CEHÂLETTEN HAKİKATE…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Şu yeryüzünde;

Cehâletin tezâhürleri ne kadar ıstıraplı ise, hakikatin tecellîleri de o nisbette huzurlu ve feyizli.

Cehâlet ne kadar karanlık ise, hakikat o kadar aydın ve parıl parıl. Gece ne kadar baskınsa, dolunay o kadar revnak ve ışıl ışıl.

Cehâlet ne kadar mikrop doluysa, hakikat o kadar şifâ ile lebâleb.

Cehâlet ne kadar çöl gibiyse, hakikat o kadar gülistan.

Hattâ daha fazla.

Kurtuluş, bu sebeple daima cehâletten hakikate doğru ilâhî bir rota. Yegâne istikamet, sırât-ı müstakîm / dosdoğru yol.

Beşeriyet o yolda ebediyet yolcusu.

Bu sebeple dünya durağında;

Gece ve gündüz; herkes, mutlaka bir temâşâ kandiline muhtaç. Kafa gözü de, gönül gözü de muhtaç. Her ikisinin de görmesi gereken hakikatler var. O gözler görecek ki; gönüller, gitmesi gereken ebediyet kandilini seyredecek, sonsuz ufuklara seyyah olacak. Bu hakikatle Hakk’ı bulacak.

Hakk’ı bulmak?

Ancak ezelî ve ebedî hakikati bulunca, mümkün.

Samimî bir îman ve ahlâk ile mümkün.

Her şeyin kirlendiği dünyada temiz kalabilmekle mümkün.

Hele âhirzamanın çıkmaz sokakları arasında illâ ve illâ cehâleti terk ile mümkün.

İlmin kabuğundaki toza toprağa değil, özündeki billûr cevhere sahip olmakla mümkün.

Yani Hakk’ı bulmak;

Ancak Nûr-i Muhammedî etrafında pervâne olunca, mümkün.

Çünkü;

Her şart, O’nun eşiğinde.

Her fırsat, O’nun kapısında.

Her af, O’nun merhametinde.

Her şifâ, O’nun hidâyetinde.

Her güzellik, O’nun bağında.

Her nasip, O’nun yolunda.

Her çare, O’nun elinde.

Çünkü;

Bütün ümmetin dünyada da âhirette de selâmet ve kurtuluşu, ancak O’nun rehberliğinde, O’nun beraberliğinde, O’nun yanında.

Karanlıktan nûra tek çıkış yolu, O’nun kandili.

Gafletten intibâha tek şuur, O’nun muhabbet şavkı.

Cehâletten hakikate yegâne geçit, O’nun rahmet köprüsü.

Sadece O’nun hakikati;

Hakk’a nâil eden îmân ile müzeyyen.

Sadece O’nun hakikati, göklerde övülen güzel ahlâk ile muttasıf.

Sadece O’nun hakikati, düşmanlıkları bile kopmaz kardeşliklere dönüştüren muhabbet bağları.

Sadece O’nun hakikatinde gönüller, muhteşem bir binanın tuğlaları gibi birbirine örülü. Sadece O’nun hakikatinde idrakler, bir vücudun âhenkli ve mütenâsip uzuvları gibi.

Sadece O’nun hakikatinde insanlık; yüce sevdalar ile olgun ve kâmil olmuş, en güzel şekilde pişmiş.

Sadece O’nun hakikatinde beşeriyet, müstesnâ bir kıvam kazanmış. Sevgi ve hürmet tecellîleri ile yoğrulmuş. Merhamet ve af, kerem ve cömertlik, şeref ve fazîlet duyguları ile zirveleşmiş.

Sadece O’nun hakikatinde; küçücükler bile büyümüş, büyümüş, cihanları kanatları altına alan sâyeler olmuş.

Sadece O’nun hakikatinde, Kur’ân’ın yaşanışı ve hayatı bereketlendirmesi bambaşka.

Her türlü meselenin halledilmesi, müstesnâ. Gariplerin kucaklanması, annelerden daha şefkatle. Yetim ve kimsesizlere sahiplik, ayrı birer destan.

İslâm kardeşliğinin her ölçüsü; sadece O’nun hakikatinde muhteşem, göz kamaştırıcı.

Hem o günler için, hem bugünler için.

Hiç unutmuyorum:

25 sene önce ilk umre ziyaretimde henüz lise talebesiydim.

