TENCEREDE NE VAR?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Fikrine uymayan bir şeyle karşılaşan insan, çoğu kere doğru ve yanlışı hesaba katmadan itirazı basar:

‒Ben aklımı peynir ekmekle yemedim! Bende de akıl var. Bu işin mahiyetini ben de düşündüm. Kafa yordum. Anlatıldığı gibi değil mesele…

Konuşmalar, karşılıklı akislere dönüşür:

‒Fakat düşünmek kâfî değil.

‒Nasıl değil? İnceden inceye tefekkür ettim, diyorum ya…

‒Doğrudur. Ancak düşünmek, akıl ve gönül tencerelerinin altındaki ateşi yakmaktır.

‒Ben de yaktım.

‒Fakat içine ne koydun tencerelerin?

‒Kendime göre bir şeyler koydum işte!

‒Olur mu? Lâzım olan doğru tefekkür malzemesi konulmadıkça ateşi değil, tencereleri yakmış olursun sadece. Akıl da gönül de harap olur!

‒Ne malzemesi? İnsan, kiler mi?

‒Öyle deme; malzemesiz düşündürmek, ancak fırsatçıların tercihi. Doğru malzeme olmadan düşünceyi tahrik, kötü niyetlilerin metotları. Elde hiçbir şey bulunmadığı hâlde boş fikirler ortaya attırıp da; «Ne hârika düşünceler bunlar!» diyerek sahte aferinler çekmek, sadece sinsi ve şeytanî bilgiçlerin işi. Gaye, yanlış üstüne yanlışa sevk edebilmek…

Diğeri, itirazcı hâline devam edecekti; fakat hakikat bülbülü onu susturarak berikini tasdik etti. Sonra içinden dışarı taşan sır ve hikmet dağarcığını açtı ve oradan seçtiği sözleri şakımaya başladı:

“Ey yârenler!

Malûm olduğu üzere insanda akıl var diye, mesele sadece tefekkür değil. Kuru kuruya düşünmek değil. Rastgele kafa patlatmak değil.

Çünkü;

Ateistler de düşünerek ateist oluyor. İnkârcılar da düşünerek münkir kesiliyorlar. Zalimler de düşüne düşüne zulme karar veriyorlar. Sapıklığa düşenler de, aklın düşünce merkezinde derin derin fikrederek o kötü vaziyete adım atıyorlar. Sahtekârlar da inceden inceye düşünerek hareket ediyorlar. Yalancılar da, bin bir tedbirli düşünüşe göre hiç falso vermeden cirit atıyorlar. Şeytan ve nefse aldananlar da ciddî düşünceler etrafında felsefeler oluşturarak yaşıyorlar, hattâ bir sürü düşünce akımları meydana getiriyorlar.

Düşünün bir kere;

Onların düşünen kimseler olmaları, içine yuvarlandıkları uçurumlara niye engel değil? Derin felsefeleri, niye hakikat kapısına çıkmıyor? İnce ince düşünmek; nasıl oluyor da gaflete, sapıklığa, sahtekârlığa, inkâra, zulme, ateistliğe, şeytâniyet ve nefsâniyete kapı açabiliyor? Mâni olması gerektiği hâlde niye destek oluyor?

Ey yârenler,

Bunun cevabı, o tartıştığınız gerçek:

Akıl ve gönül tencerelerine ne konulduğu hakikati…

Evet; tefekkür ateşini yakmak kolay.

Fakat mesele, o ateşin üzerindeki akıl ve gönül tenceresine konulan malzemelerin doğruluğu.

Zira malzemeye göre tefekkür ve düşünceler; olumlu neticeler verecek, hikmet ve hakikatle ilim ve irfan sofralarını donatacaktır.

Bu itibarla;

Doğru malzemeler hususunda insan, her zaman hem dikkatli hem de hızlı davranmalı. Çünkü hiç malzeme olmasa da o tefekkür ateşi bir şekilde yanıyor, hattâ kendi kendine bile tutuşuyor.

Malûm;

İnsan olan herkes; farkında olsun olmasın, boş veya dolu illâ bir şeyler düşünür, tefekkür eder. Bu, onun fıtrî bir özelliği; aklının ve gönlünün tabiî refleksi. Çünkü;

Tefekkür, hayırda da şerde de kullanılan yegâne anahtar.

