KUREYŞ’İN İSLÂM FOBİSİ
YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com
İslâm’ı tehlikeli görmek ve ondan korkmak, İslâm’ın kendisi kadar eskidir. Hepsi de İslâm’ı (Allâh’a itaat edip teslim olmak) getirmiş olan peygamberler, gönderildikleri toplumların özellikle ileri gelenleri tarafından illegal ve yıkıcı kişiler olarak görülmüş ve başkalarına öyle takdim edilmişlerdir. Çünkü peygamberler, toplumda yerleşmiş olan bozuk alışkanlık ve uygulamaları hedef alıyorlardı. Ancak özünde bozuk olan bu alışkanlık ve uygulamalar o toplumun düzenini oluşturuyordu. Dolayısıyla bunlara olumlu değerler yükleyen toplum, peygamberleri doğrudan toplumun dirlik ve düzenini hedef almış tehlikeli ve sakıncalı kişiler olarak gördüler. Meselâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- davetine başlayıp O’na icâbet edenler olduğunda; Kureyş’in ileri gelenleri, çoluk-çocukları ile aralarının açıldığını ve ayaktakımının kendilerine karşı kışkırtıldığını ileri sürdüler. Çünkü Arap toplumu kabîle esası ve güç üzerine kurulu idi. Hâlbuki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; îman ve takvâyı esas alıyor, güçlü ve şerefli bir kabîleye mensup asil bir kimseyi köle ve âzatlılarla eşit görüyordu, sonra âhirette herkesin hesabını kendisinin vereceğini belirtiyordu. Bu ise, toplumdaki mevcut kabîleci anlayışı temelinden yıkmak demekti. Çünkü Araplara göre kişi, ancak kabîlesi saygın olduğunda saygınlık kazanabilirdi. Bir Arap şairi şöyle diyordu:
وَأَعْلَمُ عِلْماً لَيْسَ بِالظَّنِّ أَنَّهُ
إِذَا ذَلَّ مَوْلَى الْمَرْءِ فَهْوَ ذَلِيلُ
Ben yakînen bilerek söylüyorum, zanla değil:
Kimin emmoğlu zelîl olsa, olur kendi zelil… (nazmen trc: Hârun)
İslâm’ın; Kureyş ileri gelenlerine ürküntü vermesinin tek sebebi bu değildi. Sadece bu söz konusu olsaydı, toplumun tamamın İslâm’ı kabul etmesi ve güçlülerin eski itibarlarının korunacağı bir çözüm (!) bulunması durumunda yine bir uzlaşma sağlanabilirdi. Ancak bunun dışında ekonomik kaygıları da vardı.
Putların önemini yitirmesi durumunda Kâbe’nin Araplar nezdinde kıymetinin kalmayacağını, bunun ise hacılardan elde ettikleri «turizm» gelirlerini düşüreceğini hesaplayan Kureyşliler, Hazret-i Peygamber’e;
“Biz Sen’inle beraber doğru yola uyarsak yurdumuzdan atılırız…” (el-Kasas, 28/57) diyorlardı. Günümüzde fâizsiz bir ekonominin olamayacağına inanan insanların zihniyetiyle ilginç bir şekilde örtüşen bu yersiz korkuyu gidermek üzere Cenâb-ı Hak, Kureyş’i Mekke’ye yerleştiren ve onları güven ve refah içerisinde yaşatanın kendisi olduğunu hatırlatmaktadır:
“…Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (el-Kasas, 28/57)
Ayrıca sahip oldukları refah ve zenginliği korumak amacıyla doğru yoldan yüz çevirmeleri çok saçmadır. Çünkü söz konusu refah ve zenginlikten Cenâb-ı Hak sayesinde faydalanmaktadırlar. O, zannettikleri gibi kâinâtı ve içindekileri yaratıp sonra kendi hâline bırakıvermiş değildir. O’nun izni olmadan yaprak dahî kıpırdamaz. Nitekim daha önce refah içerisinde şımarmış birçok şehir halkını -hikmet ve iradesi öyle gerektirdiği için- helâk etmiş, onların yaşadıkları yerler ıpıssız kalmış ve; “Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir.” (el-Kasas, 28/58)
