ÖLME! NE OLUR…

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Ömer! Kaç şarjörün kaldı?

–Dört tane tam dolu, namludaki de yarım. Senin?

–Aynı sayılır… Bak şimdi; kesinlikle konumunu muhafaza et! Tahminim burayı gözetliyorlar. Bir hayli beklediler çünkü… Miğferimi süngüye takıp, kaldıracağım! Eğer saldırı olursa ve ne taraftan yapıldığını fark edebilirsen işaret ver, hemen durayım! Bizi öldü sansınlar! Yoksa dünyanın şarjörünü boşaltırlar buraya…

–Tamam, Salih! Ben hazırım…

Salih, miğferini yavaşça siper aldığı kayanın üstüne doğru kaldırdı. Miğfer etraftan görünür görünmez sığındıkları kayaya doğru dehşetli bir yaylım ateşi başladı. Saldırı yönünü tespit etmeye çalışırken sığındıkları kayadan fırlayan taş parçaları Ömer Faruk’un gözlerini doldurmuştu âdeta!

–Salih dur! Bakamıyorum artık!

–Hayırdır Ömer…

–Gözlerimin içi hep taş doldu, açamıyorum, çok acıyor…

–Tamam kardeşim, az dişini sık! Şu an beklemeliyiz, kıpırdadığımız an, sonumuz olur.

Salih ilk fırsatta komutanlarına durumu iletip Ömer’i götürmelerini istedi.

Sıhhiye eri, ilk müdahaleyi yaptıktan sonra;

–Ömer, bu şekilde operasyona devam edemezsin. Hastahâneye götürülmelisin.

–Temizleyiver, ne olur… Beni geri gönderme…

–Olmaz bu şekilde devam etmen intihar olur. Buna müsaade edemem.

Sıhhiye eri, durumu bölük komutanına iletti ve Ömer Faruk en yakın hastahâneye sevk edildi.

Tedavisi bittikten sonra komutanı; Ömer’in bir daha operasyona çıkamayacağını söylediğinde, Ömer’in dünyası başına yıkıldı:

–Komutanım bana bunu çok görmeyin! Şehid olmak istiyorum…

–Doktorun notunu okudum, sen de biliyorsun… Senin dağdaki vazifen bitti. Artık burada devam edeceksin!

–Ama komutanım… Bekleyenim falan da yok. Bir garip anam vardı, o da dört ay önce Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Komutan, bu içli vatan evlâdının gönlünü incitmek istemezdi; ama bu milletin böylesi gençlere ihtiyacı vardı…

–Tezkerene 27 gün kalmış, çık dışarı asker!

–Emredersiniz komutanım!

Ömer’e günde ikişer saatlik iki nöbetten başka vazife verilmeyince kendisini iyice boşlukta hissetmeye başladı. Askerliğinin ikinci yarısını dağda, çatışmada geçirmiş biri olarak, şimdiki hâline baktığında sanki bir cürüm işlemişçesine mahcubiyet hissediyordu. Sadece kadere olan inancı onu teskin edebiliyordu.

Plâkalarda gün Bolu’yu gösteriyordu. Gece 2-4 nöbetini devretmiş, koğuşuna dönerken önü sıra giden iki askerin tavırlarından şüphelendi. Kendilerini takip ettiğinde silâhlığa doğru gittiklerini fark etti. Kendi kendine söylendi:

–Nöbete gidiyorlar işte! İyice sıyırdım ben de, herhâlde emekli olma zamanım geldi.

Tam o sırada, burnu çok farklı bir koku aldı.

–Allah Allah! Bu bir ot yanığına benziyor ama…

Kokuyu takip ettiğinde banyoda üstü kesilmiş beş litrelik bir şişeyle altı kesilmiş bir kola şişesini alelâde bir şekilde atılmış vaziyette buldu. Kola şişesinin ağzını incelediğinde öfkeyle mırıldandı:

–Vay densizler kova yapmışlar!

Hemen o iki askerin peşine düştü. Sesleri bölüğün silâhlığından geliyordu. Çok dikkatli olmalıydı. Çünkü az da olsa uyuşturucu ile mücadele eğitimi almıştı. Kova denilen uyuşturucu kullanım şekli, çok hızlı bir şekilde tesir edip aklî melekeleri kısa sürede sıfıra indirebiliyordu. Hele dozaj dengesizliğinde ölümle sonuçlanan vakalar söz konusuydu. Aralarında geçen konuşmaya kulak kesildi:

–Oğlum; nöbete geç kaldın, hadi acele et!