Geçmiş ve geleceğin kapılarını açan o. -Hak veya bâtıl- îman, irfan ve ahlâk sarayına dâhil eden o. -Menfî veya müsbet- ilim, keşif, îcat, tesis ve teşekkül tahtına çıkaran o. -Rahmânî veya şeytânî- mârifet ve maharete, her türlü güzellik ve özelliğe, hattâ fânîlikten sonsuzluğa eriştiren yine o.

Tefekkür, bu çerçevede;

Öncelikle, her şeyin dışından içini görmeye vasıta olacak bir basîreti, yani derin bakış ve görüş ufkunu elde etme gayreti şeklinde gerçekleşmelidir. Çünkü basîret kazanıldığı takdirde, o zaten tabiî olarak alâkalı olduğu her mükemmellik ve idrâki tecellî ettirecektir.

Bir bakıma mühim olan, basîret güneşinin doğmasıdır. O güneş doğdu mu, artık çevresindeki bütün bir fezâ; nûra gark olmuş demektir.

Dolayısıyla en büyük tefekkür hamlesi, akla ve gönle basîret nûrunu kazandıran hamledir. Bu; içte ve dışta, yerde ve gökte, maddede ve mânâda, gündüzde ve gecede, hayırda ve şerde mevcut olan her şeye ibret ve hikmet nazarıyla bakabilmektir. Böyle olunca da;

Tefekküre basîret kazandırmak, tefekkürden daha mühim bir husus olarak karşımıza çıkar. O da her nimet gibi, doğru kullanılmadığı takdirde bir âfete dönüşebilmekte. Yani düşünce; hem bir vesvese, kuruntu, hayal kırıklığı, yılgınlık, bıkkınlık ve perişanlık gibi kötü fiillere hizmet edebilir; hem de hikmet, kararlılık, azim, aşk ve şevk kandillerini tutuşturabilir. O; doğru yönde ve doğru şekilde değerlendirildiği takdirde, kulun en dar kapasitelerini bile sonsuzlaştırırken; yanlış yönde ve yanlış şekilde kullanılması durumunda, insanın en geniş kabiliyetlerini dahî daracık hâle getirir, girdaplaştırır ve o girdapta da boğar.

Bu gerçeğin aynasında görüldüğü üzere, artı ve eksi iki yönü olan tefekkür dediğimiz düşünce mekanizması; genel olarak insanda kendisine tarih boyu üç yol belirlemiştir:

Birinci yol; Yaratıcı’nın zâtî olarak mahiyet ve hüviyetini düşünmeye kapılmak istikametindedir. Bu yol; hemen hemen pek çok kimsenin girip çıktığı veya girip kaldığı ve perişan olduğu bir yoldur ki, adım başı inkâr tuzaklarıyla doludur. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan ve hiçbir varlığa benzemeyip eşi ve benzeri olmayan bir zâtı, tahayyüle sığdırmak mümkün değildir! Hele bu tahayyül; sınırlı, fânî, âciz, dar ve bir de basîretsizse!..

Zavallı insan!

Bu imkânsızlığı anlayacağı ve haddini bileceği yerde; «erişemediği ete murdar demek» huyuyla; «o zaman…» veya «öyleyse…» diye kendince saplantılara dalarak, inkâr çukuruna atıyor aklını ve gönlünü… O’nun Zâtını anlamaya çalışmak, benzeri olmayan bir Zât-ı Mutlak için O’nu anlatmak ve anlamak maksadına bürünmüş bir benzer bulma telâşıdır ki, asla mümkün olmayacağından insanı acziyet ve infilâk ateşinde talaş eyler. Nitekim bazı vahdet-i vücutçuların düştüğü varta da budur.

Kaldı ki kendi «can»ını görebilen ve üstelik nasıl bir şey olduğu hakkında en ufak bir intibâ sahibi olan bir tek insan yoktur. Nerede o «can»ı yaratanın zâtı hususunda bilgi ve intibâ sahibi olabilmek?

Dolayısıyla insana Cenâb-ı Hakk’ın zâtı hakkında ne zaman bir düşünce ve vesvese ârız olsa, derhâl önce yukarıdaki suâli sormalı ve bu husustaki acziyetinin farkında olmalıdır. Çünkü akla, onun yapamayacağı bir işi yaptırmak; beynin bütün trafolarını yakmak demektir. Bu durumda kömürleşen bir kafa; îman nûruna değil, inkâr bacasına dönüşür. Onun için Hazret-i Peygamber:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zâtı üzerinde düşünmeyin. Zira siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81) buyurmuştur.

