel sûrette) birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Haşir ve âhiret konusunda şüpheye düşen, çürümüş kemiklerin yeniden nasıl diriltileceğini sormaya kalkan insan; kendi yaratılışını hiç düşünmemiş demektir. Kendisi bir nutfeden nasıl mükemmel bir şekilde yaratıldığını idrâk ettiğinde; Hâlık’ı için, yarattığı ve ömrüne son verdiği bir varlığı yeniden yaratmasının ne kadar basit ve kolay olduğunu da idrâk etmek mecburiyetinde kalır. Âyet-i kerimede buyurulur:

“De ki: Onları, ilk defa yaratmış olan tekrar diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yâsîn, 79)

Şu üzerine bastığımız toprağa mâzî penceresinden nazar kılarak tefekkür ettiğimiz zaman; Hazret-i Âdem’den bugüne, asırlar boyunca yaşamış ve vefât etmiş ve üst üste çakışmış gölgeler misâli milyonlarca insanın toprakla harmanlaşmış cesetleri üzerine bastığımızı idrâk ederiz.

Aynı toprağa, istikbal penceresinden baktığımız zaman; bu kez yine dünyaya gelecek milyonlarca insanı orada temâşâ etmek mümkündür. Âdetâ o toprağın üzerinde geçmiş milyonlarca insanın ve gelecek milyonlarca insanın üst üste çakışmış gölgeleri vardır.

Topraktan geliş ve toprağa gidiş… Topraktan toprağa müthiş bir akış…

Mevlânâ Hazretleri, Hüsâmeddin Çelebi’yle beraber bir cenaze teşyiinde bulunur. Cemaat; acaba tabutla mı gömelim, yoksa tabutsuz mu gömelim diye tartışırlar. Hüsâmeddin Çelebi ise;

“Tabutsuz gömelim… Zira insan için; toprak bir annedir, ağaç ise kardeştir. Biz; mevtâyı kardeşin değil, annenin kucağına verelim.” diyerek toprak üzerine mânidar bir irtibatı hatırlatır. Gerçekten insan ile ağaç, menşeleri ve maddî varlıkları itibarıyla kardeş gibidir.

Çünkü vücudumuz topraktır, gıdamız topraktır. İnsanın; babada tohum olması, anne karnında meydana gelmesi, yetişmesi yine topraktan gelen gıdalara istinâd ettiği için, yine topraktır. Rûhumuzun libâsı, yani rûhumuza giydirilmiş elbise; topraktır, topraktandır.

Buradan hareketle toprağı bir de rızık penceresinden tefekkür edelim:

Toprak her an milyonlarca mahlûkāta sofralar hazırlar. O milyonlarca mahlûkat; artığını, teressübâtını, cürufâtını ve sonunda cesedini toprağa bırakır. Toprak; temizler, besler, temizlediği ve beslediği varlıkların ayakları altında çiğnenir. Fakat yine yüzünde güller açar. Yine bağrından nehirler akar. Onca hizmetine karşılık; sessizdir, mütevâzıdır.

Bu sebeple, Mevlânâ Hazretleri toprağın bu mânâlarına işaretle der ki:

“Toprak gibi mütevâzı ol…”

Yani;

“Toprak gibi diğergâm ol…”

“Toprak gibi münbit ol…”

“Toprak ol da senden hayat fışkırsın!”

Sır üstüne sır… Esrar mecmûası kâinat…

Cenâb-ı Hak;

“Akletmez misiniz?”

“Derin derin düşünmez misiniz?”

“İbret almaz mısınız?”

“Bunda akıl sahipleri için ibret vardır.” şeklinde sual ve hatırlatmalarıyla, dâimâ kullarını tefekküre, intibâha, uyanmaya davet eder.