Sayısız ırktan din kardeşlerimiz ile ilk defa böylesine yakın olarak bir araya gelmiştim. O güne dek olumlu olumsuz bütün anlatılanlar ve konuşulanlar, yeni satırların gerisinde kaldı. Şahit olduğum muhteşem tabloda sayfalara sığmayacak mâhiyette o kadar mükemmel kareler vardı ki; her biri, kelimelerin fevkinde ayrı bir hakikatti. Her biri, Hazret-i Peygamber’in inşa ettiği bir kardeşlik hakikatiydi. Asırlık depremlere rağmen sarsılmayan, her türlü fitneye rağmen yıkılmayan kardeşlik hakikati. Semt-i küfürden esen ters rüzgârlara boyun kaptırmayan kardeşlik hakikati. Hicaz’a gelmeden evvel sorsalar ihtimal vermeyeceğim sağlamlıkta ve tarihî cazibede bir kardeşlik hakikati.

Kâbe’de Osmanlı revaklarının altında yüz yaşına yaklaşmış bir şahıs, dikkatle bize bakıyordu. Yedi-sekiz delikanlı idik. Dizüstü oturmuş, Kur’ân okuyorduk. Yanına çağırdı. Sordu:

‒Neredensiniz?

‒Türkiye’den.

Gözleri parladı:

‒Abdülhamid Han’ın nesli. Mâşâallah.

Merak ettim:

‒Abdülhamid Han’ı biliyor musunuz?

Başını ötelere doğru kaldırdı:

‒Bilmem mi hiç! O ki; cennetmekân, ulu hakan, Abdülhamid Han…

Son kelimeleri Türkçe söylemişti. Söylerken de duygulanmış, göz pınarları bulutlanmıştı. Meğer delikanlılık yaşında Abdülhamid Han’ın huzûruna çıkmış, ona şiir okumuş, iltifatına mazhar olmuş. Ta o anların muhabbeti ile bizi öyle kucakladı ki, bir baba ancak böyle bir muhabbet sergileyebilirdi. Ayrılırken derin derin baktı ve şu cümleleri söyledi:

‒Türkiye merkez. İstanbul merkez. Bizlerin kalbi orası.

Duyduğumuz cümleler, kardeşliğin mikrop sızmamış çok mânidar ifadeleriydi. Sanki bunları perçinlercesine birkaç gün sonra da yaşlı bir Yemenli ile karşılaştık. Genç talebeler onun da dikkatini çekmişti, yanımıza yaklaşıp tanımış gibi söze başladı:

‒Türkiye’densiniz.

‒Evet. Doğru.

Derin bir nefes aldı. Sımsıkı kucaklaştı. Âdeta yıllardır hasret kalmış bir kimsenin yakınlarına kavuştuğunda yaşadığı bir sevinç hâlindeydi. Övgü dolu ifadeler kullandı. Yıl 1987. Henüz bugünkü kadar olumlu rüzgârlar yok. Fakat o şahıs, tarihî bir dille bambaşka konuşuyordu. Üstelik bizleri mahcubiyete sevk edecek seviyede hürmetkâr bir muhabbetle davranıyordu. Biz delikanlılar da aynı hürmet ve muhabbetle mukabele ediyorduk.

Kâbe’nin eşiğinde çıkış kapısına doğru ilerledik. Namaz sonrası otelimize gidiyorduk. Köşe başına kadar geldi. Kendi gideceği yer, zıt yönde olmasına rağmen; bize refakat etmeyi tercih etmişti. Biz ona refakat edip gideceği yere götürmek istedik, kabul ettiremedik; o bize yoldaşlık yaptı. Kucaklaşırken ecdadımızın tarihî değerinden hareketle dedi ki:

‒Sizler bizim seyyidimizsiniz! Bizler de sizin bir parçanız.

Mahcup oldum:

‒Hayır, biz yaşı küçük delikanlılarız. Siz ise yaşı da kendi de olgun bir büyüğümüzsünüz.

İtiraz etti ve aynı cümleyi tekrarladı. Yine hasretle kucakladı. Dili duâlarla doluydu. O şekilde ayrıldık. Fakat o, oradan ayrılmadı. Biz gözden kayboluncaya kadar, ardımızdan, ona baktıkça bize el salladı.

Dipdiri bakışları, hâlâ gözümün önünde:

Işıltılı. Canlı. Ümitle dolu. Müjdeli yarınların ufkuna odaklı.