–Bırak oğlum beklesin ya, acelesi mi var? Sanki nöbetten çıksa eve mi gidecek? Hepimiz askeriz! Hazır açılmış kafamla nöbete çıkacağım, bozma keyfimi… Bozma ya…

–Oğlum, var ya bir fark ederlerse direkt disko… Biliyorsun değil mi?

–Oğlum, komutan öbür taburda. Nöbetçi çavuş desen iyi aile çocuğu, nereden anlayacak kova yaptığımızı. Devam et…

–Öyle valla, kuş gibi iki saat…

O sırada Ömer, silâhlığa girdi ve sertçe kapıyı kapattı.

–Abisi sen silâhlık sorumlusu değil misin?

–Evet!

Diğerine dönerek;

–Peki, senin şu an nöbette olman gerekmiyor mu?

–Evet, gidiyordum zaten…

–Bu şekilde nöbete çıkamazsın! Bırak silâhını!

–Hayırdır… Ne olmuş ki?

–Safa yatma! Kova yapmışsınız. Şişeleri gördüm. Leş gibi de kokuyorsunuz… Nöbet mukaddestir oğlum. Bu yarım kafayla nöbete çıkılmaz.

Soner, uyuşturucunun da tesiriyle, birden parladı;

–Çıkarım çıkmam sana ne be adam?

–Bak aslanım! O elindeki mantar tabancası değil, bildiğin G-3! Bu hâlde çıkamazsın!

–Oldu! Ne diyeceğim komutana? “Komutanım ben kova yaptım. Kafam çok güzel, nöbete çıkmasam olmaz mı?” mı diyeceğim?

–Bu naneyi nasıl yediysen öyle anlatırsın! Ben komutana gidiyorum!

–Dur gitme!

–Gidiyorum!

–Askerliğim yanar! Yakarlar beni, gitme!

–Onu, o haltı yerken düşünecektin!

–Bak hacı, gitme vururum seni!

Ömer Faruk arkasına bakmadan koridoru adımladı. Soner arkasından bağırdı;

–Hacı, artık eğitim zâyiâtısın! Benden günah gitti!

Soner’in hatırladığı son şey; namlusu Ömer’e bakan tüfeğinin tetiğini ezerek düşürdüğü olmuştu. Tabur içinde yankılanan silâh sesi, herkesi ayağa kaldırmıştı. Nöbetçi subay, kısa sürede olay yerine vardı; gördüğü manzara tüyler ürperticiydi. İki askeri yerde yatıyordu. Biri kanlar içinde, diğeri baygın. Hemen Ömer’in nabzını yokladı. Yaşıyordu; ama nabzı çok yavaştı…

–Acil ambulâns çağırın! Koşun!

Ardından Soner’in nabzını yokladı. O da yaşıyordu.

Etrafına toplanan herkes, şaşkın gözlerle komutana bakıyordu. Komutan ise, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Silâhlık sorumlusunun ürkek tavırları dikkatinden kaçmadı.

–Silâhlık sorumlusu sendin değil mi?

–Okan KULOĞLU, İstanbul! Emret komutanım!

–Anlat!

–Komutanım, biz… Şey…

–Gevelemesene oğlum! Adam akıllı konuşsana!

–Komutanım, bu baygın yatan öbürünü vurdu!

–Sebep?!.

–Kavga ettiler komutanım!

–Oğlum taksit taksit konuşup adamı hasta etme!

–Komutanım ben iyi değilim, şu an kafam yerinde değil! Konuşmasam…

Nöbetçi subay, Okan’a dikkat kesildi. Yanına yaklaştı, üstünü kokladı, gözlerinin içine baktı;

–Sen uyuşturucu mu kullandın?

–Şey… Evet, komutanım. Aslında ben az kullandım. Ama…

Komutan, âdeta gürleyerek;

–Bunu odama götürün!

Bu sırada ambulâns geldi. Ömer ve Soner’i götürdü. Nöbetçi subay, hemen hukukî süreci başlattı.

Soner’in başına iki muvazzaf kondu. Hastahânede yapılan tetkikler, hiç de Soner’in hayrına değildi: Yüksek dozda uyuşturucu kullanımı ve üzerine gelen aşırı heyecan hâlinin tesiri ile geçici şok!

