O (s.a.v.) ANCAK ÂLEMLERE RAHMET!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Bu hitap;

Hazret-i Peygamber’in nübüvvet ömrünün özeti, hâli, ahlâkı ve şahsiyet aynası.

Nasipsizler karşısında da Efendimiz’i teselli ve tebcil.

O ebediyet nûrunu görmeyip anlamayan gözlere de, muazzam bir hakikat cümlesi. Hâlâ görmek ve anlamak istemeyenlere ise, gür bir semâvî edâ ile Habîbullâh’ı tanıtıcı kudretli bir ilâhî sadâ.

Çünkü her zaman;

İnsanlar arasında iblisin yuttuğu mikrobu yutup da güzelliğe, hakikate, kendini kötülükten alıkoyacak kurtarıcı kalbe, güzeller güzeli olan Rahmeten li’l-âlemîn Peygamber’e karşı cahilce düşmanlık ve karalama içinde olanlar mevcut olagelmiştir. Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle;

“Onlar; kendilerini koruyan, kötülüklerden alıkoyan âbide şahsiyetlere düşman kesilmişler, başlarına belâ olmaya yeltenmişlerdir! O belâlı kişilere eyvahlar olsun!..”

Eyvahlar olsun ki, belâlarına rağmen Hazret-i Peygamber; kendilerine rahmet özelliği ile muamele ettiği hâlde, onlar karşılık olarak yine olumsuz ve incitici davranışları seçtiler.

Gülden rahatsız olan kargalar misali lâkırdılara daldılar:

«Sihirbaz» dediler.

«Karışık rüyalar gören bir kimse» dediler.

«Şiir yazıcı biri!» dediler.

«Kâhin» dediler.

İslâm’ı ve Müslümanlığı O’nun şahsında karalayıcı her türlü yola başvurdular, hattâ Efendimiz’in Mekke’de henüz zayıf olduğu demlerde; nice eziyetler ettiler, namaz kılarken üzerine deve işkembesi atmak gibi şenaatler sergilediler.

O sonsuz rahmete; O’nsuzluğun verdiği kasvetle neler neler yaptılar, neler neler dediler. O kadar ileri gittiler ki; O’nu, O Varlığın İftihar Vesilesi olan akıl ve basîret âbidesini;

«Deli» olarak bile dillerine doladılar.

Çeşitli iftiralarla rencide edebilmek için çıldırdılar, gayzlarından çatladılar.

Fakat O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, bütün bunlara rağmen akıl almaz bir olgunluk içinde yine mûtedil ve rahmet özelliği ile davrandı. Sadece Allâh’a sığınıp âyet-i kerîmenin de takdir dolu ifadesiyle şu cevabı verdi:

“… Yüce Rabbimiz, (hem) Rahmân, (hem de hakkımda uydurup da) isnad ettiğiniz vasıflara karşı yardımına sığınılacak yegâne müsteân…” (el-Enbiyâ, 112)

Bu muhteşem ahlâk, O’nun rahmet özelliğini yansıtan müthiş bir tecellî.

Öyle bir rahmet özelliği ki;

Kendisine yapılan kötülükler karşısında bile muhataplarına, yüce Allâh’ın «Kahhâr / kahredici» sıfatını değil de, «Rahmân / merhamet edici, rahmet sahibi» sıfatını hatırlatmakta.

O’nun böylesine akıl üstü rahmet ile muamelesine mukābil, hâlâ;

“İnkâr edenler, aslında kendi kendilerinin düşmanı idiler.

Onlar, kendi kendilerini yaralıyorlardı.

Bütün kâfirler; peygamberlerin mânevî cevherlerinin parıltısının, onla­rın peygamberlik nûrunun kendilerini aydınlatmasına, yine kendileri engel olmuşlardır.

O tek kişinin, yani nebînin gözüne gafil halk nasıl perde olabilir? Fakat o gafil halk, nebî ve velîye düşman olduğu için, gerçekte kendi gözünü kör etmiştir. Kendi gözünü şaşı, kendi kulağını sağır hâle getirmiştir.

Gafillerin nebîlere ve velîlere düşmanlık göstermesi; Hintli bir kölenin, efendisine kin güderek, inadından kendisini öldürmesine benzer.

O köle; efendisini kölesiz bırakmak için, kendisini damdan baş aşağı atar. Fakat helâk olan kendisidir.

Aynı şekilde;

Bir hasta, kendisini tedavi eden hekime düşman olursa; bir çocuk, kendisini terbiye edene kin güderse, gerçekten de bunlar, aslında kendi canlarına kast etmektedirler. Kendi akıllarının ve canlarının yolunu vurmaktadırlar.

