Mazlum Milletlerin Hasreti: OSMANLI BARIŞI

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Hicaz’da doğan nur, câhiliyye karanlığını dağıtarak, üç kıtaya hâle hâle yayıldı; insanı tekrar lâyık olduğu en şerefli mevkie yüceltti. İnşa edilen bu rahmet cemiyetinin muhtevâsındaki mükemmelliği, bugünün beşerî sistemlerinde hâkim olan dünyevî (seküler) zihniyetin idrak etmesi mümkün değil. Dünyanın dizginlerini elinden kaçırmak istemeyen sömürgeci devletlerinin karalama gayretlerine mukabil, Osmanlı ile taçlanan bu şanlı medeniyet, o devrin seyyahlarının yazdıkları eserlerde bütün ihtişamıyla yer alıyor.

Bir misal olarak; F. H. Ubicini’nin şu ibretâmiz kaydı zikredilebilir:

“(Bahis mevzuu şahıs, eşyalarını naklettirirken, gidilecek yere vardıklarında eşyalar sokağa indirilir.) Ben;

«–Burada birisi kalması lâzım.» dedim. Yanımdaki Türk hayretle;

«–Niçin?» dedi.

«–Eşyalarımızı beklemek için tabiî…» dedim.

Şu cevabı verdi:

«–Buna gerek yok. Eşyalarınız bir hafta burada kalsa bile hiç kimse ilişmez.» dedi.

Ben bu söze itimat ederek eşyaları bıraktım ve döndüğümde her şeyi eksiksiz, yerli yerinde buldum. Bu vaka bütün İngiliz kiliselerinin kürsülerinden hıristiyanlara ilân edilmelidir. İçlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedecekler. Artık uykularından uyansınlar.” (Yavuz BAHADIROĞLU: Akit Gazetesi-20. 6. 2012)

İngiliz tarihçi Caroline FINKEL, bir mülâkatında şu tespitleri yapıyor:

“Her devletin tarihine aynı tarihî düsturlara göre yaklaşmak gerekir. Kolaysa gelin de İngiltere veya Fransa tarihini, tarihî delillere dayandırmadan uydurmalarla dolu olarak yazın. Ama Osmanlı dünyasını, olur-olmaz savaşa çıkan, savaşmadığı zamanlarda işi-gücü hareme uğramak olan sultanlar, kesesini doldurmaktan başka derdi olmayan vezirler ve dünya görüşlerinde tamamen yobaz ulemâ takımı gibi gerçekle ilgisi olmayan klişelerle dolu bir mekân olarak yazabilirsiniz.”

Rüyadan İmparatorluğa kitabının yazarı olan bu tarihçi; «En büyük derdinin Osmanlı’ya olan oryantalist bakışı silmek ve Osmanlı tarihini normalleştirmek» olduğunu söyleyerek şöyle bir tespitte bulunuyor:

“Başka kitaplar da yazılmış; ancak, keyif ve eğlence kısmını, hakikatlere sâdık kalma düsturunun önüne koymuşlar.” (Zaman Gazetesi, 11. 1. 2007)

Endonezya’dan, İrlanda’ya kadar dünyanın neresinde bir adâletsizlik varsa müdâhil olma gayretindeki Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, zulmün hâkimiyet devri başladı; zalimin elini tutacak bir güç kalmadı; dünya kan ve ateş deryasına gark oldu. Kurt ile kuzunun barış içinde yaşadığı Osmanlı coğrafyasında kurulan otuz küsur devletin hiçbirinde de bugün barış ve huzur yok. Birçok yerde müslüman halk; baştaki gayr-i müslim idareler, güç odaklarının maşası olan terör hizipleri, hâkim fırkalar ve zâlim diktatörler tarafından katlediliyor. Doğu Türkistan, Myanmar, Filistin, Hindistan, Afganistan, Irak, Suriye… İslâm coğrafyası hemen hemen baştanbaşa bir hüzün coğrafyası olmuş.