Cenâb-ı Hak; toprağı misal veriyor, yağmuru misal veriyor. İlmin ne kadar ilerlese de çözemediği «hayat» sırrı… İnsanın istifadesi için, seyahat edebilmesine âmâde kılınmış denizler… Gökyüzünde bir Atlas Okyanusu miktarında suyun, ilâhî fermanları beklediği bulutlar… Hepsi tefekkür malzemesi…

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allâh’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allâh’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.” (el-Bakara, 164)

Makrokozmos, âlem-i kübrâ ise bir başka dehşet ve azamet meşheri… Cenâb-ı Hak; arz üzerinde minicik bir varlık olan insanı, semâvâtı düşünmeye davet ediyor. Kamere, güneşe, yıldız ve gezegenlere yemin buyuruyor. Onların muazzam feleklerini, milim ve salise şaşmayan, Azîz / son derece kudretli ve Alîm / her şeyi bilen Allâh’ın takdiri olan sistemlerini idrâke davet ediyor.

İlimde, son asırlarda hep inkâr ve dalâlet ehli, baş çekti. Hakk’ın kudretinin sırlarını çözmeye, fânîlik duvarını delmeye çalıştılar. Fakat her adımda, kudret-i ilâhiyye karşısında acziyet yaşadılar, hayranlık yaşadılar… Sâni’i itiraf edemeseler de, sanatı karşısında dilleri tutuldu. İşte âyet-i kerîmede Rabbimiz, insanoğlunu acziyetini itiraf etmeye çağırıyor:

BİR NİZAMSIZLIK VAR MI?!.

“Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner.” (el-Mülk, 3-4)

Yaşadığımız Güneş Sistemi; yedi kat semânın, bir köşesinde bir zerrecik mesâbesindedir. İşte Güneş’e dair, rakamların sıfırlarını ve beynimizin istîâbını zorlayan hakikatler:

Astrofizik ilminin tespit edebildiği bilgilere göre;

Güneş ile Dünya arasındaki uzaklık 150 milyon kilometredir. Güneş’in yaşı yaklaşık 5 milyar yıldır. Isısını kendi merkezindeki nükleer ocaktan alıp yanmaya devam eder. Güneşin içerisine Dünya’mız gibi tam 1 milyon 300 bin tane gezegen sığar. Satıhtaki sıcaklığı 6 bin santigrat derece, iç sıcaklığı ise 20 milyon santigrat derecedir. Saatte 720 bin kilometrelik muazzam bir hızla yol alır.

Güneş’te her saniye 564 milyon ton hidrojen, 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk fark gaz maddesi de, enerji ışın hâlinde yayılır. Yok olan kütleye göre hesap yaparsak; Güneş, saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmektedir. Ancak Güneş’in bu güne kadar (5 milyar yılda) kaybettiği madde, kütlesinin yalnızca 5 binde 1’idir.

Güneş ise, Samanyolu galaksisinde bulunan tahminen 200 milyar yıldızdan sadece birisidir.

Ne müthiş bir azamet tecellîsi!..

Rabbimiz, çevremizdeki her şeyden misaller veriyor. Yiyeceklerimizden misal veriyor. İstifade edilen hayvanâtın, meyvelerin, tahılların, sütün, balın yaratılışını tefekkürle, ibret nazarıyla temâşâ etmeye çağırıyor.

Ancak bütün bu tefekkür ve ibretten istifade; ne beynin, ne gözün ne de kulağın işidir. Bunun için, mânevî ufukları, îmân ile, takvâ ile açılmış bir kalp lâzımdır. Bir mü’min; bütün bu hakikatleri, ancak kalp ufku açıksa telâkki edebilir. Nasıl bir odanın dört duvarı tuğlalarla kapatıldığında, orası kapkaranlık bir zindana dönerse; kalp de gaflet perdeleri, tamah, hırs, kibir, benlik, şehvet, gazap sis ve dumanlarıyla dolar, günah ve isyan kirleriyle kararırsa; bu hakikatlere, abus ve alık bir şekilde bakan, hantal, duygusuz bir varlık hâline gelir.

Kanadı kırık yaralı kuş; rakik bir kalp için, merhamet ve şefkati galeyâna getirecek bir manzaradır. Fakat aynı manzara, aç bir kedi için kolay bir avın sevincini ifade eder.

Zâhirî ilimde mesafe kat ettiği hâlde, mânevî bir fayda elde edemeyen ilim adamlarının hâli de böyledir. Onlar her şeyde, maddî bir menfaat, pazarlanacak, sömürülecek, yok edilecek bir kâr gördüler.