Kezâ;

Bez yıkayan bir kimse güneşe kızarsa; bir balık suya öfkelenip düşman olursa, sen dikkatle bak da, gör; bu hiddet ve bu öfkenin, bu düşmanlığın za­rarı kime dokunur? Sonunda, bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?

Ey hakikati göremeyen!

Ey hasetçi!

Ey çirkin huylu!

Ey kendi kötülüğü yüzünden nebîlere ve velîlere düşman olan kişi!

Kendine gel, aklını başına al da; hem çirkin yüzlü hem de çirkin huylu olma.

Bil ki;

Peygamber’in büyüklüğü ve yüceliği anlaşılınca, O’na uyanlardan hiçbiri, O’nun hakkında hasede düşmez.” (Mesnevî)

Bu bakımdan;

Her insan için en mühim husus, Hazret-i Peygamber’i tanımak.

Rahmânî bir gözle doğru tanıyabilmek.

Bu, insanın kendisini tanımasından bile öncelikli.

Çünkü;

Gerek Hazret-i Peygamber’in yaşadığı devirde, gerek sonraki devirlerde; O’nun mübârek şahsiyetine karşı saygısız ve edepsiz bir davranış içinde olanların, bu kötü vaziyetlerinin yegâne iki ortak sebebi var:

1. Ya kendilerinin hiç iflâh olmaz bozuk mayaları,

2. Ya da O’nu doğru bir şekilde tanımamaları…

Bunlardan hiç iflâh olmaz bozuk mayalı kimseler; hakikati meleklerden bile bizzat dinleseler, Ebû Cehiller ve Ebû Lehebler gibi yine yapılarına paralel bir düşmanlıktan vazgeçici değillerdir. Ancak sırf O’nu doğru tanımamaktan dolayı gaflet içinde olanların çoğu; kendisini tanıdıkları an, derhâl îmâna koşmuşlardır. Tanıdıktan sonra, önceki vaziyetlerini terk edemediği için îmân edemeyenler bile insafa gelmiş ve açık bir şekilde O’na karşı sadece hürmet, övgü ve hayranlıkla dolmuşlardır.

Bunun en güzel misali, işte şu tarihî hakikat:

Hazret-i Peygamber, kralları İslâm’a davet için onlara mektuplar gönderiyordu. Bizans İmparatoru Herakliyüs’e de göndermişti. Dıhyetü’l-Kelbî -radıyallâhu anh-’ın
getirdiği mektubu aldığı sırada İmparator, Suriye’de idi. Savaştan dönmekteydi. Ateşe tapan Persleri / İranlıları mağlûp etmişti. O zafer coşkusu içerisinde Hazret-i Peygamber’in mektubuna alâka gösterdi. Yapılan davetin mâhiyetini merak etti. Bazı sualler ile daha geniş bir malûmat edinmek istedi. Etrafındakilere emretti; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’nin memleketinden civarda kim varsa araştırıp buldurdu. Huzûruna getirtti.

Getirilenler Mekkeli tüccarlardı. Başlarında da henüz azılı bir İslâm düşmanı olan Ebû Süfyan vardı.

İmparator, sordu:

“‒Hanginiz neseb bakımından Hazret-i Muhammed’e daha yakın?”

Ebû Süfyan bir adım ileri çıktı:

“‒Ben daha yakınım.”

Herakliyüs ona baktı:

“‒Yaklaş yanıma. Arkadaşların da beraberinde olsun. Ben seninle konuşurken onlar da duysunlar. Eğer yalan söylersen; «Bu dediği doğru değil!» desinler.”

O şekilde yapıldı. Böylece henüz azılı bir İslâm düşmanı olan Ebû Süfyan, o gün, sonradan; «Yemin olsun ki, yanımdakiler sağda solda benim yalancılığımı konuşurlar diye utanıp, hakikatleri olduğu gibi anlattım.» dediği üzere doğru konuştu.

Herakliyüs sordu, o cevapladı:

“‒O’nun soyu sopu hakkında ne dersin?”

“‒Aramızda O’nun nesebi, en büyük ve en temizdir.”

“‒Daha önce içinizden böyle bir iddiada bulunan çıktı mı?”

“‒Hayır, çıkmadı.”

“‒Peki, dedeleri ve babaları arasında hükümdar var mı?”

“‒Yok.”

“‒O’na îmân ile bağlananlar, toplumda madde ve mevkî itibarıyla üstte olanlar mı, altta olanlar mı?”

“‒Daha ziyade zayıflar, köleler, çaresizler.”

“‒Peki, O’na gönül verenler gün geçtikçe çoğalıyorlar mı, azalıyorlar mı?”

“‒Çoğalıyorlar.”

“‒O’na inanan sahâbesi arasında memnun kalmayıp da dinden dönen oluyor mu?”

“‒Olmuyor.”

“‒Peki, O’nun peygamber olarak çıkmasından önce, kendisini yalancı diye suçladığınız bir husus yaşandı mı?”

