EY PEYGAMBERİM’İN MİSAFİRİ

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Dünyada şeytanın da daveti var, peygamber ve vârisleri olan Hak dostlarının da… Fakat şeytan cehenneme çağırıyor; Cenâb-ı Hakk’ın elçileri, cennete…

Ey kardeş!..

Dünyada şeytanın çağrısına kulak verenlerin çokluğuna aldanma… Bu, bu dünyadaki göz aldatmacasıdır. Gökler ve yerdeki her şey Allâh’ı tesbih etmektedir. Dağlar, taşlar Allah Rasûlü’nün nübüvvetini tasdik etmektedir. Kâfir ve fâsıklar ne kadar kalabalık olsa, böyle geniş bir çerçeveden bakıp düşündüğünde yok hükmündedirler.

Ayrıca;

Cenâb-ı Hak, nûrunu tamamlayacak; ikmâl ettiği son dîni kıyâmetten önce bütün dünyada hükümfermâ eyleyecektir.

Rabbimiz buyuruyor:

“Onlar ağızlarıyla Allâh’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (es-Saff, 8)

Biz, inanıyoruz ki, Hak Teâlâ her emrinde galip ve bütün mahlûkat mağlûptur. Asırlardan beri sürdürülen yıkıcı faaliyetlere, zulümlere, haksızlıklara rağmen; millet-i İslâmiyye ve ümmet-i Muhammed her gün biraz daha çoğalmakta, derlenip toparlanmakta ve Rabbimiz’in inâyeti ile şuurlu bir müslüman kitlesi yeryüzünde her bakımdan hakkı olan mes‘ûliyeti yüklenmeye hazırlanmaktadır.

Buna delil olarak bazı misaller serdedelim:

Afrika’ya misyonerlik faaliyetleri için gönderilmiş iki Katolik papazın, Vatikan’a gönderdikleri rapordaki şu satırları okuyalım:

“Biz iki rahip, Afrika’da tayin edildiğimiz bölgeye geldik. Burada; bir kilise, hastahâne ve aşevi kurduk. On yıl boyunca çalıştık, didindik. Sonunda bazı kabîleleri hıristiyan yapmaya muvaffak olduk.

Fakat ne yazık ki bütün emek ve gayretlerimiz anlatacağımız hâdise üzerine bir anda boşa gitti. Bulunduğumuz bölgeye gelen iki müslüman tarîkat şeyhi; bizim on yıldır geceli gündüzlü çalışıp didinerek hıristiyan yaptığımız kabîleleri, iki hafta gibi kısa bir zaman içinde müslüman yaptı.

Bu mağlûbiyet karşısında, ümitlerini tamamen yitirmiş iki rahip olarak ya bu vazifeden affımızı veya bizim bulunduğumuz bölgelere müslüman şeyhlerinin sızmalarını önlemek için gerekli tedbir ve tertiplerin alınmasını bilgi ve takdirlerinize sunarız.” (Envâru’l-kulûb, c. 3, s. 112)

İslâm dînine mensup olanlar; bugün yalnız Afrika’da değil, Amerika ve hattâ İngiltere’de günden güne artmaktadır. Dinsizlik cenderesinden kurtulan eski komünist ülkelerde de İslâmî şuurun gelişmekte olduğunu belirten emâreler mevcuttur. Bu itibarla, kat‘iyyen şüphe edilmemelidir ki, eninde sonunda İslâmiyet yeryüzünün tek ve hâkim dîni olacak ve İslâm bayrağı er-geç dünya üstünde dalgalanacaktır. Çünkü, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın sahibi ve hâmîsi, yerlerin ve göklerin ve yerlerle gökler arasında bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen âlemlerin yaratıcısı ve mutlak mâliki Allah -Subhânehû ve Teâlâ- Hazretleri’dir.

Hidâyetin ne müthiş bir nasip olduğuna bir başka misâlimiz İngiltere’den…

Merhum Enis AKAYGEN Bey, Londra sefiri bulunduğu sırada orada bulunan müslümanların toplandıkları ve ibâdet ettikleri yani bir bakıma mescid olarak kullandıkları bir apartman dairesine hem ibâdet ve hem de yeni gelen müslümanları ziyaret maksadıyla gider ve orada öz-be-öz İngiliz ırkından olan bir kişinin müezzinlik ettiğini görür. Bu vazifedeki beklenmedik maharetini işitince kendi kendisine;

“Herhâlde Mısır’da veya bir diğer İslâm ülkesinde tahsil görmüş ve orada şeref-i İslâm ile müşerref olmuştur.” diye düşünür. Namazdan sonra sohbet esnasında bir fırsatını bularak müezzinlik yapan o zâta;

“–Bu kadar güzel müezzinlik yapabildiğinize göre herhâlde Mısır’da veya bir başka İslâm ülkesinde bulunmuş ve bu işi talim etmiş olmalısınız.” der. Aslen İngiliz olan o din kardeşimiz kendisine cevap verir:

“–Hayır efendim; bu yaşıma gelinceye kadar, İngiltere’den hattâ Londra’dan hiç dışarı çıkmadım.”