Hiç şüphe yok;

Bizim gözümüz, görüş bakımından hiçbir hakikatin nihayetine nüfuz edemez. Kulağımız da, aklımız da, gönlümüz de… Nihayete nüfuz, sadece O’na aittir. Öyleyse bize düşen; O’nun sonsuz azamet ve kudretini seyredip, kulluk acziyeti içerisinde tâzim ve hürmet ipine sarılmaktır. Keşfin aydınlığına sığınmaktır. Yani her şey bir ışıktır ve O’nun var olduğunu keşfettirmektedir.

Bu sebeple;

İlm-i zâhire de sarılmak şarttır. Çünkü ilm-i zâhir, nefsi ve aklı zabt u rabt altına alabilecek bir kudrettir. O olmasa, nefis ve akıl ebediyen karanlık içinde kalır.

Hakikaten;

Olmamış olsaydı zâhir, ilm-i din,
Nur nedir bilmezdi hiç insan ve cin.

Hep karanlık çünkü göz bağlar idi,
Çâresiz herkes düşüp ağlar idi.

Kul niçin dünyâ denen dehlizdedir?
Hem güneş ister bu gözler hem bedir!

Ay ve gün zâhir ilimdir tâ ebed,
Nûru ancak böyle fâş eyler Samed!

Mârifettir, ilme ey Seyrî, tutun,
Arş’a dek sevdâda nurlansın yolun…

Yani;

Hak ve zâhir bilgiye sarıldığımız takdirde; o, bizi doğruya ve ilâhî hakikat ve hikmetin aydınlığına çıkaracaktır. Tıpkı Hazret-i İbrahim gibi. O; önce yıldızlara, sonra Ay’a, sonra da Güneş’e meyletti. En sonunda Hakk’ı buldu. Ancak doğru bilgiye sarıldığı için.

Burada doğru bilgi;

Hem bu yöndeki şer’î bilgiler, hem de doğru tefekkürdür.

Yani;

Tefekkürde orta yolu, bir bakıma ikinci yolu tutmaktır.

İkinci yol, ilâhî sanatın incelikleri yönündedir.

Çünkü kâinattaki sonsuz ilâhî sanat tecellîlerinin yegâne sahibi olan Allah hakkında bizim idrak mes’ûliyetimiz ancak bu noktada mücellâdır. Bu nokta; Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini ve sıfatlarını temâşâ ederek, O’nun yüce Zâtına îmân idrakidir. Zaten yüce sanatı lâyıkıyla idrak edebilen her selîm akıl, onun sanatkârını da böylece idrak etmiş olur. Yoksa damlanın deryayı kuşatması mümkün değildir. Damla için sadece deryaya ilticâ sûretiyle onu idrak etmesi, imkân dâhilindedir. Yüce Mevlâ; kullarına bu hakikati öğretmek için, kendisi hakkında bir beyan olan Nûr Âyeti’nde, kavranabilen bir örnekten yola çıkartıp, kavranamayacak olanı idrake ulaştıran, yani sanattan sanatkâra götüren özel bir metotla şöyle ifade buyurur:

“Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur.

O’nun nûrunun misali, içinde çerağ (yanan ışık) bulunan bir kandil yuvasına benzer.

O çerağ;

Cam bir fânus içindedir.

Cam fânus ise, sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır.

(O çerağın) yakıtı, mübârek (bereketli, bitip tükenmeyen) bir zeytin ağacından alınmaktadır ki;

Doğuda da yoktur batıda da!

O ağacın yağı, (öyle arı duru ve öyle parlaktır ki) neredeyse ateş değmese bile, ışık verecek!

Nûr üstüne nûr!

Allah, dilediğini nûruna kavuşturur. Allah, insanlara (anlayıp idrak edebilsinler diye işte böyle) misaller veriyor. O, her şeyi bilir.” (en-Nûr, 35)

Mânidardır:

Bu ilâhî ifadeler, insan aklının anlayacağı şekilde bir beyan sergiler. Önce eşya üzerinden hareketle aklın dikkat ve anlayışını çekerek idraki sağlar. Sonra da akıl âleminin üstünde bulunan gerçeğe doğru muazzam bir pencere açar. İşte o pencerede gözler kamaştıran hayal ötesi hakikati seyrettirir ve; «Nûr üstüne nûr»a ulaştırır.

O;

Tarifsiz bir nurdur.

Öncesi sonsuz, sonrası da sonsuzdur. Son denilebilecek hiçbir sınırı yoktur.

Uçsuz bucaksız, sınırsız bir sonsuz.

