DEĞER Mİ?..

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanoğlu;

Gıybet ortamının deryasında kupkuru bir çöl, hakikat pınarının damlasında sonsuz bir okyanustur.

İnsanın bağrında;

«Dedi, denildi…»ler arasında ne muazzam hazineler de yok olabiliyor.

Sessiz sükûta ya da sadece hayrı konuşmaya riâyetle nice paha biçilmez inciler de meydana gelebiliyor.

Yine de;

Nefis, gıybete meyyal; ruh, hakikate…

Lâkin gıybet, insan sanatının sahibi olan Allâh’ın yasağı.

Gıybet; çünkü, o muazzam sanatı altüst edecek kötü enerjilerin sahte kablosu. Doğruları bile eğrilten bir düşmanlık kablosu. Hakikatle hiç yüzleştirmemeye çalışan siyah bir örtü. İlk ve hakikî adresle asla, fakat beşinci, onuncu ve yanlış adresle mutlaka lâklâk ediş saçmalığı.

Kötü bir dengesizlik hastalığı.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına bu itibarla tamamıyla ters.

Niye ters?

Çünkü gıybetin temel sebebi, zan etrafında. Zan ise insanın perişanlık ve pişmanlık sebebi.

Bir de;

Gıybet, sadece kusur ile meşguliyet. Kötü şeylerle meşguliyet. Meşgul olan temizse bile gıybet, onu da kirleten bir yaklaşım.

Bir de;

Gıybet, ilâhî affa aykırı.

Malûm; insanın yüce dergâhtaki hâli, sadece Hakk’a ayandır. En ağır bir cürüm ve suç bile; onu işleyen kulun nasuh tevbesi üzerine, affa mazhar olmuş olabilir. Bu durumda onun günahını bilip de konuşan kimse, Cenâb-ı Hakk’ın affettiği bir günahı diline dolamış olmaktadır ki; bunun Allah katında göreceği muamele, doğrudan ilâhî azar ve ceza olur.

Gerçekten de;

Affedilmiş bir suçu; çamur gibi yapıştırmak, insanın başına hayli mesele açan, dert açan büyük bir gaflet değil midir?

Bu yüzden;

Cenâb-ı Hak; gıybeti, ölü eti yemek olarak ifade buyurmuyor mu?

Bu ürkütücü ifadeye ve hükme rağmen;

Gıybet eden kimse bir de haksız yere suçlayıcı bir durumda ise, eyvah! Onun yediği ölü eti, artık rûhunun kanseri ve infilâkıdır.

Gıybet, niye bu kadar kötü?

Kötü, çünkü gıybetin yapısında dengesizlik ve adaletsizlik de var.

Kendini savunma hakkı olmayan kimseyi arkadan yalan yanlış çekiştirmek var. Yığınla yanlış hüküm kesmek var. O gıybetin sahipleri de bilir ki, yüz yüze geldiğinde söylediklerini tamamıyla tashih etmek mecburiyetindedir.

Bu ne demek?

Gıybetin iftiraya dönüşmüş hâli demek. Bu felâket ve gaflet -hangi iyi niyet paketine sarılırsa sarılsın- insanı perişan eder. Allah katında rezil eder. Hüsrana düşürür.

Haklı gıybet bile bu noktada ziyandır.

Sebep?

Özünde Cenâb-ı Hakk’a güvenmemek olduğu için.

Bir insan; Hakk’ın adaletine güveniyorsa, Hakk’ın istemediği şekilde halka sığınma gafletine düşer mi? Düşmez. Düşüyorsa, güvenmiyor demektir. Ama;

Sanki Hak Teâlâ âciz de, kulları kādir gibi, Hakk’ı bırakıp halka sığınmak; hiçbir gerekçe ile kabul edilebilecek bir şey değildir. Zavallı gafil insan, yine de hiçten ibaret sebeplerle böylesi gafleti bol bol sergilemektedir.