Rahmetli Enis AKAYGEN Bey şaşırır ve sorar:

“–Öyleyse Kur’ân’ı nerede tahsil ettiniz ve İslâm’ı nerede öğrendiniz?”

Garip mühtedî başlar anlatmaya:

“–Günlerden bir gün elime Kur’ân-ı Kerîm’in İngilizce meâli geçti. Okumaya başladım ve bir daha da elimden bırakamadım. Gündüz işimle-gücümle uğraştığımdan pek vakit bulamıyordum. Fakat geceleri yatağa girince uykum gelinceye kadar o mukaddes kitabı okuyordum. Bu hâl böylece uzun süre devam etti. Kur’ân-ı Kerîm’in İngilizce tercümesini okumadan duramıyordum. Beni sanki büyülemiş ve kendisine bağlamıştı. Bir gece yine uzun uzun okumuş ve uyuyakalmıştım ki, rüyamda bana nur yüzlü bir zât göründü. O derece güzeldi ki, daha ilk bakışta insanı etkisi altına alıyordu. Kiminle teşerrüf ettiğimi kendilerine sordum. Bana aynen şöyle buyurdu:

«–Her gece uykun gelsin diye okuduğun o kitap, Allah Teâlâ tarafından bana nâzil olan Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’dır. Ben, Son Peygamber Muhammed Rasûlullâh’ım. Gel bana îmân et ve iki cihanda aziz ol.»

Kendilerine;

«–Bir hıristiyan ülkesinde yaşıyorum. İslâm’ı ve Kur’ân’ı kimden talim edebilir, kimden öğrenebilirim?» diye sordum.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bana Londra’da bir adresi bütün açıklığıyla tarif ederek;

«–Orada bir Hintli müslüman yaşamakta. Ona git ve kendisine selâmımı tebliğ et, sana Kur’ân’ı ve İslâm’ı öğretsin, sen benim dînimin müezzini ol!..” emrini verdi.

Büyük bir sevinç ve ferahlıkla uykudan uyandım, yattığım odanın içine tarif edemeyeceğim nefis bir koku yayılmıştı. Sabah olmasını o günkü kadar hasret ve iştiyakla beklediğim başka bir gece hatırlamıyorum.

Gün ağarırken, kalktım, yıkanıp temizlendim, temiz elbiselerimi giydim ve büyük İslâm Peygamberi’nin bana tarif buyurdukları adrese gittim.

Samimî bir heyecan içindeydim. Acaba neler görecek, nasıl karşılanacaktım?

Apartman dairesinin zilini çalar çalmaz kapı açıldı ve nur yüzlü bir zât, sanki kırk yıllık ahbap ve samimî arkadaş imişiz gibi güler yüzle beni karşılayarak ve bana adımla hitap ederek;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönderdiği kıymetli misafir! Evime hoş geldin, buyurun, içeri girin.” dedi.

Hayret ve dehşet içinde kalmıştım. O nur yüzlü, tatlı sözlü zâta da rüyasında bana İslâm’ı ve Kur’ân’ı öğretmesi emredilmişti. Hemen derse başladık. Bu açık ve kesin kerâmet karşısında, İslâm’a, Kur’ân’a ve yüce Peygamberimiz’e büyük bir muhabbet ve iştiyak ile sarıldım ve elhamdülillâh hâlis bir müslüman oldum. Hazır hâle gelince de, rüyada aldığım emr-i Peygamber’e icâbetle, müslümanların ibâdet ettikleri bu mescidde fahrî olarak müezzinliğe başladım. İşte benim hayat hikâyem bundan ibarettir.”

Allah Teâlâ, nerede olursa olsun, hangi ülkede ve hangi ırktan bulunursa bulunsun kimi dilerse dînine kabul buyurur.

Rabbim murad ederse,
Bir kuluna hidâyet;
Peygamber’i gönderip,
Kılar ona inâyet… (Gülzâr-ı İrfan)