ÖMÜR TAKVİMİNDE KAÇ YAPRAK KALDI?!.
YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Her gün fânî kazançlar uğruna; elindeki takvime saat saat, bazen her dakika bakan insanoğlu, yazık ki ömür takviminin yapraklarına neredeyse hiç bakmıyor.
Baksa her şey değişecek.
Baksa ve görse, neler neler fark edecek…
Cennete koşacak, cehennemden kaçacak.
O takvimi okuyabilse;
Cehâletler, yerini gerçek ilme bırakacak. Ahlâk yeşerecek. Merhamet ve şefkat coşacak. Garipler, kimsesizler bayram edecek.
Çünkü o ömür takvimi;
İlâhî bir pencere.
Kendisine bakabilenleri, yanlışlardan doğruya yönelten bir pencere. Kötülüklerden nefret ettirerek güzellik ve iyiliklere muhabbetle sevk eden bir pencere.
Her şeyiyle insanı istikamette yaşatan bir pencere.
Sayısız faydaların merkezi.
Korkutan tek yönü;
Hayatın bitiş alârmını vermesi. Ölüm yaprağını göstermesi. Kabri ve mahşeri temâşâ ettirmesi. Hesabı hatırlatması. Rahmeti ve azabı hissettirmesi.
Bu yüzden;
Gafil gözler, onun üzerini cehâlet perdeleriyle kapatıyor.
Katı kalpler, ona bakmak istemiyor.
Duygusuz dimağlar, onsuz bir gidişâta saplanmayı yeğliyor.
Bu yüzden;
Yaşlı-bebek demeden öldürdükleri nice mazlumların son nefeslerini seyrettikleri hâlde; yeryüzünün zalimleri, son derece âmâ yaşıyorlar. Masum iniltileri duymuyorlar. Günahsız zavallıları görmüyorlar. Suçsuz yere katliâma mâruz kalanların derin acılarını hissetmiyorlar. Günlerce aç kalmışlığın zorlamasıyla, ölüme rağmen, ekmek kuyruğuna koşan bîçâreleri bombalıyorlar.
Bu yüzden;
Ne Suriye’deki feryatlar bitiyor, ne Gazze’deki, ne Irak’taki, ne Arakan’daki…
Elbette;
Zulmün de bir ömür takvimi var.
Gafletin de.
Aldatış ve aldanışların da.
Bütün iş;
Vakit varken ömür takvimine bakabilmek. O takvimi, zamanında okuyabilmek. Kızıldeniz’de boğulurken, son yaprağın düşüşünü şaşkın şaşkın seyreden ve iş işten geçtikten sonra pişman ve perişan olan Firavun’un hâline düşmemek.
O hâlde;
Şimdiye dek, ömür takviminde neler okuyabildik, neler okuyamadık?
Ömrün akış hızının farkında mıyız?
Zor.
Bize bitmeyecek gibi geliyor.
Oysa;
“Ömür; ırmak gibi yeniden yeniye gelir gelir, akar gider, yenisi gelir. Fakat biz; bu akışı, kesintisiz olarak görürüz. Ne gelişin ne gidişin akıntı hızını anlarız. Sadece duruyor zannederiz.
Yine;
Ucu yanmakta olan bir sopayı eline alsan da tez tez, sağa sola oynatsan, göze o sabit duran ve kesilmeyen bir ateş çizgisi gibi görünür.” (Mesnevî)
Şiirin diliyle:
Sır bu, çok hızlı dönen bir ışığı,
Zannedersin ki o sâbit duruyor!
Aynı Seyrî, ömürün an ve çağı,
Sanma sâbit, çabucak kös vuruyor!
Bu çabucaklık sebebiyle, Hazret-i Mevlânâ; içinde bulunduğu kısacık ânı en güzel şekilde değerlendirmesi için, insana canhıraş bir şekilde seslenir:
“Kendine gel ey yolcu!
Kendine gel!
Akşam oldu; ömür güneşi batmak üzere…
Gücün-kuvvetin varken; şu iki günceğizde olsun cömertlikte bulun, sâlih ameller işle!
Elde kalan bu kadarcık tohumu, yani ömrünün geriye kalan son senelerini; iyi ek, iyi harca da; şu iki nefeslik ömürden uzun bir ömür elde edesin…
Çok kıymetli olan bu ömür kandili sönmeden, aklını başına al da; fitilini düzelt, çabucak yağını koy. Yani sâlih ameller, güzel işler ve hayırlı gayretler ortaya koyarak; son günlerini kulluk ve ibâdetle geçir, gönül kandilini uyandır.