“‒Hiç yaşanmadı.”

“‒Sözünde hiç durmamazlık etti mi?”

“‒Etmedi. Sözüne sadâkatli, ahdine riâyetkârdır. Ancak şu sıralar aramızda bir muâhede yaptık. Elbette ki, O’nun bu antlaşma hakkında nasıl davranacağı malûm değil.”

Kullandığı son cümle hakkında Ebû Süfyan diyor ki:

«Şu söylediğimin dışında O’nu kötüleyici bir tek ifade bulamadım.»

Herakliyüs sormaya devam etti:

“‒O’nunla savaş yaptınız mı?”

“‒Yaptık.”

“‒Netice nasıl oldu?”

“‒Kâh O yendi, kâh biz.”

“‒Peki, ne söylüyor? Emrettiği ve yasakladığı hususlar neler?”

“‒Diyor ki:

1. Ancak sizi yaratana kulluk edin!

2. O’na hiçbir şekilde şirk koşmayın!

3. Atalarınıza uyup da putlara tapmayın!

Emrettiği diğer temel hususlar ise; namaz, doğruluk, iffet, namus ve sıla-ı rahim…”

Duydukları karşısında Herakliyüs, derin düşüncelere daldı ve sonra şu değerlendirmelerde bulundu:

“‒Sana;

«O’nun soyu sopu hakkında ne dersin?» dedim; «O’nun nesebi, en büyük ve en temizdir.» dedin. Zaten her peygamber, bulunduğu toplumun nesep açısından en temiz ve sahihleri arasından çıkmıştır.

«Kendisinden önce aranızdan peygamberlik iddiası güden bir kimse çıktı mı?» diye sorduğumda; «Çıkmadı.» dedin. Çıkmış olsaydı, derdim ki, öncekileri taklit ediyor.

«Dedeleri ve babaları arasında hükümdar var mı?» dedim. Olmadığını beyan ettin. Olsaydı, derdim ki, onların saltanatını diriltmek ve memleketlerine hükmetmek istiyor.

«O’na îmân ile bağlananlar, toplumun madde ve mevkî itibarıyla üstte olanları mı, altta olanları mı?» dediğimde; «Zayıflar, köleler, çaresizler.» dedin. Peygamberlere de zaten başlangıçta böyle kimseler îmân eder.

«O’na gönül verenler gün geçtikçe çoğalıyorlar mı, azalıyorlar mı?» diye sorduğumda; «Çoğalıyorlar.» diye cevap verdin. İlâhî dînin özelliği budur. Îmân edenler her geçen gün çoğalırlar.

«O’na inanan sahâbesi arasında memnun kalmayıp da dinden dönen oluyor mu?» dedim; «Olmuyor.» dedin. Gönüllerde kurulan Hak dînin binası da zaten sarsılmaz.

«O’nun peygamber olarak çıkmasından önce kendisini yalancı diye suçladığınız bir husus yaşandı mı?» dediğimde; «Hiç yaşanmadı.» dedin. Biliyorum ki insanlara karşı yalancı olmayan bir şahıs, Allah hakkında da asla yalancı olmaz.

«Sözünde hiç durmamazlık etti mi?» dedim; «Etmedi. Sözüne sadâkatli, ahdine riâyetkârdır.» dedin. Peygamberliğin en temel özelliklerinden biri de budur.

«Kendisiyle savaş yaptınız mı? Netice nasıl oldu?» diye sordum; «Kâh O yendi, kâh biz.» dedin. Gerçekten de Allah onları örnek olarak her türlü iptilâ ve musîbetlerle de yoğurur, fakat neticede güzel amellerini ziyadeleştirir, kendilerine hayır, bereket ve lütufla muamele ederek muzaffer kılar.

«Ne söylüyor? Emir ve nehiyleri neler?» dedim. Cevabın şu oldu: «Bize diyor ki: 1. Ancak sizi yaratana kulluk edin! 2. O’na hiçbir şekilde şirk koşmayın! 3. Atalarınıza uyup da putlara tapmayın!

Emrettiği diğer temel hususlar ise; namaz, doğruluk, iffet, namus ve sıla-ı rahim…»

Şayet anlattıkların hakikatse; o şahsiyet, bir müddet sonra buraları da hükmü altına alacaktır. Bir peygamber çıkacağını bilmekteydim, lâkin O’nun sizlerin içinden çıkacağı hiç aklıma gelmemişti. O’nun yanına ulaşabilecek olsaydım, O’nunla sohbet için bin bir meşakkate katlanmaya râzı olurdum. Huzûrunda bulunsaydım, ayaklarını yıkamayı şeref bilirdim.”