O sene;

Ravza-i Mutahhara’da da bir başka şahsa rastladım. Osmanlı’nın bina ettiği kısımları öve öve bitiremiyordu. Yüksek bir sesle çevresine duyura duyura anlatıyordu. Eski yapının yenisinden daha sağlam olduğunu hayran hayran dile getiriyordu. Aslında meramı, hâlinden de bariz bir şekilde anlaşılıyordu ki, hem bir hakikati tekrarlamak hem de bizlere olan muhabbetini ve samimî kardeşlik duygularını ifade etmekti.

Daha niceleriyle birlikte hepsinin hâli;

Sadece muhabbetti. Tertemiz kardeşlikti. Sâfiyâne bir rahmet ve fazîlet doluydu.

Belli ki, hepsi de;

Hazret-i Peygamber’in orada gönül gözleriyle buluşan bakışlarından Nûr-i Muhammedî’yi içmişti. O’nun hakikatinde şuur ve huzurun ne olduğunu idrak etmişti.

O’nun hakikatinde gerçek kardeşliği, tam mânâsıyla öğrenmişti ve kardeşlerine yansıtarak yaşıyordu.

Bu;

Ne büyük bir hakikatti!

Hele;

İnsanları vampirleştiren cehâlet harmanı bir dünyada ne muazzam bir hakikatti.

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi…

diye tarif edilen cehâlet devrini aşarak;

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu…

anlayışına ulaşan saâdet asrının ve fazîletler medeniyetinin devam eden muhteşem hakikatiydi.

Nebevî eğitimin en temel hakikatiydi.

Bu hakikatin bütün özü de;

Kâmil îmân idi. Kâmil irfan idi. Kâmil ahlâk idi. Kâmil bir sevdâ idi.

Bin bir kemâlât ile;

Aşk-ı Peygamber etrafında; «Lebbeyk!» diyerek pervâne olmaktı. Nasıl ki güneşin etrafında en doğru eksenle pervâne olan gezegenler arasında milyonla seneler geçse de herhangi bir trafik kazası olmuyorsa, hakikat güneşi olan Efendimiz’in etrafında da aynı mânâ ve şuur ile aşk pervânesi olan gönüller aynı hikmet ve rahmetten nasibdar idiler.

O gönüller;

Siyah, sarı, beyaz, kırmızı, buğday, esmer her çeşidiyle mübârek eşikte bir arada bambaşka bir güzellik oluşturmaktaydı. Bir çiçek bahçesi misali. Her renkten çiçeklerin oluşturduğu güzîde bir cennet bahçesi.

Bir yanda Bâb-ı Selâm önünde;

«Yâ Rasûlâllah!» diye inleyen yürekler.

Bir yanda, o eşikten bâd-ı sabâ misali sesli-sessiz salât ü selâmlarla içeri süzülen sîneler.

Bir yanda, rûhuyla şebeke-i Peygamber önünde yere serilen bağrı yanıklar.

Bir yanda, önündeki perdelerin ardını görmek için hıçkıran gözler.

Bir yanda; her biri, çöl sıcağında kavrulmuş bir sahrâ misali suya hasretle gelmiş canlar.

Bir yanda, dinmeyen bir hicran ateşiyle fokurdayan gönüller.

Kimi Iraklı. Kimi Suriyeli. Kimi Filistinli. Kimi Sudanlı, Seylânlı, Afganistanlı, Amerikalı, Afrikalı, Avrupalı, Asyalı, Türkiyeli.

Hepsi de;

Ebedî kandilidir nûr-i Muhammed beşerin,
Bir hilâl ol, o güneşten yana artar değerin… (Seyrî)

idrâki içinde mübârek eşikte boyun bükmüş.

Kiminin rûhu gibi vücudu da sahrâlarda yanmış. Alnı; kızgın zemin üstünde secde ede ede yaralanmış, iz iz olmuş. Kiminin derdini sadece yıldızlar biliyor. Kiminin esrârı sadece gecelere âşikâr. Kimi hiç uyku görmemiş.

Hepsinde aynı aşk.

Aynı îman.

Aynı istikamet.

Sayısız farklılığın oluşturduğu aynılık. O aynılıkta meydana gelen müthiş güzellik.

Kalabalık mü’min gönüller;

Aynı safta açan namaz çiçekleri gibi. Her tekbirde yaprak yaprak açılan namaz çiçekleri. Gül-i Muhammedî’nin şebnemlerini içerek yeşermiş rengârenk çiçeklerin oluşturduğu öylesine ihtişamlı bir güzellik ki bu, tariflere sığmaz.

Düzgün saflar hâlinde;

Renk renk îman çiçekleri. Renk renk muhabbet çiçekleri. Renk renk kardeşlik çiçekleri.

