KAÇMAYI BİLMEYENLERE YAZIK!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanoğlunun gaflet sebebiyle zorlandığı her mevzuda ilk yaptığı şey:

Kaçış.

Bir sıkıntı ile mi karşılaştı, hemen kaçıyor.

Sırtına bir yük mü binecek, derhâl seğirtiyor.

Bir tehlike mi sezdi, o anda tabanları yağlıyor.

Mes’ûliyet ve emânetler bahsinde önüne vazifeler ve hizmetler çıktığında, ayakları tersine hızlanıyor.

Meseleler ve gayretlerle alâkalı olarak cazip konuşmalar sonrasında, sıra terlemeye gelince; başından aşağı soğuk damlalar döküyor ve üşüdüm diyerek hiç beklemeden rehâvete kaçıyor.

Başarısını, kahramanlığını, dirâyetini, kazancını ve akıllılığını da hep bir şekilde kaçışının mantığı ile izah ediyor:

–Niye kaçıyorsun?

–Bu kaçış değil ki! Tercih meselesi.

–Ama gayreti bırakıyorsun, rahatlığı seçiyorsun.

–Zorla güzellik olmaz!

–Olmaz elbette, ancak insan; güzel ve doğru olana, yani şifâya mecbur değil mi?

–Mecbur da!..

–Eee?

–Benim canımın şifâsı da bu!

–Can şifâsı yüce cânâna değil de ağyâra mı bağlı?

–!..

–Peki, sen niye kaçıyorsun?

–Benimkine kaçmak denmez!

–Ne denir?

–Başka plânlarım var.

–Onlar senin dünya ve âhiret gerçeğine uyan şeyler mi?

–Canım, dinsiz olacak değilim ya!

–Elbette değilsin de, kıvamın, kaliten, ebediyet dağarcığın?

–Allah merhametli.

–Fakat kimlere? Emrinden kaçanlara mı?

–Değil elbette de benim plânlarım O’nun emrine aykırı olmayacak ki!

–Emirden ayrı olan şey, aykırı olmaz mı?

–!..

–Sen niye kaçıyorsun?

–Yoruldum.

–Kaç yaşındasın?

–On yedi.

–Ne yaptın da yetmiş yedilik ihtiyarlar gibi konuşuyorsun?

–Fazlası bana gelmiyor.

–Hangi fazla? Henüz yol başındasın. Hem sendeki enerjiye uygun mu bu cevap?

–Değil ama…

–Öyleyse?

–!..

–Sen niye kaçıyorsun?

–Yoo, olduğum yerdeyim.

–Öyle. Fakat ilerlememek de geriye doğru bir kaçış değil mi?

–Bana göre bunca yaptıklarım artık yeter!

–Ama kaçışın sonrası beter!

–Olmaz inşallah.

–Gayretsiz temenni.

–Hayr ihtimali var.

–Hayra, hâyır diyerek hangi iyilik ihtimali olabilir ki?

–Çok acı söyledin!

–Kaçanların düştüğü gerçekler daha acı olmayacak mı?

–!..

–Ya sen niye kaçıyorsun?

–Şaşı bakma, ben hiçbir şeyden kaçmam.

–Öyle ise; ne diye doğruluğu, ahde vefâyı, söze riâyeti, özü ihmal etmemeyi bir kenara bırakmışsın? Bunlar hakikatten kaçış değil mi?

–O biraz zorlama yorum.

–Kolayının adı ne?

–Kafamı karıştırdın!

–Sen gidiş yönünü karıştırmışsın, görmüyor musun? Hedefin nere, gittiğin yer nere?

–Seni ne ilgilendirir?

–Doğru. Beni ilgilendirmez de seni ilgilendirmeli değil mi?

–?!.

Bu şekilde nice kaçışlar yaşıyor insanoğlu. Adına kaçış demeden veya diyerek.

O;

Her şeyin cahili olsa bile, kaçmayı çok iyi biliyor.

Ancak;

Onun hiç bilmediği şey de, yine aynı:

Kaçış.

Evet, insanoğlu kaçmayı hem çok iyi biliyor, hem de hiç bilmiyor. Bu sebeple;

Ebediyet yolculuğu yapılan şu dünyada; niceleri cehennemden cennete doğru kaçarken, niceleri de cennetten cehenneme doğru kaçıyor.

Kaçış yolunda bir irfan ağacının hikmet dalları üzerindeki eğitim bülbülü de gelen geçen herkese şu hakikatleri yorulmadan şakıyıp duruyor:

“Her şeyin bir iyi bir kötü tarafı vardır.

Kaçış, hayırdan şerre olursa felâkettir, şerden hayra olursa nimettir.

Kaçış, korkmanın neticesidir. Bu korku, Allah korkusu ise ne büyük bir saâdettir. Başka bir korku ise ne berbat bir âfettir. Bu çerçevede, kaçışın mâhiyetinde Allah varsa, istikamet Allâh’a ise, bu, cihanın en büyük yiğitliğidir. Bunun aksi de en büyük ahmaklıktır.