Bu sözlerinin ardından Herakliyüs, Hazret-i Peygamber’in gönderdiği mektubu talep etti. Mektup, kendisine verildi. Okumaya başladı:

“Allâh’ın kulu ve Rasûlü olan Muhammed’den, Romalıların büyüğü Herakliyüs’e!..

Selâm olsun hidâyete tâbî olanlara!

Seni, İslâm’a çağırıyorum. İslâm ol ki, kurtuluşa eresin. İslâm ol ki, Allah senin mükâfatını iki kat ihsân eylesin. Şayet (müslüman olmak) istemezsen, (halkın olan) çiftçilerin vebâli de senin boynunda olur.

(Rabbimin benim vasıtamla size yaptığı davetin temel prensipleri şu):

«(Ey Rasûlüm!) De ki:

Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (kelime-i tevhîde) geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; ‘Şahit olun ki, biz müslümanlardanız!’ deyiniz!»” (Âl-i İmrân, 64)

Mektup nihayete erip Herakliyüs’ün dedikleri de bittikten sonra salonda bir uğultu koptu. Gürültü ve sesler artınca Ebû Süfyan ve arkadaşları oradan uzaklaştırıldılar.

Herakliyüs, devlet büyüklerini bir sarayda topladı. Onları;

“–Ey Rum topluluğu! Sonsuz bir kurtuluş ve de sahip olduğunuz bu saltanatın devamlı olmasını ister misiniz?” şeklinde kapalı bir ifade ile müslüman olmaya yönlendirmek istedi.

Salondakiler ise, vahşî eşekler misali ürkerek kapılara doğru fırladı. Bütün kapılar kapalıydı. Onların bu vaziyeti karşısında Herakliyüs, hepsini geri döndürdü ve az evvel yaptığı daveti başka tarafa çekti:

“–Sebatkârlığınızı görmek için sizi denedim. Hıristiyanlıktaki bu kararlılığınız beni ziyadesiyle memnun etti.”

Bunun üzerine salondaki ileri gelenler, hemen Herakliyüs’e secdeye kapandılar ve kendisinden hoşnutluklarını belirttiler. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, 5-6, Îman, 37, Şehâdât, 28, Cihâd, 102; Müslim, Cihâd, 74; Ahmed, I, 262)

Zavallı Herakliyüs, îmânın eşiğine kadar gelmişken fânî saltanatından vazgeçip de cennet iklimine adım atamadı. Sonsuz bir devleti ve ebediyet saltanatını bile bile kaybetti.

Lâkin îmân edememiş olsa da Efendimiz’in yüce şahsiyetini takdir ile O’na karşı açık bir hayranlık sergiledi. Hem de; «O’nu kötüleyici bir cümleyi araya nasıl katabilirim?» diye çırpınan müşrik bir ağzın anlatışı ile. Henüz mü’minliğe uzak olan o müşrik ağız; üstelik içinde kötülemek maksadı olduğu hâlde, Hazret-i Peygamber’i anlattığı an, bundan kâfir bir kimsenin kalbi bile O Varlık Nûru’na alâka, muhabbet ve hayranlık hissetti. Îmânın eşiğine geldi. Çünkü anlatan ağız, her ne kadar müşrik olsa bile; o ağzın kalbi, Allah Rasûlü’nü yakından tanıyordu. Tanıyarak konuştuğu için bağrındaki düşmanlığın güdümlediği cümleler dahî sadece methedici oldu. Kim bilir belki de bu methedici davranış, günü gelince içinde îman ve aşk-ı Muhammedî’yi coşturan bir ilâhî nasibe dönüştü.

Fakat ne yazık ki hiç tanımayan, bilmeyen ve idrak etmeyen kasvetli gafillerin nasibi ise, her zaman şeytânî davranışlar oldu.

Hâlâ da öyle.

Şeytan damarlı çıfıt duygular içerisinde O’na düşman kesilen vicdansızlar, Ebû Cehil’in ve Ebû Leheb’in cehâlet ve rezâletini devam ettiriyorlar. Kendi hüsranlarının karikatürünü çiziyorlar, kendi çarpık dünyalarının filmini yapıyorlar. Sonra da tutup onu bir iftira gömleğine dönüştürüyorlar.

İki dünyada da kurtuluşlarının yegâne vesilesi makamındaki O En Müstesnâ Varlığın, Peygamberler Sultânı’nın rûh-i mübârekini, tertemiz hayatını ve kalb-i pâkini rencide edici kötü bir ahlâk sergiliyorlar.

Bilmiyor ve anlamıyorlar ki:

“Allâh’ın peygamberini incitenlere can yakıcı azap vardır.” (et-Tevbe, 61)

Yüce Allah; bu hakikatten gafilleri, ayrıca îkaz ediyor:

«Bilmemişler mi, şu kullar ki daha;
Kim ki Allah ve Rasûlullâh’a,

Yan çizip karşı koyar, haddi aşar,
Can yakan nâr-ı cehennem, ona var!