Oysa;

Cenâb-ı Hak, kulunun kendisine güvenmeyerek hareket ettiği hususlarda gazaplıdır. Meselâ; sabırsız kulu, îmansız kulun düştüğü vaziyet ile aynı kefeye koyarak anlatmaktadır. Çünkü sabırsız da, Allâh’a güvenmemek gafletinin ahmağı; gıybet yapan kimse de, Allâh’a güvenmeme gafletinin ahmağıdır.

Şu hâlde;

Allâh’ı bilen, O’na güvenir. O’na güvenen de asla gıybete sürüklenmez. Aynı şekilde Allâh’a güvenen kimse, sabırsızlık da göstermez. Bilir ki;

Cenâb-ı Allâh’ın, tabiri câizse; «Bana bırakın!» dediği hususta artık netice nettir. Yüce kudretin el koyduğu her meselenin neticesi malûmdur. Ne kadar meçhul bir mevzu olsa bile bellidir. Simsiyah karanlıkta bile, parıl parıl ay gibi âşikârdır.

Eğer Allah bir mevzuda; «Sabredin!» buyurmuşsa, o mevzuda kendisine güvenilmesini istemiş demektir. Gıybeti yasaklamışsa, gıybet gerektirecek endişeler hususunda; «Bana güvenin! Bana güvendiğiniz meselede telâşa kapılmayın, endişeye mahal yok!» demiş gibidir.

Böyle olunca;

Gıybet, Hakk’ın kudretine ve yardımına karşı âmâlıktır.

Bir başka açıdan da;

Hâşâ, Cenâb-ı Hakk’ı ithamdır.

Çünkü insanları imtihan şartları içinde yaratan, Cenâb-ı Hak’tır. İmtihan şartları ki; algı yanılmaları, yanlış anlama ve hatalı görüşler üzerine kurulmuştur. Dıştan bakınca görünmeyen, ancak içten bakınca görülen gerçeklerle doludur bu hayat. Onun için Cenâb-ı Hak, idrak âcizi olan bizlere; «Dış bakışla konuşmayın, gıybet etmeyin!» buyuruyor. Bu gerçeğe öyle veya böyle bir «ama» çekip de; gıybette itiraz yaması kullanmak -sözde hangi şekilde görünürse görünsün- özde Hakk’a ve hakikate karşı olmuş olur. Pek çok gıybet tezâhürü de, böylesi ithamlar yüzünden ortaya çıkar.

İnsan niye gıybet ihtiyacı hisseder?

Yığınla ihtiyaç.

İşte Allah; o ihtiyaçların boş, konuşulanların da sadece zan olduğunu belirtiyor. Onun bu beyanına rağmen, başka türlü yorumlarla gıybete devam; Hakk’ı ithama girer. Bu ithamın cezası da elbette büyük, neticeleri de elbette hazin. Fark eden kimse, göze alamaz.

Kötülüğü bu kadar anlaşıldığı zamanlarda maalesef, gıybet iyi niyete bürünür.

O hâliyle de aslında;

Tam bilen Hakk’ın doğru neticesine ve kudretine değil, noksan bilen halkın eğri neticesine ve âcizliğe talip olmaktır.

Şuna benzer:

Bir fakir kimseye büyük bir tüccar ya da padişah; yüz bin altın va‘detse ve gerçekten de vermek üzere hazırlasa, ancak sadece kısa bir bekleme süresi koysa ve sadece başkalarından bir şey istememe şartı koşsa, lâkin bu gerçeğe rağmen o fakir kimse, tutup da bin tane fakirden türlü diller dökerek birer kuruş dilenip dursa, ne kazanır?

Herkes veremeyeceğine göre;

Sadece üç-beş kuruş!

Kaybı ne olur?

Yüz bin altın.

Değer mi?

Gıybet eden ise; hayatın bereketini kaybediyor, şehid olsa bile onu kaybediyor, ameller yığsa da hesabı kaybediyor, âhireti kaybediyor, cenneti kaybediyor. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı kaybediyor.

Değer mi?