Aklını başına al da; sakın bu işi yarına bırakma.
Nice yarınlar geldi geçti.
Hemen tevbe ve istiğfar ile işe başla ki; ekin mevsimi, iyilik günleri büsbütün geçmesin.
Öğüdümü dinle, beden güçlü bir bağdır. Bizi iyilikten alıkoyar. Hak yolunda sana engel olur.
Yenileşmek, kendini tamir etmek istiyorsan, eskiyi çıkar at; bedene ait isteklerden vazgeç; rûhânî zevkleri, mânevî heyecanları ara.”
Bu bapta;
İnsan, nice gerçekleri bilir.
Ancak idrak etmek bahsinde, herkes farklıdır. Bazen kendi elleriyle onca ölüler defneden nice kimseler bile, ecelden habersizdir. Hâliyle; hakikatten, adâletten, doğruluktan, hidâyetten, mâneviyattan ve ebediyetten habersizdir.
Böylelerine göre hayat, sadece nefsânî isteklerin ve arzuların harman yeri. O harmanda içlerindeki meyiller ve hırslar, kendi hâllerini onlara göstermeyen sahte cazibe ışıkları. Gafil akıl ve gönül de, o sahte ışıkların kurbanı. Üstelik ömür takvimini unutacak kadar. O sahte ışıklardan başka gerçek göremeyecek kadar.
Bu gaflete karşı uyandırıcı keskin hitap, yine Hazret-i Mevlânâ’dan:
“Ey nefsâniyet peşinde koşan kişi!
Senin kötü işlere olan düşkünlüğün, hırsın; ateşe benzer. Simsiyah olan kömür; ateş rengine girince, güzelleşir. Yani kötü işlerin, sana kötü görünmez.
Kömürün karanlığı, ateşte gizlenir; ateş sönünce karanlık meydana çıkar.
Kömür, senin hırsından ateş hâline geldi. Ateş hâlinde göründü. Hırs geçince, kömür; yine eski hâlinde kara kara görünür.
O zaman kömürün ateş hâlinde görünmesi; işin güzelliğinden değildi, hırs ateşindendi.
Hırs ve şehvet; senin yaptığın kötü işi süslemiş, sana hoş göstermişti. Hırs gitti, yaptığın iş kapkara meydana çıktı.
Şeytanın süslediği ekşi otu, ahmak kişi; âdeta olmuş ve kemâle ermiş bir sebze sanır.
O ahmak kişinin canı; o olgunlaşmış sandığı otu yemek istese, dişleri kamaşır.
Şeytan gibi olan hırsın, o tuzağı yem gibi gösterdi.
Uyan da;
Hırsı, sen ancak din işinde, hayırlı işte ara. Hayırlı işlere harîs ol. O işler zaten güzeldir. O işlerde hırs kalmasa, o işlere harîs olmasan da zaten onlar; güzeldir, güzel yüzlüdür.
Hayırlar, kendiliklerinden güzeldir. Onların güzellikleri, başka bir ışığın vuruşundan meydana gelmez. Hırsın ışığı ve harâreti kalmasa da, hayrın ışığı kalır.
Dünya işine karşı duyduğun hırsın parlaklığı geçince; o iş sönmüş, harâreti gitmiş kömüre döner.
Çocukları, oyuna karşı duydukları hırs aldatır da; gönüllerindeki zevk yüzünden, eteklerini bükerek ata binmiş vehmine kapılırlar.
Fakat çocuğun birisinden, o kötü hırs geçince; diğer çocuklara gülesi gelir; «Ben ne yapmışım, ne işlere girişmişim? Meğer hırsın aksi yüzünden; sirke, bana bal görünmüş.» der.”
Cahillerin hâli de aynı. Zalimlerin hâli de. Gafillerin de.
Felâket, o hırsların sönmesinin ecelden sonraya kalması.
Rahmet ise; ecelden önce hırsları söndürerek, ömür takvimini doğru yaşamak. Zulümden adâlete hicret etmek. Kötülükten güzelliğe kaçmak. Şerden hayra geri dönmek.
Tıpkı sahâbe-i kiram gibi.
Onlar;
Hazret-i Peygamber’in hikmet ravzasında, ömür takvimini tesbih tesbih çektiler. Her yaprağın her satırını; tevbeyle, zikirle, şükürle, ibâdetle, Kur’ân’la, tefekkürle, gayret ve hizmetle doldurdular. Sonsuzluk sırrına eriştiler.