Onun bu sonsuzluğunu, her şeyi sona mahkûm olan beşer idrakinin lâyıkıyla bilmesi, imkânsızdır elbette.

Tıpkı can gibi.

Mevcudiyetini şüphesiz bir şekilde bilmek mümkün, ancak mahiyetini bilmek ve görmek asla mümkün değil.

Akıl da böyle değil mi?

Yaşayan hiç kimse; «Rûhum yok; aklım yok!» diyebiliyor mu? Diyemiyor.

Zaten herkes;

Aklının da rûhunun da var olduğunu, yani mevcudiyetini bilir ve söyler. Ancak hiç kimse mahiyetini anlatamaz. Hiç kimse rûhunu ve aklını tarif edemez. Resme dökemez. Nasıl bir şey olduğu hakkında en küçük bir bilgi ortaya koyamaz.

Elinde değildir çünkü.

Elinde olsaydı, kimse aklını yitirmezdi. Hiç kimse rûhunu kaptırmazdı. Kaptırmazdı, fakat ruh hakkında insana ilim, yani bilgi ve yetki verilmemiştir. Gerçek ilim de, zaten yetki demektir. Yetkinin olmadığı yerde bilgiler sınırlıdır, bazen hiç yoktur ve sayısız meçhulün hiç açılmayan kapıları önünde sadece acziyet yaşanır.

Elbette;

Rûhun mahiyeti ile alâkalı olarak insanda ne yetki ne de bilgi var. Aksi hâlde şu insanoğlu, yani eceline ve acziyetine rağmen azıtan şu gafil beşer; daha beter azıtırdı. Neler iddia ederdi neler! Bu sebeple rûhun mahiyet bilgisini ve yetkisini yüce Allah, ona hiç vermemiş. İnsan; bu noktada hiçbir şey bilmiyor, uğraşsa da bilemiyor. Bilemez de. Bunun da idraki içinde. Fakat bu bilememezlik; onu, rûhunun mevcudiyeti hakkında inkâra yöneltmiyor, mahiyeti hakkında da herhangi bir reddiye oluşturmuyor, çünkü hiçbir şüphe yok.

Yani;

Rûha dair en küçük bir bilgi ve yetki olmaması, onun mahiyetini inkâra sebep teşkil etmiyor. Sadece acziyet içinde idraki sağlıyor.

Bu demektir ki;

Sıfatlar sayesinde mevcudiyeti bilmek, her kul için kâfî. Ötesi, yüce kudrete ait. Yok yere hayalî ve zıt anlayışlar ise, sadece insanın gaflet zanları. Kendini kādir, kudreti de âciz zannetmesi. Zannının yalancılığında boğulması.

Oysa hiç unutmamalı ki:

Kendisi, kendi rûhuna bile hâkim ve kādir değil. Kendi aklına da kādir ve sahip değil. Sadece emânetçi. Veren kudret; onları geri aldığında, en güçlü insanın da yapabileceği bir şey yok.

Beşer; bu acziyetin gerçeği içinde tefekkür etmeyi bilse, diyecektir ki:

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez! (Ziya Paşa)

İşte bilmek!

Yegâne mârifet.

Mârifet ki, Allâh’ın yüceliği ve kulun da âcizliği merkezinde idrakten ibaret.

İnsan için hayat da; zaten, kendisi hakkında malûm ve meçhuller çizgisi etrafında, kuvvet ve âcizlik arasında böyle bir dengede akıp gidiyor.

İnsanoğlu; doğru tefekkür ile, Cenâb-ı Hakk’a dair işte böyle bir îman çizgisine muhatap. Mevcudiyetini ve sanatını idrakle mükellef. Çünkü bu hususta bilgi ve kavrayış, mümkün. Fakat mahiyetini bilmek ve idrak etmekle mükellef değil, bilâkis tefekküre bile yasaklı; çünkü bu, kendi rûhunun mahiyetindeki gibi imkânsız ve muhal. Böylesi imkânsız ve muhal olan bir meselede ortaya konanlar da, sadece uydurma ve sahte bilgiler olacağından; îmânını bu yöne kaydıranlar, daima istikametten kopmuşlar ve dalâlete düşmüşlerdir.

Ne gariptir ki;

İnsanoğlu; kendi rûhunu, onun hakikati ekseninde asla tarif edemeyeceğini bilirken ve bu hususta cinnet geçirse bile eline bir şey geçmeyeceğinin de idrakinde olması sebebiyle rûhuyla ilgili sınırları hiç zorlamamakta iken; sayısız ruhları yaratan sonsuz kudret rûhunun hakikatini -hâşâ- idrak edecekmiş gibi davranmaya kalkışmakta, ancak varabildiği nokta ise; her zaman sadece taşa, tahtaya ve ateşe sapmak, hattâ ineğe tapmak olmaktadır.