Ömer’in durumu ise yürekleri dağlar vaziyette idi. Sırtından giren kurşun kalbin üst kısmını parçalayarak çıkmıştı. Durumu çok ağırdı ve ameliyat edilmesi bile çok büyük risk taşıyordu. Yoğun bakımda müşahedede tutuluyordu. Sadece cılız bir nefes alıyordu.

Soner, kendine geldiğinde başındaki askerleri görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Yattığı yerden doğruldu. Başına balyoz yemiş gibiydi. Başını ellerinin arasına aldı:

–Beyler neredeyiz? Ne oldu bana?

–…

–Hayırdır yahu? Bir şey sorduk!

Muvazzaf askerler, aralarında fısıldaştılar. Biri seri adımlarla dışarı çıktı. Kısa bir süre sonra yanında bir yüzbaşı ve üsteğmenle geri döndü. Üsteğmen;

–Soner YILMAZ! Tutuklusun! Adam öldürmeye teşebbüsten yargılanacaksın!

–Ko! Ko! Komutanım! Ne tutuklusu? Ne cinayeti? Ne teşebbüsü?

Detayları öğrendiğinde Soner’in kanı damarlarından çekilmişti:

–Peki, Ömer Faruk Ağabey nasıl? Yaşıyor mu?

–Komada. Cihaza bağlı. Konya’dan yakınlarının gelmesini bekliyoruz.

–Komutanım emin olun, hiçbirini hatırlamıyorum. Kova yaptığımız, doğrudur. Okan’la beraberdik.

–Okan?

–Bölüğün silâhlık sorumlusu. Ömer Faruk Ağabeyi de iyi tanırdık. Hacı… Tezkereci…

–Evet… Son 14 günüydü. Siz keyif yaparken, onun bu dağlarda adımlamadığı yer kalmadı.

–Komutanım, yaşama ihtimali yok mu?

–Onun yaşaması mûcizelere bağlı, seninki de onun hayatına… Duâ etsen iyi olur! Gerçi hiç ihtiyaç hissettin mi bilmiyorum ama…

Komutanlar, Soner’in ifadesini aldıktan sonra çıktılar. Yüzbaşı çıkarken;

–Alın bunu! Koğuşa götürün! Burada kalmasına gerek yok!

Soner’i izbe bir koğuşa attılar. Koridorda yanan cılız birkaç ışıktan başka bir aydınlatması olmayan bu yer, sanki yapıldığı günden bu yana temizlik yüzü görmemiş gibiydi. Koğuşun ortasındaki klozetten yayılan keskin koku, midesini kaldırdı. Kusacaktı; ama dünden beri bir şey yemediği için şimdilik atlatmıştı.

Başı çok ağrıyordu. Sırtını koğuşun duvarına verdi ve yavaşça sürtünerek yere oturdu. Ağrıyan başı, nedense hiç aklına bile gelmiyordu. Aklı, gönlü, gözü ve kulağı; «Hacı» diye hitap ettiği abisinden gelecek birkaç hecelik bir haberde idi.

Ömer, alay içinde bir efsane idi âdeta. Herkes onun ne derece cesur ve babacan biri olduğunu bilirdi. Babacan ifadesini gönlünden geçirdiği sırada, beyninde şimşekler çaktı. İşte şimdi hem başının hem gönlünün sızısını, fazlasıyla hissetti. Başına bu musîbetleri açan uyuşturucunun son dozunu, Ömer Faruk’tan aldığı borç parayla temin ettiği, aklına geldi. Sanki tüm mahlûkat onu lânetliyor gibiydi. Dudaklarının arasından bir inilti şekilde çıkan sözleri, tüm ifadeleri kifâyetsiz bırakıyordu:

“-Allâh’ım ne olur ölmesin! Ne olur ölmesin! Ölme Ömer Ağabey, ne olur…”

Üsteğmenin hastahânede söylediği sözler geldi aklına. Duâya hiç ihtiyaç duymaz olur muydu? Anasının secdelerdeki hâli geldi gözlerinin önüne. Babasının babacan edasıyla kaldırdığı sabah namazları ve uzun uzun kılınan namazlar, okunan Kur’ân’lar… Ama ne oldu? Ne oldu da, ömür takviminin bu berrak sayfalarına kan bulaştı? Hangi yol getirdi, onu bu izbe koğuşa?