Zaten insan, her lâhza bir firar, yani kaçış içindedir. Bir şeyden diğer bir şeye, bir nefesten diğer bir nefese, bir kafesten bir başka kafese koşturur durur. İç âleminde onu ateşleyen ve heveslerini tutuşturan arzu, fikir, inanç ve yönelişler ne ise; kaçış ve koşuşları da o istikamette şekillenir. Lâkin Cenâb-ı Hak, en faydalı ve kârlı kaçışın kendisine olduğunu ihtarla;

«Allâh’a kaçın!..» (ez-Zâriyat, 50) diye emir buyurmuştur.

Çünkü insanoğlu; daha cennetteyken, O’ndan başkasına ve yok olacaklara kaçtığı için zarara uğramıştır. Dünyaya indirildikten sonra da, kulun koşup kaçtığı; fânî olan, yokluğa tutsak olan her şey, hüsrandan başka bir şey getirmemiştir. İnsanlık tarihi, böylesi hüsran ve zararın acı misalleriyle dopdoludur. Beşer, taşlara kaçıp sığındığında onlar başını ezmiştir, toprağa kaçıp sığındığında onu ne derin çukurlar yutmuştur, güneşe kaçmaya çalıştığında ise karanlıkta kalmıştır… Ancak Allâh’a kaçtığında, ebedî bir kurtuluşa, huzur ve saâdete nâil olmuştur. Onun için;

Sayısız felâketlerin, tufanların, kasırgaların ortasında iken, zelzelelerin fay hatlarında ufalanırken, yer ile gök arasında harman gibi savrulurken, şifâsız hastalıklar perişan ederken, hâsılı yıkıcı tehlikelerin ve yakıcı belâların kavurucu alevlerindeyken ve her türlü ahvalde, insan için Allah’tan başka kaçılacak varlık ve sığınak yoktur. Dünya ve âhiretin maddî ve mânevî depremlerinde insanların daralıp da canhıraş bir şekilde oradan oraya savruldukları demlerde korkulu gözlerle ağızlardan yükselen;

«Kaçılacak yer nerede?» (el-Kıyâmet, 10) suâlinin tek cevabı her zaman;

«Allâh’a…»dır.

Çare;

Allâh’a kaçmak!

Nasıl?

Yok olandan, yok olmayana firâr ile. Bu kaçış, ebediyet yolunda daima ebedî olanı tercih etmektir. Kalıcı olanı seçmektir. Çünkü yok olanlar, yok eder; yok olmayan, var eder.

Fakat kolay değildir bu kaçış. Zira yollar ateşle ve dikenle doludur. Ama neticesi gülistanlıktır. Aksi hâlde yollar güllük gülistanlıktır da varılan yer, ateş ve azaptır. Bu iki hâli ifade sadedinde Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin tespiti, pek mânidar:

«Firâr âteş, karâr âteş!..»

İnsan illâ birini seçecek. Doğru olan, neticesi kârlı olanı bulmak…

Yani Allâh’a firar!

Bu hususta mü’min gönüller, üç kısma ayrılırlar. Avam, havas ve hâssu’l-havas. Yani halk, seçkinler ve en seçkinler. Her biri de, üçer ayrı merhalede Allâh’a kaçış hâlindedir.

Mü’min halk; Allâh’a firar yolunda, îtikat ve ibâdetlerini düzgün ve doğru bir şekle sokmak için cehâleti bırakıp ilme sarılır. Sonra ihtiyat ve azimle dolarak gafletinin verdiği tembellikten sıyrılır ve gayret hususunda kollarını sıvar. Bundan sonra da hedeflediği doğru istikamette kendisine nasip olacak lütuflara güven ve umut besleyerek, darlıktan genişliğe yol almaya başlar. Bunlar, genel mânâda Allâh’a kaçışı ifade eder. Burada terk edilenler; cehâlet, tembellik ve darlıktır. Koşulanlar; ilim, kolları sıvamak ve genişliktir. Bu durum, firârın en alt derecesini oluşturur. Kulu; kurtuluşa mazhar kılar, ancak yâr ile vuslat gerçekleşmez.

Seçkin mü’minler, firârın en alt derecesini fersah fersah aşmışlardır. Onlar; artık haberden, rivâyet ve nakillerle bilmekten, vâkıf olarak ve görerek bilmeye adım atmışlardır. Vasıtaların aktardığıyla değil, müşâhedeleriyle hakikate nüfuz ederler. Gönül gözleri açılmıştır. Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi:

«Haberler, görmeyen içindir. Görenler için zâittir, gereksizdir.»

Bu has kullar; müşâhedeye kaçtıkları, yani gördükleri için artık şekillerden asıllara firâr ederler. Toz-toprağa değil, öze nazar ederler. Perdeye değil, perdenin ardına bakarlar ve «Nerede?» diye sormazlar. Nihayet fânî hazlardan da soyunurlar. Her şeyden el çekmeye kaçarlar. Bu durum, firârın orta derecesidir. Gönlü vuslat deryasının kıyısına getirir. Ancak o deryaya dalış, henüz mümkün olmaz.

En seçkin mü’minler ise, firar hususunda gayeleri tamamen Allah olanlardır. Bunlar da üç aşamada Allâh’a kaçışlarını gerçekleştirirler.