Hâlbuki;

Yüce Zâtı idrak hususunda insan; kendi rûhuyla olan irtibatını ölçü alsa, kesinlikle inkâra da düşmez, sapıklığa da sürüklenmez, hakikatten de kopmaz.

Çünkü;

Rûhun varlığı hakkında; hiç kimsede, kâfirde bile şüphe yok.

Mevcudiyeti mutlak ve bize malûm. Tabiî ki mahiyeti de mutlak, fakat bize meçhul. Çünkü idrak üstü.

Buna itiraz yok!

Herkes âcizliğinin şuurunda.

Kimse bu noktada, âcizliğine rağmen kudret taslamıyor. Taslayamıyor da. Zira rûhu tenden çekip alınırken bile, onu göremiyor; ölüm ânında bile mahiyetini bilemiyor. Görse, bilse, tutabilse; zaten kimse rûhunu vermek istemezdi. Fakat onu, alan alıyor. Tıpkı verdiği gibi…

Bu veriş ve alışın mahiyeti, kime âşikâr?

Bilen, gören var mı?

Yok.

Ama mevcudiyetini ve alındığını herkes görüyor, herkes biliyor!

İşte sonsuzluğa açılan gerçek bu!

Doğru idrake erişenler sonsuzlaşmakta.

Gafil olanlar da O’nsuzlaşarak her şeyde bir sonluk / fânîliğe mahkûm olmakta. Kıymeti, gücü, kuvveti, hayatı, imkânları, özellikleri, zevk u safâsı, nesi varsa sona ermekte. Çünkü bir adım sonra hepsi elinden alınmakta ve o gafil kişi, âhiretin ceza çukuruna atılmakta.

Ne acı bir iflâs!

Aslında;

İnsan, ihlâsa sarılsa da tefekkür etse; Allâh’ın yarattığı ruh denen sanata bakması bile, O’nu bulması ve bilmesi için yetiyor.

Rûhun tezâhüründe, ilâhî sanata nişâne olarak tecellî eden nice incelikler ve intibâlar var.

Üstelik;

İlâhî sanatın ruhtan başka, daha nice sonsuz hususiyetleri mevcut.

O hususiyetler ve incelikler o kadar çok ve sonsuzdur ki; insan, her an bir hayretten diğer bir hayrete mağlûp olur. Gören gözler için kâinatta her yaprak, bir kitap. Her ırmak, ayrı bir mürekkep. Her meyve, farklı bir mânâ hazinesi.

Onun için tefekkürde, nimetlerin nasıl teşekkül ettiğine bakmak; teşekkül ettireni anlatır gönüllere. İnsan, kendi yaratılışına bir bakmalı. Devenin yaratılışına bir bakmalı.

Görülecektir ki;

Her varlık, sayısız işaret ve alâmetle dolu. Her biri bir hakikatin âyeti ve delili. Bunlar da akla ve gönle, birer davet hükmünde. Kim bu davetlere icâbet ederse; kendisini Hakk’ın katında bulur, sâlihler kervanında bulur, cennette bulur, Hazret-i Peygamber’in dizi dibinde bulur. Bir de bakar ki göz, Allâh’ı seyrediyor!

Lâkin bu hâl için şehvetlere uyma köleliğinden kurtulmak şart! Hür istiyor, Mevlâ, kulunu. Şehvetler ise köle yapmak hevesinde. Nedir bu şehvetler? Nefsimizden taşan aşırı ve ilâhî olmayan bütün istek ve arzulardır. Karıştırmamak lâzım, evlilikteki besmeleli beraberlik; şehvet değil, ibâdettir. Ama müptelâsı olunursa, şehvettir. Her şehvet de bir prangadır. Kelepçedir. Boyun halkasıdır. Darağacıdır.

Bu tehlikeye düşmemek için tefekkürde üçüncü bir yol daha vardır.

Bu üçüncü yol, yapılan davranışları ve sahip olunan çeşitli hâlleri değerlendirme rotasındadır. Bilindiği gibi her şey; iki taraflı, iki kutuplu.

Bir tarafı eksi, diğer tarafı artı. Bir tarafı hayır, diğer yanı şer.