Onlar;
Ömür takvimine baktılar, cimriliklerden kurtuldular.
Ömür takvimine baktılar, en cömert gönüller oldular.
Ömür takvimine baktılar, okudular, merhamet ve şefkat timsâli oldular.
Ömür takvimine baktılar, gördüler, dünyada zühd ve takvâ hâlinde yaşadılar.
Ömür takvimine baktılar, daima âhireti ve Allah katında olanı tercih ettiler.
Ebûbekir oldular. Ömer oldular. Osman oldular. Ali oldular. Hasan ve Hüseyin oldular.
Böylece onlar;
Kısacık bir ömrü, ebedî bir ömür hâline getirdiler. Saâdet, kurtuluş ve Hakk’ın nihayetsiz nimetlerine mazhariyet itibarıyla sonsuzluğu elde ettiler. Damlayı verdiler, deryalara kavuştular. Teni verdiler, can buldular. Canı verdiler, cânâna erdiler.
İşte uzun ömür!
En hayırlı ve ebedî…
İşte asıl hayat!
Sonsuz uzun…
Bunun dışında binlerce yıl yaşayan kimse dahî, sadece bir an kadar kısa yaşamış olur. Çünkü ömrü dünyaya harcamak, onu tüketmektir. Çünkü:
Her ne denlû çok yaşarsa bir kişi,
Âkıbet ölmek-durur ânın işi…(Süleyman Çelebi)
Fânî günler; ne kadar çok olsa da, illâ bitip gidiyor.
Sadece;
Allâh’a fedâ edilen ömür; âb-ı hayat iksiri içirilmişçesine ölümsüzleşiyor.
Hakk’a kulluk ve hayırlarla dolu bir ömür, böyle bir ömürdür. O ömrün dünyada ektiği kulluk ve hizmet tohumlarından biri bile, yüz binlerce mahsul verir. Bir nefese asırlar nasip olur. Dünya çarşısında en kârlı ticaret, bu berekettir. Bu bereketin kesesi, mezarda geçerli olacak akçelerle dolgundur. Malûm:
Dananın iyisi pazarda belli,
İnsanın iyisi mezarda belli…
O kabir ikliminde sâlihlerden olabilmek ne saâdet. Buna nâil olmak isteyenlere Hazret-i Mevlânâ, ne güzel buyurur:
“Ömrünün ağacının köküne tevbe gözyaşlarını âb-ı hayat gibi dök de yeşersin.
Geçmişte yaptığın bütün kötülükler; bu tevbe ile iyileşir, güzelleşir. Geçen seneki zehir, ancak bu tevbe ile şeker kesilir.
Unutma;
Tevbesiz ömür; can çekişmekten, ibarettir. İnsanı, yaşayan ölü hâline sokan ölüm ise Allah’tan gafil olmaktır.
Allah ile olunca, Allah ile beraber yaşayınca; ömür de hoştur, ölüm de. Fakat Allah’sız olan, Allâh’ı bulamayan kişiye ise âb-ı hayat bile ateştir.
Şeytanın, Allâh’ın huzûrunda uzun ömür isteyip de af dilememesi; lânetinin tesiri idi. Allah’tan başkasını istemek, istenen şeyin artması zannını verir ama; bu istek, hakikatte artmasını istediği şeyin tamamıyla eksilmesini dilemektir.
Aslında;
Şeytanın ve ona bağlı olanların uzun ömür istemeleri, Allâh’ın lânetine hedef olmaları içindir. Çünkü onlar yaşadıkça günaha girerler. Hakk’ın lânetine hedef olurlar.
Uzun seneleri sayan bir karganın ömrü, ancak leş ve fışkı yemeye yarar. O karganın duâsı; «Bana fazla ömür ver de, fazla pislik yiyeyim.» şeklindedir. O kokmuş ağızlı karga, eğer pislik yiyici olmasaydı; «Yâ Rabbî, beni kargalık tabiatından kurtar.» diye yalvarırdı.
Çünkü;
Hoş ömür; Allâh’a yakın olmak için, ten değil, can beslemektir.”
Bu meyanda;
Ey fasıl âlemi dünyâ, ne büyükler geldi,
Baktılar her şeye «lâ» döndüler «illâ» dediler… (Seyrî)
Ne mutlu;
Ömür takviminde «lâ» ve «illâ»yı en doğru şekilde diyebilenlere!
Özellikle son yaprakta…