Kavrulur orda o sonsuz artık,
Ebedî, işte büyük rüsvaylık!» (et-Tevbe, 63)

Elbette büyük rüsvaylık.

Çünkü;

Bir insanı haksız yere rencide edici, incitici ve ona ezâ verici şekilde haddi aşan ifadeler, yaklaşımlar ve davranışlar, Allah katında da insanlar katında da büyük bir cehâlet ve büyük bir cürüm.

Hele bu cehâlet ve cürüm; yüce Peygamber’e, varlık sebebimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı olur ise, ebedî bir felâket.

Çünkü Cenâb-ı Hak;

Peygamberlerine karşı zalim kulların kusurları ve saygısızlıkları haddi aştığı zaman, gazap tokadını çok şiddetli vuruyor.

Geçmiş günlerin geçmeyen hakikatleri, ibretlerle dolu:

Hazret-i Nuh, 950 sene sabretti. Nankör kavmi buna rağmen uslanmayınca, yüce kudret; o akıllanmaz ve yola gelmez münkirlere büyük bir tufan kopardı ve bütün zalimleri helâk etti. Onlar, Allâh’a ve peygambere inanmayışın ve saygısızlığın cezasını çok ağır bir şekilde ödediler. Dünyaları da ziyan oldu âhiretleri de.

Aynı şekilde;

Nemrut, Hazret-i İbrahim’e saygısızlık ve zulümde ileri gidince; Allah, onu da, sıska bir sivrisinekle perişan etti.

Firavun, Hazret-i Musa’ya saygısızlık ve zulümde ileri gidince; Kādir-i Mutlak, o zalimi de, Kızıldeniz’in girdaplarında ordusuyla birlikte boğdu.

Yani insanlık tarihi;

Bir yanda rahmet ve merhamet tezâhürlerine sahne olurken; bir yanda da, peygamberlere yapılan saygısızlık ve zulümde ileri gitmenin getirdiği felâketler, gazap tecellîleri ve dehşet dolu intikām-ı ilâhîlere şahittir.

Hazret-i Mevlânâ, sayısız felâket tablolarındaki gerçekleri okuyamayıp da aynı yolu tutturan yeni gafillere, onların ciğerlerine işleyecek bir dille diyor ki:

“Hakk’a ibâdet eden yüz binlerce peygamber ve velîlerden dolayı her yüz yılda nice azaplar meydana geldi.

Ey peygamber düşmanı!

Cehâlet ve düşmanlıkları yüzünden Âd kavmine rüzgârın ne yaptığını görmedin mi?

Suyun tufanda nasıl coştuğunu, her tarafı nasıl kapladığını, dağları taşları nasıl aştığını işitmedin mi?

O kin denizinin, yani Kızıldeniz’in, Firavun’a neler yaptığından; şu yeryüzünün Kārûn’u nasıl yuttuğundan haberin yok mu?

Ebâbil kuşlarının Fil Ashâbı’na neler ettiğini, bir sivrisineğin Nemrud’un başını nasıl yediğini hiç duymadın mı?

Hazret-i Dâvud eli ile taşı kaldırıp atınca, taşın altı yüz parça olup bir ordu­yu nasıl kırıp geçirdiğini okumadın mı?

Hazret-i Lût’un düşmanları üstüne taş yağdırdığını ve onları kapkara suyun içinde dalgaların yuttuğunu, boğulup gittiklerini bilmiyor musun?

Ey düşman adam!

Bilesin ki, her şeyden haberi olan bir kud­ret sahibi var;

O, her şeye lâyık olanı verir!

Ne vakit doğru olmayan bir iş yaptın, bir kötülük işledin de hemen ardından lâyığını görmedin?

Ne vakit gökyüzüne, yani Allâh’a iyi bir amel gönderdin de arkasın­dan O’nun gibi bir iyilik görmedin?

Ey düşman adam!

Damla, denizle nasıl savaşa girebilir?

Girse, bu onun aptallığındandır. Sonunda, kendi saçını-sakalını yolar.

Ey ahmak!

Sen öyle bir güneşe düşman olmaya kalkışıyorsun ki; onun ışığının pırıltısından, güneş de, yıldızlar da tir tir titrerler.

Aslında sen onun değil, kendinin düşmanısın. Fakat şunu bilesin ki, sen kendini odun hâline sokunca, Allâh’ın öfke ateşi seni yakmaktan geri durmaz.

Ey gönül düşmanı!

Suyu topraktan, pislikten ve çer-çöpten temizle!

Baksana;

Senin; için, gönlün temizlenmemiş. Gönül evin; şeytanla, may­munla, canavarlarla dolu!

Ey peygamber düşmanı!

Aklını başına al!