Her çeşit güzellikte ve renkte çiçek bir arada. Her birinin rengi gibi âhengi de farklı, hâli de farklı, güzelliği de farklı, duruşu da farklı, kıymeti de farklı.

Fakat;

Hepsinin de bahçesi aynı. Kıblesi aynı. İstikameti aynı. Aşkı aynı.

Tevhîdi aynı.

Kelime-i şahâdeti aynı.

Sayısız farklılık içinde muazzam aynılık.

Bu hakikatin en olgun ölçülerle, en mükemmel seviyede başarılabilmesi ise, müthiş muvaffakiyet.

Cihanın en büyük zaferi.

Bu da;

Yegâne vesile olarak Hazret-i Peygamber’e ait.

Lütuf itibarıyla da yegâne sahibine, yani yüce Allâh’a ait.

Bütün insanlığın muhtaç olduğu yegâne hakikat bu.

Bu hakikatin halkasında olmasına rağmen, bugün ehl-i İslâm’ın ihtiyacı da bu minvalde. Çünkü dünyanın her köşesinde cirit atan zulmün acıları yanında; bir de kardeşlik imtihanında yaşanan sancılar, âlem-i İslâm’ı harabeye döndürmekte.

Bu bakımdan;

Her şeyden önce;

Kardeşliklerdeki cehâlet ve nefsâniyeti, illâ ki hakikat ve rûhâniyete, olgunluk ve fedâkârlığa erdirmeli.

Maddî ve mânevî her eğitim, mutlaka cehâletten hakikate doğru gerçekleşmeli. Hamlıktan olgunluğa doğru olmalı. Haset ve hınçtan fazîlet ve fedâkârlığa hicret etmeli. Ayaklar çelmeye değil, hizmet yarışına koşmalı. Kişi; hararetle başkasının değil, kendisinin noksanlarını ve hatalarını düzeltme çırpınışı içinde olmalı.

O zaman rota;

Gerçekten de cehâletten hakikate doğru olur.

Her ne kadar zamâne eğitimindeki ilim kirliliği buna müsait olmasa da, gönülleri arı duru hâle getiren tasavvufun kalp ve nefs eğitimi sayesinde mesafe almak, Hazret-i Peygamber’in âhirzaman ümmeti arasında O’nun kardeşlerinden olmak mümkün.

Bu mümküne, mutlaka koşa koşa yönelmek, şart.

Çünkü bugün bütün dünyada;

Sarılması gereken yaralar çok. Silinmesi gereken gözyaşları çok. Elinden tutulması gereken kolsuzlar, ayaksızlar çok.

Mazlumların niceleri, sahipsiz.

Mağdurların ve mahrumların niceleri, çaresiz.

Hastaların niceleri, doktorsuz ve ilâçsız.

Bebelerin niceleri, annesiz ve babasız.

Hâl böyleyken;

Nice nesiller de cehâlet tuzaklarında sefil ve gafil.

Boş heveslerin kurbanı.

Kalbi devreden çıkaran kirli bilgilerin zebûnu.

Sadece nefsânî akla güvendiren yaklaşımların perişanı.

Üstelik çoğu, bu vaziyeti de görmüyor.

Çünkü kuru akla körü körüne kapılmış. Müteverrim filozofların virüslü felsefeleri ile aklı hasarlı hâle gelmiş. Aklı, her şeye hükmedecek bir put zannediyor. Kuru aklın, hayat ve ölüm gerçeği karşısında ne kadar âciz ve hükümsüz olduğunu göremiyor. Düşünmüyor ki, belli bir mesafe dâhilinde göz görür. Gördüğü kadar fikir sahibi olur. Kulak da öyle, diğer özelliklerimiz de. O sınırların ötesini her akıl; görmüyor ki, uyduruk hayallerle gerçekten daha kuvvetli hakikatler diye kendini ve başkasını her kandırmanın sonunda mutlaka bir hüsrana çarpıp devrilmiştir.

Yine görmüyor ki akıl, kendi başına sadece bir hiçtir. Nefsânî çalkantıların içinde bir saman çöpü gibidir. Onu merkeze alıp da koca bir tufanda o çöpü kurtuluş gemisi zanneden her gafil, Hazret-i Nuh’un oğlu gibi boğulup gitmiştir.

Görmeli ki akıl ancak;

Vahye teslim olduğu zaman yeşermeye başlar. Vahyin içinde muazzam bir nimettir o. Vahiyden beslenen her akıl, kendi çapının kat kat fevkinde bir kabiliyet zirvesidir.