Bu sırada bir şeyin belini gıdıkladığını fark etti. Hemen fırladı yerinden. Ne olduğunu seçemiyordu. Uzun süre kapalı kalan gözleri, bulunduğu ortama alışınca gözlerine inanamadı. Kocaman bir lâğım faresi idi bu… Hemen yatağın üstüne fırladı; ama yatağın yerden yüksekliği sadece iki karış kadardı.

Ah o ucuz delikanlılık adına bulaştığı rezil arkadaş ortamları. Millete sattığı seviyesiz cakalar, nerede idi? Nerede idi, o sağlam kankaları? Hani o dert ortağı sigaralar? Kahkahalarına eridiği aşüfte kızlar nerede? Gelin hadi, gelin biriniz tutun şu farenin kuyruğundan. Biriniz bir dal sigara uzatın şimdi… Hadi! Hadi! Bu korku dolu anlarımın bedelini kim ödeyecek? Kim?!. Kim?!.

Yan koğuştan çok içli ve çok şiddetli bir feryat, tüm koridoru kapladı;

–Allâh’ım affet ne olur! Affet! Affet! Akıllandım… Dersimi aldım, ne olur…

Adamın o acı feryadı Soner’e bir çıkış kapısı araladı sanki. Onun sığınacak bir Rabbi vardı, tabiî ya. Hemen abdest alıp namaza durmalıydı. Yılların acısını çıkartırcasına bir namaz kılmak istiyordu. Abdest alacak bir su aradı. Klozetten sızan iplik misali sudan başka su imkânı yoktu. Gardiyandan su rica etti. Gardiyan;

–Su var ya orada!

–Nerede?

–Klozetten akıyor ya!

–Ama ben abdest alacağım. Buradan alamam ki…

–Ne oldu? Yoksa bir Rabbin olduğu mu aklına geldi?

–…

–Sustun, ne oldu? Gördüğün göreceğin tek su, işte o!

–Ne yani ben buradan mı su içeceğim?

Bu sefer sessiz kalma sırası gardiyanda idi…

Soner kendi kendine; “Bunu sen hak ettin oğlum!” dedi ve usulca abdestini aldı. Namaza durdu. Babasının daha küçücükken ezberlettiği sûrelerle saatlerce namaz kıldı. Bu izbe yerde namaz vaktini nasıl tayin edeceğini de bilemiyordu. Sürekli niyet tazeliyor, namaz kılıyor ve tevbe ediyordu. Aradan üç gün geçmesine rağmen Ömer Faruk’tan veya başkasından en ufak bir haber alamadı. Üç gündür istihkakı olan tek öğünlük yemek de fareye yaramıştı. Ne yiyor ne de uyuyabiliyordu…

Gardiyana yalvardı;

–Ağabey ne olur! Ömer Ağabeyden bir haber var mı? Bir öğreniversen…

–Ömer, şu hastahânede komada yatan asker mi?

–Evet abi! Evet…

–Dün akşam bu saatlerde ölmüş! Bugün merasimi yapılacaktı…

Soner’in dizlerinin bağı çözüldü, yere yığıldı, başı demir kapıya gömüldü. Gardiyanın bir çırpıda söylediği şey, Soner’in ömrünün geri kalan kısmına eşitti;

“–Ölmüş mü?” diyebildi sadece. Bir müddet öylece kalakaldıktan sonra;

–Neden daha önce söylemedin?

–Sormadın ki! Oğlum, o şehid oldu, sen kendi derdine yansan iyi edersin. General bir akraban varmış, yardım etmedi mi sana?

Soner, general amcasına güvenerek sarf etmişti o talihsiz son sözlerini Ömer abisine…

Ömer Faruk’un şehâdet arzusu, Soner’in tevbe iştiyakından daha mı baskın gelmişti acaba? Cenâb-ı Hak, samimî tevbeleri elbet kabul ederdi; ama tecellî şekli belki de mahlûkatın nefesleri adedince idi…

Soner artık ne yapacağını bilmiyordu. Bilinen bir şey vardı ki Soner için; o da kısa bir süre için keyif almak adına tutuşturduğu uyuşturucu otun dumanının isi, ömür takviminin kalan sayfalarını karartmıştı… Ağzından çıkan şu birkaç kelime, tüm pişmanlığının hulâsası idi:

“–Şehâdetin mübârek olsun Ömer Ağabey…”