Allâh’ın indinde; senden daha makbul, daha sevgili birine sataşmak, seni yerin yedi kat dibine sokar.

Âd ve Semûd kavminin hikâyeleri ne yüzden söylenip duruyor?

Pey­gamberlerin, Allâh’ın indinde son derece nâzik ve nâzenin olduklarını bildirmek için değil mi?

Sen anlamıyorsun ama;

Kārûn’un yere geçmesi, Lût kavminin başlarına taş yağması, Semûd kavminin yıldırımla helâk olması, hep peygamberlerin yüceliklerini bil­dirmek içindir.

O hâlde;

Allah ve peygamber sözüne karşı vahşîleşen, onu dinlemez ve dinletmez bir hâle gelen insan nasıl mâzur görülür?

Unutma ki;

Bir akıl; eğer tutup da aklın aklından kaçarsa, artık o, akıllılık mertebesinden çıkmış, hayvanlara katılmıştır.

Ey gündüzü arayan karanlık kişi!

Senin, gündüzün tam ortasında; «Gündüz nerede?» demen, ancak kendini âleme rezil etmendir.”

Bu bir akıllılık mı?

İnsanlık mı?

Sanat mı?

Mârifet mi?

Hüner mi?

Hiçbiri değil.

Sadece felâket getiren bir cehâlet.

Çünkü yüce Peygamber’e karşı edepsiz olan kimseyi Allah tepetaklak etmekte. Vay ki, o akıllı aptal da; tepetaklak vaziyette felâket uçurumundan aşağı doğru cehenneme düştüğü hâlde, iki kat artan şaşkınlık ve ahmaklığı yüzünden bir de yükseldiğini zanneder. Bir de, hüner farz ederek edepsizliğini daha da fazlalaştırır.

Lâkin fazlalaşan şey, hüner değil; başına gelecek felâket ve cezanın çoğalmasıdır sadece.

Malûm;

Hazret-i Musa’nın Tûr-i Sînâ’da olduğu sırada meydanı boş bulan Sâmirî adlı bir usta, gûyâ ince bir hüner göstermişti. İnsanların tapması için altın bir buzağı yapmıştı. Fakat bu sapkın hüneri, onu Hakk’ın ve ilâhî sanatın hakikat kapısından uzaklaştırdı. Yüce huzurdan kovdurdu. Neticede;

Yanlış kullandığı hüner neye yaramış oldu?

Sadece felâketine…

Kārûn da kendini zenginleştiren kimya ilmiyle mağrurdu. Fakat o da hünerini şeytan kuklası olarak kullandığı için; bildikleri ve yaptıkları, en sonunda onu yerin dibine geçirdi. Toprak; bir canavar gibi ağzını açtı, gazap dişleriyle Kārûn’u çekip çiğnedi ve bağrındaki simsiyah azabın derinliklerine yuttu.

Kārûn’daki göz kamaştırıcı hüner ve zenginlik de, neye yaramış oldu?

Sadece felâketine…

Ya Ebû Cehil’in hâli? Mekke’nin en akıllılarından, en hünerlilerindendi. Önceden ona Ebu’l-hikem denirdi. Yani hikmetler babası diye meşhurdu. Fakat o; bu hüner ve aklını, şeytanın emrinde ve sadece Hazret-i Peygamber’e düşmanlık için kullandı. Adı da, artık Ebû Cehl’e dönüştü, yani cehâlet babası olarak isimlendirildi. Böylece aklı ve hüneri yüzünden ancak daha şaşkın ve ahmak bir nankör ve daha azgın bir îmansız oldu. Gece-gündüz Varlık Nûru’nu kötülemek, O’na leke sıçratabilmek için uğraşıp dururken Bedir Harbi’nde rezil bir şekilde kafası üstü cehenneme çakıldı.

Onun da sahip olduğu o meşhur hüner ve akıl neye yaramış oldu?

Sadece felâketine…

Hâlbuki;

Ebû Cehl’in, Kārûn’un, Sâmirî’nin ve onlar gibi nicelerinin ellerine Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hünerler niçindi?

Hiç şüphesiz ki felâketten kurtulup rahmete nâil olmak içindi.

Ne yazık bu hakikati idrak edemediler. İki cihanın bedbahtları olarak hüsrana uğradılar.

Şimdi onların yolundan giden yeni gafil ve zavallılar, başka bir ihtimal mi var zannediyorlar?

Doğrusu;

İçi yalan ve iftira dolu zanlarını bırakıp da önce kendilerine Allah tarafından emâneten verilmiş hünerlerini nasıl kullanacaklarını öğrenmeliler. Yaptıklarını; düşmanlığa, kötülüğe, nefse ve şeytana beğendirmek için değil; ilâhî muhabbete, dost olmaya, yüce doğruluğa, Hazret-i Rahmân’a ve Hazret-i Rasûlullâh’a beğendirmek için çırpınmayı öğrenmeliler. Tevbeyi öğrenmeliler. Hayrı ve şerri ayırt etmeyi öğrenmeliler. Felâket ve rahmeti tanımayı ve bilmeyi öğrenmeliler. Rahmetin etrafında pervâne ve fedâ olmayı öğrenmeliler.