Kedilerin önüne kebaplar konsa iştahla yemeye başlarlar. Lâkin önlerinden bir fare geçtiği zaman o kebapları bırakır, fareye koşarlar. İşte terbiye olmamış nefsin hâli de böyledir. Saâdeti bırakıp sefâlete koşar.

İşte dünyaya zebûn olmuş sözde âlimler de bunca ilâhî hakikati idrâk etmez de ancak necâset hükmündeki menfaati görürler.

Nitekim, böylelerinin hırsları yüzünden dünyada birçok mahlûkātın soyu tükenme tehdidiyle karşı karşıya kaldı. İsraf ve zulümlerle, karada ve denizde fesat, bozulma ve kirlenme meydana geldi. İlmin kazandırdığı terakkî ve ilerleme; sadece bir katilin, artık bıçak yerine tabanca kullanmaya terfî etmesinden ibaret oldu.

Onların «bilim»deki ilerlemesine hayran olan müslümanlardan da; tıpkı onlar gibi, faydasız zâhirî bir ilim ve fenni tek gaye zannedenler çıktı.

İnsana, îmânını ve ihlâsını takviye için verilen ilim; îmansızlığa vasıta edilmeye çalışıldı. Din ve ibâdet, Hakk’ın emrini tutmak; cahillerin işiymiş gibi sunuldu.

Bu menfaatperest ilim anlayışı, iktisâdî hayata da intikal etti. Globalleşen dünyada prensip; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” oldu. Bunun gerçek mânâsı:

“Altta kalan ne olursa olsun!..”

Sistem, insanı öyle bir hâle getirdi ki… Merhameti yok, şefkati yok, gözyaşı yok, vicdan ufku karanlık ve kapalı…

Bugün makine adlı demir parçasının terakkîsine medeniyet diyorlar. Hâlbuki bu medeniyet, Âkif’in ifadesiyle; tek dişi kalmış canavar…

Günümüzde meselâ tahrip gücü çok yüksek bir bomba îcâd ediliyor. Bu bombayla, hiçbir suçu olmayan anne ölüyor, evlât ölüyor, hayvanat ölüyor, hattâ nebâtat ölüyor. Bu dünya; insanı, hodgâmlaştırdı, vahşîleştirdi. Suriye ve Gazze bunun en bâriz misali. Tek dişi kalmış vahşî bir medeniyet. On dört asır öncesinin câhiliyyesindeki zalimler ile şimdikiler arasında sadece gardrop farkı var, sadece eşya farkı var.

Hâlbuki esas fetih, kalplerin fethidir. İslâm’ın fütuhâtı yalnız gönüllerin fethidir. Buna tarih şahittir.

Diğer yandan insanlık, ilim ve teknikte ne kadar ilerlerse ilerlesin; insanî ihtiyaçları aynı kaldı. İnancın, huzurun, mâneviyatın boşluğunu hiçbir şey doldurmadı.

Allâh’ı tanımayan, O’nu inkâr eden, O’na kulluk etmeyen bir insan; hangi ilim dalında neyin profesörü olursa olsun; Allah nazarında, mü’minler nazarında, câhildir, abustur, alıktır, nâdandır ve ahmaktır. Onun ilmi de faydasız bir ilimdir.

İnsanın vazifesi, önce Allâh’ı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Bütün ilimler bu gayeye hizmet etmek için vardır. Cenâb-ı Hak, kulun uyanmasını istiyor. Hastalanmış, gaflete düşmüş kalplerimizin şifâ bulmasını istiyor.

Yâ Rabbî… Bizlere akıl ve tefekkür ihsân eyledin. Okumayı emrettin, beyânı öğrettin. Kalplerimizi gafletten arındırmayı da lutfet ki, kâinat kitabından, Sen’in kudret ve azamet nakışlarını okuyalım ve ilmimiz, âhiretimize faydalı olsun.

Yâ Rabbî… Bizleri, ömür nimetinin kıymetini bilenlerden eyle… Geçip giden günlerimizi, aylarımızı ve yıllarımızı, Sana yaklaşmamıza vesile olan ibâdetlerle, ahlâkî fazîletlerle tezyîn etmemizi bizlere müyesser eyle…

Âmîn!..