SEN HÂFIZSIN DEĞİL Mİ?

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Bayram yakındı. Bilet almak için hocalarından izin aldı. Heyecanla bekliyordu bu izni. Aylar var ki görmemişti, ailesini, memleketini… Şu bayramlar da olmasa memlekete gidip gelmek, hayal olacaktı…

Bayram dönemlerinde önceden bilet alınmazsa trende yer bulmak mümkün olmazdı.

Cebindeki parasına baktı. Tren ve gara gidip gelmek için ucu ucuna yetecek kadardı.

Otobüs durağına vardı ve iki bilet aldı. İkinci bileti özenle cüzdanına yerleştirdi. Cüzdanına şöyle bir baktı. Gözleri, anne ve babasının fotoğraflarına takılı kaldı. Göğsünü doldururcasına bir nefes çekti. Boğazında düğümlenen hasret, ancak;

“Az kaldı…” diyebilmesine müsaade etti.

Otobüse bindi. Tam hareket edecekken, Zülfikar hocası da yetişti. Otobüs ilerledikçe Ebûbekir’in yüreği pır pır ediyordu. Çünkü bu gidişi diğerlerinden çok farklı bir anlam taşıyordu. Bu izin, Ebûbekir’in hâfızlığını tamamladıktan sonraki ilk izni olacaktı. Kim bilir, memlekete gittiğinde onu nasıl karşılayacaklardı? Annesi ona ne yemekler yapacaktı? Bu düşüncelerle yolun dörtte birini tamamlamıştı ki; şoförün bağırtısı, herkesin dikkatini o tarafa topladı. Şoför yaşlı bir teyzeye sayıp döküyordu:

–Yahu teyze şu biletini zamanında alsana! Şimdi kime aldıracaksın?

–Evlâdım bu durakta bilet satılmıyor; alacaktım ama…

–Bilmiyor musun biletsiz binilmeyeceğini?.. Nasıl olsa şoförler eşek değil ya, alırlar değil mi! Bak başının çaresine!

Zülfikar Hoca dayanamadı:

–Şoför efendi! Bir sonraki durakta bilet satılıyor, biz halledeceğiz teyzenin biletini. Devam et!

Şoför, aynadan ters bir bakış attı; ama karşılık vermek yerine sinirini otobüsten çıkarmayı tercih etti. Sert hareketleri, keskin manevraları, öfkesini tüm yolculara hissettirmesine fazlasıyla yetti. Neyse ki bir sonraki durağa gelinmişti. Zülfikar Hoca şoföre;

“–Az bekle de alalım şu bileti.” dedi.

Sonra Ebûbekir’e dönerek;

–Evlâdım koş, teyzenin biletini alıver.

Ebûbekir, teyzeden bilet parasını aldı; tam inerken kapının yanında oturan orta yaşlı bir adam, eline para tutuşturarak;

“–Evlâdım, üç bilet de bana alıver.” dedi.

Ebûbekir, büfenin önünde sıraya geçti. Daha dakika geçmeden şoför efendi haykırdı:

–Hadi be oğlum! Sabaha kadar seni mi bekleyeceğiz? İşimiz var, gücümüz var!

–Tamam ağabey, hemen geliyorum.

Sıra Ebûbekir’in önündeki adama gelince, bir aksilik çıktı. Büfeci;

“–Bu para sahte! Ben bunu kabul etmem!” diye bağırdı. Müşteri;

“–Olur mu öyle şey? Sağlam bu para! İspat et sahte olduğunu!” diye bağırarak karşılık verdi. Para kavgası biteceğe benzemiyordu. Ebûbekir iyice tedirgin oldu; ama hocasından bir yansıma alamadığı için beklemeye devam etti.

Bu sırada otobüste beklemekten sıkılan yolcuların tepkileri üzerine şoför hareket etti. Otobüste bir tartışmadır başladı;

“–Nasıl gidersin paramız kaldı…”

“–Sizi mi bekleyeceğiz, işe geç kaldık.”

“–Giden senin paran değil tabiî ki…”

“–Ulan çocuk da kaşla göz arasında cukkaladı parayı ha…” gibi bir sürü cümle havada uçuşuyordu. Bu arada parasının derdine düşenler ile gidecekleri yere yetişme telâşına kapılanların kavgası devam ededursun, Ebûbekir otobüs durağında kalakaldı. Elinde dört bilet ve para üstleriyle… Para da az değildi. İlk önce ne yapması gerektiği noktasında tereddüde düştü. Acaba hocası, bilet sahiplerine parayı ödeyip sonra kendisinden alır mıydı? Ya öyle olmazsa! Eğer otobüse yetişemezse o insanları bir daha nerede görecekti? Kendini çoktan unutmuştu… En iyisi otobüse yetişip emânetleri sahiplerine teslim etmek olacaktı. Aldığı terbiye de zaten bunu gerektirmiyor muydu?