Tâ ki;

Bedbahtlıktan ve onlara kızgın cehennemde ebediyyen helâk olmaktan kurtulabilsinler.

Ancak;

Uyanabilmek için kendilerine şunu diyebilmeliler:

Ahvâli bugün kim dedi şeytâna beğendir?
Âlemde vezirsin, yüce sultâna beğendir!..

Üç-beş kuru insâna riyâ, rûha ölümdür,
Gönlüm, ne yaparsan, onu Rahmân’a beğendir!..

Nefsin kötülük ambarıdır, mikrobu fazla,
Gündüz-gece ahlâkını vicdâna beğendir!..

Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;

“Kimin huyu güzelse, Peygamber’e düşmanlıktan kurtulur. Her kimin mayası bozuksa, o haset eder. O’nu tanımaz ve kavgaya girişir. Bu yüzden zarara uğrar.

Sen, sen ol da;

Şeytan damarlı duygu gözüne toprak serp! O şeytan damarlı duygu gözü; aklın da, dînin de düşmanıdır.

Allah, öylesi duygu gözüne; «kör» dedi.

Çünkü o, köpüğü gördü, denizi görmedi; içinde bulunduğu zamanı gördü de, yarını göremedi.

Aynı şekilde; kâfirler de Hazret-i Ahmed’i sıradan bir insan olarak gördüler. Bu yüzden O’nun bir işaretle dolunayı ikiye böldüğünü göremediler.”

Göremedikleri için nice nice gaflet ve cehâlet dolu kötülükler yapmaya kalktılar.

Sayısız mûcizelerine rağmen O’nun hakikatini fark edemediler. Yani O’nu bir türlü göremediler, fakat şu gerçeği açıkça gördüler:

Güzelliğin gülü, Âlemlerin Efendisi’ne,
Cefâya kalkışanın tüm zarârı kendisine…


Hilâle havlasa azgın köpek, verir mi ziyan?
Helâk olur, sürünür, kasteden zehirli yılan!
Atarsa kim ki çamur, yerde-gökte en güzele,
Dönüştürür yüce Mevlâ, rezîli müptezele…

Habîbi Ahmed’i Mevlâ yanında öyle korur,
Rakîbe sille-i Rahmân’ı pür gazapla vurur!
Basılmasın diye tâc etti Hak, O Yâsîn’i,
O’nun düşürmedi hattâ zemîne gölgesini…
O’nun, sinek bile değdirmiyordu gül yüzüne,
Kömürlü fırçayı, hiç değdirir mi nûr özüne?
Nifakçı! Boş yere seçtin şu iftirâ yolunu!
Hiç umma cenneti, tuttukça şeytanın kolunu!
Rasûl’e saldıran eller Ebû Leheb gibidir,
Sonunda sonları ancak cehennemin dibidir…

Nedir bu saldırı, bitmez hücûmu bin senedir!
Nedir şu salyalı vicdan ki dîn için kenedir!
Nedir şu fâre beyinler, ya taş kemirmekte,
Ya müslümanlara vampir olup semirmekte!..

Ne diyelim:

Yılanın, gömleği hâriç, satacak bir şeyi yok,
Zehri mâlûm, bize içten katacak bir şeyi yok!

Çamur atmak moda olmuşsa şaşırmam… Zîrâ,
Eli balçıkta rezîlin atacak bir şeyi yok!

Yalanın sözcüsü elbette kızar gerçeğe hep,
Doğru anlat deseler, anlatacak bir şeyi yok!

O hâlde;

Doğruyu anlatmak bizim vazifemiz. İslâm’ın güler yüzünü yansıtmak, Habîb-i Hudâ olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’ni hakikî veçhesiyle anlatmak, ümmet olarak vefâ borcumuz. Bilhassa O’nu yaşayarak anlattığımızda, anlamayacak gönüllerde bile uyanış başlar. O’nu muhabbet ve aşk ile temsil edebildiğimizde en kurak ve çöl gibi kalplere bile rahmet yağmurları yağar.

Yani:

Sevip de cân u gönülden O Yâr’e yâr olalım,
O Yâr’e kış günü bizler, bahar bahâr olalım!
Zaman, Muhammed’i idrak zamânıdır gönüle,
Devir, muhabbeti artırma devridir O Gül’e!
Bugün Muhammed’e sevdâda imtihan günüdür!
Şaşırtma kalbi İlâhî, huzurda yüz güldür!
Cihanda Sen yine son ver şu eşkiyâ oyuna,
Halel getirmesin iblis, Muhammed’in yoluna!
Onun için yine Seyrî kederli bir mecnûn,
Zamâne kendine gelsin muhabbetiyle O’nun!..