İnsan; davranış ve hâllerinin hangi kutba ve tarafa ait olduğunu kestirecek bir değerlendirme yapmak durumunda, bir ömür.

Gönülde yağmur yağıyorsa, bakmalı; rahmet mi oldu, âfet mi?

Akılda bir güneş, ışık saçıyorsa yine bakmalı; olgunluk mu verdi, azap mı yağdırdı?

Bunun için ilme ihtiyaç var. Zira ilimsiz, hiçbir şey olmaz. İlim, ilim, illâ ilim. İnsan; yapması gereken farzları, vâcibleri, sünnetleri, müstehabları ve kaçınması gereken haramları, mekruhları ve çeşitli ilâhî yasakları bilmezse; hâlini neye göre yönlendirecek, neye göre değerlendirecek, neye göre düzeltecek? İnsan ki, işaret ve alâmet olmayınca bir arpa boyu bile doğru yol gidemiyor.

Ancak ilme ilâveten atılacak en önemli adım, davranışların güzelliğidir. Yani ilmin davranışa yansıması, fakat bunun da en güzel bir şekilde olmasıdır. Asla onların birer âdet tarzında yaşanması makbul değildir. Bu bakımdan ârif kul, sürekli olarak ibâdetlerini itham eder. Süzgeçler. Onlara güvenmez. Onların, Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği hudutlara uygunluğunu test eder. Bilir ki:

“Kim Allâh’ın hadlerini aşarsa, nefsine zulmetmiştir.” (et-Talâk, 1)

Bu ameller; en güzel şekilde, kendilerini insanın hâllerinde arz ederler. İnsanın hâli neyse, ameli de öyledir. Onun için yapılan amelin ibâdet mi yoksa âdet mi olduğu, kulun hâlinde gizlidir. Dolayısıyla kul, bu hâlleri de gözetim ve denetim altında tutmak durumundadır. Bunlar; kabz, bast, vahdet, üns, öfke, muhabbet vesaire… uzayıp giden sayısız hâllerdir.

Tefekkür yolunda bütün her şeyi olması gerektiği gibi yönlendirdikten sonra dikkat edilecek çok mühim bir nokta daha vardır. Bu da;

Başkalarının bizim üzerimizdeki tesir durumlarını fark etmek ve bilmektir. İnsanın amellerini ve hâllerini tefekkürünü tamamlayan bu husus, belki insan ömrünün en ciddî meselesidir. Çünkü kul, tesiri altında olduğu işleri yapar ve yine tesiri altında olduğu hâlleri yaşar. Tesir, insan için ufuktur. O hâlde üzerimizde kimin, nasıl ve ne gibi tesirleri var? Bu sualleri her zaman cevaplamalıyız. Bakalım kimler çıkacak?!. İblis mi, melek mi, kadın mı, para mı, mal mı, mülk mü, dünya mı, âhiret mi, Allah mı, arkadaş mı, Peygamber mi, yoksa?.. Bunların cevabını cesurca verirsek, yine o cesaretle doğru olana sarılabilir ve gerçek tefekkürün meyvesini devşirebiliriz.

İşte bu gerçekler, tefekkür ağacındaki bin bir yaprağın birkaçından dile gelen birkaç hakikat…

Son bir düşünce tarzı daha vardır ki; o da direksiyonsuz araba gibi, yolsuz yordamsız, yönsüz ve kaidesiz savrula savrula gider. Sonunda ya bir duvara toslar ya da bir uçuruma yuvarlanır. Allah muhafaza buyursun.

Bu anlatılanlar, hep doğru tefekkürün prensip ve metotlarını ifade etmekte. Şüphesiz bu düsturlar, aynı zamanda tefekkürün kıymetini de dile getirmekte. Ancak bu hususta en güçlü beyan, hiç şüphesiz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ait:

“Bir saatlik tefekkür, 60 yıllık kabul olmuş ibâdetten hayırlıdır.”

Hâsılı tefekkür, bir ufuktur. İnsana, gideceği yeri belirler ve ona göre hazırlık yaptırır.

O hâlde;

Nerdedir maksûdu kalbin şimdi bak;
Çünkü ancak ordadır yârın ayak!.. (Seyrî)

Lâkin ölmeden bakmalı;

Akıl ve gönül denen tencerelerin içinde ne var?

Tefekkür ateşi üstünde ne pişiyor?

Ebediyet yollarında azık olmak üzere hangi gıdalar hazırlanıyor?

Evet;

Herkes kendi tenceresine şimdi bir daha baksın!

Dikkatli baksın!