Ebûbekir, şöyle bir yola baktı. Yetişebilirdi, çünkü otobüs şehir merkezine girmişti. Hem yolcuların fazla olma ihtimali, hem trafiğin yoğunlaşma ihtimali göz önünde bulundurulursa, yetişirdi. Üstelik kendi bileti de yanmazdı. Koşmaya başladı…

Bir sonraki durakta yetişemedi. Koşmaya devam etti. İkinci durağa yaklaştığında, durakta birkaç otobüs gördü. «Acaba orda mı?» diye baktı. Sırtındaki reklâmdan otobüsü tanıdı; ama o da ne? Otobüs tekrar hareket etmeye başlamıştı, gidiyordu… Bağırdı, ıslık çaldı; ama nafile yine yetişemedi. «Bir umut!» dedi, içten içe; «Bir umut!» Çok yorulmuştu. «Ya teyzenin de parası yoksa!» diye geçirdi zihninden. Bu emânetleri ulaştıracaktı, ne olursa olsun!

“–Bismillâh!” deyip üçüncü durağa doğru koşmaya başladı. Hatırı sayılır bir mesafe sonra az ileride trafiğin yoğunlaştığını fark etti. Yol çalışması olduğu için, araçlar dar bir yoldan tek sıra hâlinde geçiyorlardı. Yetişme ümidi âdeta yeniden yeşerdi, ayaklarına can geldi. Çalışma alanına vardığında otobüsün henüz ayrılmadığını gördü. Tarifsiz bir heyecanla otobüsün kapısına yapıştı. Şoför şaşkın bakışlar içerisinde kapıyı açtı;

–Oğlum! Ta oradan beri koşuyor musun sen? Helâl sana!

Nefes nefese kalan Ebûbekir;

–Evet abi! Beklesen ölür müydün?

–Ya oğlum, bekletiyorlar mı sanki…

–Neyse… Hacı teyze ile o amca nerede?

Hacı teyze ile amca, Ebûbekir’i görünce mahcup bakışlarla özür dilediler:

–Evlât, kusura bakma günahını aldık, hakkını helâl et.

–Helâl olsun! Peki, otobüse yetişemeseydim siz helâl eder miydiniz?

–Özür dileriz evlât, günahını aldık dedik ya… Herkes şahit olduğu için pek kıvırma şansımız da yok!

Ebûbekir, biletleri ve para üstlerini tastamam teslim edecekti ki, hacı teyze;

–Evlâdım, sen o paraları ve biletleri cebine koy. Hocan onların parasını verdi.

–Öyle mi? Peki kendisi nerede?

–Evlâdım indi, galiba sana doğru yürüdü ama…

Orada bulunanlardan biri ekledi:

–Kardeşim, biraz yürüdü, en son bir taksiye bindiğini gördüm.

O sırada başından beri hiçbir söze karışmayan biri, usulca Ebûbekir’in yanına geldi:

–Evlât! Hiç itiraz istemem, şunu al cebine koy bakalım!

–Ama efendim, kabul edemem!

–Edeceksin evlât! İtiraz istemiyoruz dedik ya…

–Peki teşekkür ederim, gerek yoktu, hakikaten; ama şimdi gönlümü buğulandırdı bu para…

–Hak ettin evlât, tamam uzatma artık! Kursun oradan bindin, sen hâfızsın değil mi?.

–Evet, efendim.

–Aferin oğlum. Şu güzel edebini hiç bozma emi! Allah senden râzı olsun. Bugün, farkında olmadan buradaki insanlara öyle şeyler öğrettin ki… Ağızlarına belediye mührü vurdun âdeta…

O sırada Ebûbekir şöyle bir etrafını süzdü. Takdir dolu bakışlar, üzerinde toplanıyordu…

Tren garına vardığında, hemen gişede sıraya geçti. Bilet parası için cüzdanını çıkardı, o sırada adamın hediye ettiği para geldi aklına. Usulca cebinden çıkardı. Gözlerine inanamadı. Babasının kendisine bir ayda gönderebildiği harçlığın üç katıydı. Heyecanla tekrar cebine koydu. Memleket biletini alır almaz tren garının etrafındaki dükkânlardan; babasına bir gömlek, annesine bir başörtüsü ve kardeşine de bir saat aldı.

Namazını kılmalıydı. Garın mescidine geçti. Abdest almak için şadırvan taburesine oturmuştu ki bir el sıkıca omzundan tuttu. Şaşırıp arkasını döndüğünde, Zülfikar hocasını karşısında gördü.

–Hocam, siz?

–Sorma Ebûbekir… Şoföre lâf anlatamayınca, ben de indim. Taksi tutup peşine takıldım; güya bir kestirmeye girelim dedik ama sen bayağı hızlı çıktın. Ne yaptın anlat bakalım.

Ebûbekir olanları bir bir anlattı. Zülfikar Hoca hayran bakışlarla;

–Aferin oğlum! Hâfızı olduğun Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği şekilde davranmışsın. Hem kendinin hem bizim yüzümüzü ağarttın. Bak, Allah Teâlâ daha bu dünyada ödüllendirmiş. Yola çıkmadan bana bir uğra. Ben de ailene küçük bir hediye göndermek istiyorum.

Hocası, Ebûbekir’i kucakladı ve alnından öptü:

–Desene bu izinde ailene anlatacak çok şeyin olacak… Allah sayınızı artırsın evlâdım… Allah bir ömür bu gönülle yaşamayı nasip etsin…