İlâhî reçete bu!

İnsanlığın kendine gelmesinin yegâne yolu, O’na bağlılık. O’na boyun büküp gönülden itaat etmek. Çünkü bu gerçekleştiği takdirde kullar, işlediği suçlardan affa mazhar olabilme fırsatını da elde etmiş olurlar. Yüce Mevlâ buyurur:

«Ey Rasûlüm, de ki: Gerçekten siz,

Yüce Allâh’ı sevenler iseniz;

Bana tâbî kılınız kendinizi,
Tâ ki sevsin yüce Allah da sizi!
Suçunuzdan yana etsin gufrân!» (Âl-i İmran, 31)
İşte ferman ve beşâret, ey cân!

Çare daima Peygamber Efendimiz.

Çünkü;

Sıkıntıya düşmemize dayanamayan bir Peygamber O.

Bize çok düşkün bir Rasûl.

Üzerimize titreyen yüce bir gönül.

Mü’minlere içi merhamet ve şefkatle dolu.

Bizzat Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle:

“Size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir, O size çok düşkündür, üstünüze titrer. Mü’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (et-Tevbe, 128)

Çünkü O;

Rahmet olarak gönderilmiş.

Allah Teâlâ, O’na buyuruyor ki:

”…Sen, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.” (el-Kasas, 46)

Âyetteki vurgu; O’nun rahmet olma özelliği etrafında düşünülmesi.

O’nun nasıl bir rahmet olduğunun idrak edilmesi.

Îmânı, ahlâkı, yaşayışı, fazîletleri, af ve merhameti, cesaret ve şecaati, fedâkârlığı, vefâkârlığı, doğruluğu, cömertliği, muhabbeti, gayreti, her türlü özellikleriyle insanlar için rahmet oluşunun tefekkür edilmesi.

Çünkü O, son peygamber olarak bütün varlıklara Allâh’ın rahmeti. Bütün kullara Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî merhameti.

Bütün âlemlere rahmet.

Ancak rahmet.

Her yönüyle rahmet. Doğruluk, iyilik, hayır, hakikat ve kurtuluş yolunu gösteren yegâne rahmet.

Her iki dünyanın saâdet ve huzurunu çileler harmanında yaşayarak talim eden rahmet.

Son dînin muallimi olan bir rahmet.

Herkesin istifadesi için rahmet.

Ancak rahmet.

En baştaki âyetin beyânıyla:

”…Bütün âlemlere ancak rahmet…” (el-Enbiyâ, 107)

İşte;

Ancak o rahmet sayesinde, cehâlet devri saâdet asrına dönüştü.

Ancak;

O rahmet sayesinde; yarı vahşî insanlar, birer insanlık âbidesi hâline geldiler.

O rahmet sayesinde, çöller yeşerdi, gönüller yeşerdi, iklimler yeşerdi.

O rahmet sayesinde, dünya gerçek adâleti idrak etti.

O rahmet sayesinde; zayıfların elinden tutuldu, kölelere sahip çıkıldı.

Ancak;

O rahmet sayesinde, mazlumların yüzü güldü.

O rahmet sayesinde, insanlar cennetin yolunu öğrendiler. Ebedî kurtuluş kapısını buldular.

Ancak;

O rahmet sayesinde, günahkârlar affa mazhar oldu. Zalimler tevbe secdelerine kapandı.

O rahmet sayesinde, annelerin şeref ve haysiyeti arttı.

Ancak;

O rahmet sayesinde; evlâtlar, muhteşem nesiller meydana getirdi.

O rahmet sayesinde, fetih sancakları bütün kıtalarda hidâyet zaferleriyle dalgalandı.

Ancak;

O rahmet sayesinde; gönüller, düşmanlıkları bırakıp muazzam bir kardeşlik yaşadı.

Mahrumlar, o rahmet sayesinde cömertlik meltemleri ile nefes almaya başladı.

Kimsesizler, o rahmet sayesinde yalnızlıklarından kurtuldu.

Toprak altındakiler bile, o rahmet sayesinde hayır-duâlarla hatırlanır oldu. Hâsılı yerler ve gökler, o rahmet sayesinde nurlandı.

Ne mutlu o rahmetin bereketli hayatı etrafında pervâne bir ömür yaşayabilenlere! Ne mutlu O’nun şefaatine mazhar olabilenlere!

Yazık, o rahmetten kaçan gafillere!

Bir nefeslik ömrü;

O rahmetin sonsuzluk nûruna karşı gözlerini kapatarak yaşayan bedbahtlara çok yazık!