Sonra Allah Teâlâ, helâk ettiği bu şehirlerin halklarına -tıpkı Mekkeliler’e olduğu gibi- varlık, birlik ve kudretinin delillerini okuyup anlatan peygamberler göndermiş, onlar bu peygamberleri ve getirdiklerini yalanlayınca onları helâk etmiştir. Yani Mekkeliler, Hazret-i Peygamber’e uymaları hâlinde ekonomik yıkıma mâruz kalmayacaklar; aksine O’na uymamaları durumunda bütünüyle yok olup gideceklerdir. Çünkü eski kavimler tam da bu sebeple helâk edilmişlerdir:
“Rabbin; kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi şehirlerin merkezine göndermedikçe, o şehirleri helâk edecek değildir. Zaten Biz, ancak halkı zulmeden şehirleri helâk ederiz.” (el-Kasas, 28/59)
Zulüm, «bir şeyi yerli yerine koymamak» demektir. Bu sebeple başkasının hakkına tecavüz zulümdür. Ancak zulüm bununla sınırlı değildir. Meselâ sadece Allah’a ait olan ulûhiyet vasfını başkalarına vermek de -Allâh’a zarar vermiyor olsa bile- bir zulümdür. Dolayısıyla bu âyette, helâk esnasında kavimlerin işledikleri zulümle şirk ve kendisini hakka çağıran peygamberin değerini bilmemek gibi hususların kastedilmiş olması, bağlama daha uygundur.
İslâm’a uymaları hâlinde ekonomik yıkıma uğrayacakları korkusuna kapılan müşriklere son olarak Cenâb-ı Hak, dünyanın geçiciliğini hatırlatıyor:
“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” (el-Kasas 28/60)
Mekkelilerin ticarî kafası; Allâh’ın dışındaki tanrıları reddetmeleri durumunda Kâbe’nin diğer Araplar nezdindeki kıymetinin düşeceğini ve buna paralel olarak ekonomik varlıklarını kaybedebileceklerini bir ihtimal olarak hesaplayabiliyorken, Peygamber’e uymamaları durumunda dünyayı da âhireti de kaybedecekleri sonucunu çıkaramıyordu! Hâlbuki âhiretin yanında dünya ne ki? Peygamber’e uymaları durumunda dünyayı da âhireti de kazanmış olacaklardı ya, farazâ -iddia ettikleri gibi- dünyada ekonomik krizlerle boğuşacak olsalar bile bunun sonucunda mâruz kalacakları zorluk, âhiret hayatını ve o hayatta Allâh’ın va‘dettiklerini kaybetmenin yanında hiç mesabesindeydi. Ancak onlar bunu düşünemezlerdi. Çünkü âhirete inanmıyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ; kitabının birçok yerinde âfâkî ve enfüsî, vâcib ve mümkin delilleriyle âhiretin varlığını onlara tekrar tekrar anlattı. Hattâ bir âyette, bütün bu delillere rağmen hâlâ âhiretin varlığına kanaat getiremiyorlarsa, ticaret ehli olmalarının gereği olarak hiç değilse bunu bir seçenek kabîlinden göz önüne alıp değerlendirmeleri gerektiğini belirtti:
“De ki: Ne dersiniz, eğer o (Kur’ân ve onun içerdiği prensipler) Allah tarafından ise, siz de onu inkâr etmişseniz o zaman uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim vardır?” (Fussılet 41/52)
Ancak Allah Teâlâ; bunların yanı sıra ataları körü körüne taklit, bağnazlık, sebepsiz gurur ve haset gibi Arapların İslâm’a girmesine mânî birçok hususu lütuf ve inâyetiyle ortadan kaldırdı ve onların mûcizevî bir şekilde müslüman olmalarını sağladı. Bu da, İslâm’ı tehlikeli görenlerin sandıklarının aksine savaşlarla değil, barışla oldu. Evet, İslâm; Bedir, Uhud ve Hendek gibi gazvelerle değil, Hudeybiye Musâlâhası ile Arabistan’a yayıldı. Kur’ân’ın bu barışı «açık bir fetih» olarak nitelemesi, İslâm’ı tehlikeli ve savaşçı bir din olarak görenlerin yüzüne tokat gibi inmiş bir cevaptır. Tabiî hissedecek bir şuura sahipseler…
Bir zâtı ki irşâd ede Hak, kim eder ıdlâl?
Bir şahsı ki ıdlâl ede Hak, kim eder irşâd? (Nâcî)