Osmanlı asırlarını yaşayan müslüman milletlerin vârisleri, hâlâ bu saâdet devirlerini hasretle yâd ediyorlar. Afrika’ya giden Türk yardım gönüllüleri; “Nerede kaldınız!” tezâhürâtıyla kucaklanıyorlar. Filistinli genç, ziyaretlerine gelen devlet adamımıza; “Bizi kurtarın!” diye feryat ediyor. Afrika’daki, Asya’daki birçok ücrâ beldede, hâlâ Abdülhamid Han adına hutbe okunuyor…

Yakın zamanlarda, Cezayir’e giden Türk Dışişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı Buteflika’nın;

“Gelin Osmanlı’yı yeniden ihyâ edelim. Osmanlı’nın bıraktığı boşluk doldurulamadı. İngiltere eski sömürgelerini bırakmadı; onları Commenwealth teşkilâtı ile bir araya getirdi. Osmanlı bizi sömürmedi. Biz sizi bırakmadık; siz bizi bıraktınız.” sözlerine muhatap oldu. (11. 4. 2005 tarihli basın)

Birkaç yıl önce, Lübnan Başbakanı’nın;

“Türkiye tekrar bir Osmanlı hâline gelse de, ellerimizden tutsa.” şeklindeki temennisi, hiçbir resmî makamda, bir görüş beyanı şeklinde de olsa, mâkes bulamamıştı.

Eski Dışişleri bakanlarından İsmail Cem İPEKÇİ de bir konferansında şunları anlatıyor:

“Bugüne kadar Türkiye’nin dış politikada yeterince temsil edilememesinin en önemli sebebi, yüz yıllar boyu çeşitli coğrafyalarda hâkimiyetini sürdürmüş olan Osmanlı Devleti’nin mîrâsından yeterince istifade edilememesidir. Kuzey Afrika ülkelerine yaptığım gayr-i resmî gezilerde, bu ülkelerde yaşayan insanların Türkiye’ye duydukları sempatinin arkasında Osmanlı Devleti’nin yattığına bizzat şahit oldum. Bizim sahip çıkmadığımız, adını dahî bilmediğimiz Osmanlı valilerinin o ülkelerde türbelerini gezdim. Bu valilerin sayesinde, o ülkelerin kapılarını bize sonuna kadar açtıklarını gördüm.” (Akit Gazetesi, 4. 2. 2001)

Avrupa ve Amerika’da Osmanlı Devleti’nin asırlara damga vuran askerî, iktisadî ve içtimâî yapısı üzerinde derin araştırmalar yapılıp, farklı bir medeniyet bahis mevzuu olmasına rağmen, ondan faydalanma yoluna gidilebiliyor. Nitekim, Amerikalı tarihçi Profesör David CUTHELL bir konferansında;

“Osmanlı toplumunun modernite öncesi çok kültürlü, çok milletli ve çok dilli bir toplum olarak günümüze oldukça başarılı ve değişik açılımlar sunduğunu vurgulayarak Avrupa Birliği’nin bu tecrübeden faydalanması” gerektiğini söylüyor. (Zaman Gazetesi, 7. 11. 2006)

Ancak ülkemizde böyle millî menfaatler istikametinde bir siyaset takibi teşebbüsleri, batı ve Cemil MERİÇ’in tabiriyle; «içimizdeki müstemleke komiserleri» tarafından «eksen kayması» ithamıyla karşılanıyor.

Sapık ve yozlaşmış fırkalara karşı «Ehl-i Sünnet» yolunu temsil eden Osmanlı Devleti’nin, amansız «Haçlı ittifakı» karşısında cihan devleti vasfını kaybetmesi, insanlık için bir felâketin de başlangıcı olmuştur. Allah Teâlâ’nın yarattığı en mübârek bir varlık olan insan haysiyeti, belki de tarihin hiçbir devrinde bu kadar ayaklar altına alınmamış ve bu kadar zulme uğramamıştır. Bu noktada bir tespit yapan Albert CAMUS; câhiliyye karanlığını fersah fersah geride bırakan geçtiğimiz zaman dilimini; «cinayetler asrı» olarak adlandırıyor. Şüphesiz Osmanlı’nın dünyayı adâlet ve huzura kavuşturma ameliyesi olan «Nizâm-ı Âlem» projesi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce vasiyetini takip ederek; «Kitab ve Sünnet-i Seniyye»ye ihlâs ve sadâkatle bağlı olma, onu baş tâcı yapma mefkûresidir. Günümüzün kan deryasına dönen dünyası, zulmün önüne adâletle dikilecek bir gücü bekliyor; buhranlar içinde inleyen, kıvranan insanlık, ıstırabını dindirecek bir barışı hasretle gözlüyor. Osmanlı barışını…