Önce Hakk’ın dışında ne varsa hepsinden Hakk’a kaçarlar. Eğer bir iyilik bile; Hakk’ın dışında ise, ondan da kaçarlar. Yani o iyiliği edâ ederler, ancak yapmamış farz ederler, derhâl unuturlar. Kötülük hakkında da böyledirler. Kendilerine yapılanla meşgul olmazlar, derhâl zihinlerinden siler süpürürler. Çünkü meşguliyetleri Hak’tır.

Bundan sonra, Hakk’a firârı müşâhede etmekten de Hakk’a kaçarlar. Yani Allâh’a kaçışı ifade eden her türlü adım ve mesafelere dikkat kesilmekten ve onları yerine getirme gibi hasletlerini görmekten hazer ederler, kaçınırlar. Çünkü bu da, vuslat ve Hakk’ı seyri engelleyen yanlış teksiflere yöneltir. Mühim olan; kaçışa ve kaçışın gerektirdiklerine teksif olmak değil, varışa ve varışın güzeline yoğunlaşmaktır.

Bu itibarla;

En son olarak, gerçek erenler; kaçıştan da kaçarlar. Çünkü kaçış hâlinde olmak, araya mesafeler koymaktır. Boş yere sevgiliden uzaklarda dolaşmaktır. Dolayısıyla firardan firar, Allâh’a kaçışın en üst mertebesidir. Bu, Hak ile kulun arasında hiçbir mesafe ve uzaklığın mevcut olmadığını idraktir. Bu makamdakiler için gurbet ve ayrılık bu dünyada bile mevzubahis değildir.

Cenâb-ı Hak buyurmuyor mu:

«Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız!..» (Kāf, 16)

Bu noktada söz, kalbindir:

Dil, firkate saz, hâlbuki kim ayrı ki O’ndan?
Bizden de yakın bizlere, kim gayrı ki O’ndan?

Sevdâ, niye halvette de hasretten açar söz?
Olsun köze râzī, sevenin bağrı ki O’ndan!

Her gün bu ne feryâd ü figan, goncaya bülbül?
Dermânı O’dur, derdine her ağrı ki O’ndan!

Volkāna bırakmaz bizi ümmîd-i tesellî,
«Dön Rabbine ey kul!» diye son çağrı ki O’ndan!..

Rahman ve Rahim’dir diyoruz sevgili Seyrî,
Bedbinliğe yer yok dileriz hayrı ki O’ndan!..

Hâsılı, her kaçışta bir şeyler kazanılacak ve bir şeyler de ardımızda kalacaktır. Ardımızda kalacaklara değil, kazanacaklarımıza gönlümüzü bağlarsak; nihayetinde şeytan ve köhne dünya bizden kaçmaya başlar ki, hüsrandan kurtuluşumuzun müjdeleri bize daha da yakınlaşır.

Ama bu gaye ve gayrette demeliyiz ki:

Yay-kaşlarımız hülyâya kalsın;
Gözyaşlarımız deryâya kalsın!

Gel biz gidelim cânâna ey cân,
İsterse beden dünyâya kalsın!

Firkat ve cefâ sırtımda mâdem,
Rü’yâda huzur rü’yâya kalsın!..

Rûhum, yürüsün sevdâ peşinde,
Nefsim, çürüyen eşyâya kalsın…

Yârim, yanarım, vuslat yolunda,
Dersen ki: Bu gāfil «yâ»ya kalsın!

Bittim, yeniden sürgün yazarsan,
Dersen; bu dahî gayyâya kalsın!

Beyler, ağalar bilseydi haşri,
Derlerdi şu mal kahyâya kalsın!

Mîrâcına beklerken semâlar,
Toprakta duranlar «vây»a kalsın!..

Nârdan daha sûzân, ayrılık zor,
Gönlüm, bu şikâyet nâya kalsın!

Dönmez geri, ok yaydan çıkınca,
Îzâhı fizik-kimyâya kalsın!..

Seyrî, iki dünyânın kıyâsı,
Devrandaki son mahyâya kalsın!..

O mahyânın şu birkaç cümlesi, yazımızın sonu, idrakimizin başlangıcı olsun:

Bu fânî dünyada ne mutlu her mevzu ve meselede, her mekân ve zamanda Allâh’a kaçmayı bilenlere!

Ne yazık fânî gurbetten O’na kaçmayı bilmeyenlere!

Yazık cehennemden kaçamayanlara!

Şeytan ve nefsinden kaçmayanlara çok yazık!

Günahtan, hatadan, gafletten, tembellikten ve ebedî hüsrana düşmekten yakasını kurtarıp da sevaba, doğruya, intibâha, gayrete ve sonsuz kurtuluşa kaçmayı bilmeyenlere yazık!

Şerden hayra kaçmayı bilmeyenlere yazık!

Kötülüklerden iyiliklere, çirkinliklerden güzelliklere ve zarardan kâra kaçmayı bilmeyenlere yazık!

İnsan olup da nihayet; Refîk-ı Âlâ’ya, En Yüce Dost’a kaçmayı bilmeyenlere yazık!

Çok yazık!”