Görmeli ki akıllara;

Vahyin en mühim idrak ayarı, takvâdır. En akıllı kimse, takvâya en güzel şekilde sarılan kimsedir. Çünkü ehl-i takvâ, iki dünyada da kazanç içindedir. Takvâlı kullar, Hakk’ın övgüsüne mazhardırlar. İlimde de takvâ, ahlâkta da takvâ, ibâdette de takvâ, zenginlik ve fakirlikte de takvâ; daima insanı en üstün olma makamına eriştirir. İşte bu yükselişe basamak olan akıl, gerçek bir akıldır. Basîretlidir. Bilgilidir. Kıymetlidir.

İşte aklın eğitimi bu merkezde gerçekleşmeli ki, gidişat cehâletten hakikate doğru olsun.

Yani ilimle birlikte aklın eğitimi, zarûrî.

Mübârek topraklara hac ve umre için gidildiğinde herkes ihrama bürünür. Kefen iklimine girer. İhramdan çıkana kadar da hiçbir şekilde «refes» de yoktur, «fısk» da yoktur, «cidal» de yoktur. Bir tel saç koparmak da yoktur, bir tel ot koparmak da. Cidal ve öfkenin en büyüğü de yasaktır, en küçüğü de.

Niçin?

Nefsânî akıl ve iradenin eğitilmesi için.

Çünkü;

İblis, akıl yüzünden Allah ile cidâle kalkıştı. Ondaki nefsânî akıl, arsızlık sergiledi ve kovuldu. Olgun ve basîretli olamadı. Çünkü kendini eğitemedi.

Haddi zâtında;

Her aklın ham şekli, ne kadar bilgili de olsa, nefsânîdir. O ancak sıkı bir eğitimden sonra rûhânîleşir. Makbul olan akıl da budur. Yani ancak rûhânî akıl; basîretli, olgun ve değerlidir. Ancak bu akıl, ahmaklık denilen mayına basmadan yürümesini bilir. Bu akıl; yine sadece bir damladır, ama deryasına teslim olmasını bildiği için, uçsuz bucaksız bir deniz gibidir.

Bu akıl, sahibiyle birlikte ve emn u selâmetle ebedî kurtuluşa mazhar olurken; nefsânî akıl, durmadan mayınlara basarak yol alan bir gafil vaziyetinde yaşar. Kendini de sahibini de helâk eder.

İblisin düştüğü vartanın özeti budur:

Nefsânî akla istinat etmesi.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak ona;

“–Sen mi üstünsün, Âdem mi? Ne dersin?” demedi ki!

Sadece;

“–Âdem’e secde et!” diye emretti.

Ama nefsânî akla istinat yüzünden şeytan, bu emri ve sırrını idrak edemedi. Cenâb-ı Hakk’ın; «Ben böyle irade ve hükmettim!» mâhiyetinde kâinat sayfasına vurduğu kudret mührünü okuyamadı, anlayamadı. O emrin mühründen başka hiçbir hüküm ve hakikat olmadığı hâlde, varmış gibi akıl yürüttü. Ebedî helâk eden bir kibrin ve gururun felâketine düştü. Üstelik yine nefsânî akla istinat etti ve Allâh’ı suçlamak gibi öncekinden daha tehlikeli bir ahmaklık sergiledi. İlâhî gazaba uğradı. Fakat yine nefsânî akla istinat edip daha da ahmaklaştı ve hâşâ Cenâb-ı Hakk’a düşmanlık ve hasımlığa kalkıştı. Artık olan oldu. Huzûr-i ilâhîden ebediyyen kovuldu. Zebûn oldu. Dehşetli azapların mahkûmu oldu. Her türlü tevbe ve af kapısı kapandı. Mel’unluğun nişânesi ve düşmanlığın en rezil örneği olarak sonsuz hüsrana ve mağlûbiyete yuvarlandı.

İnsanlar arasında o hüsrana düşenlerin vaziyeti de hep bu gaflet yüzündendir.

Çünkü;

O gafletin uykusu, ceset uykusundan daha ağır ve beter. Beden uyurken göz vardır, ama görmez. Kulak vardır, ama işitmez. Akıl vardır, ama çalışmaz. Gönül vardır, ama hissetmez. Gaflet uykusunda ise insan; daha ağır bir şekilde âmâdır, sağırdır, taş kalplidir, iradesiz ve akılsızdır.

Bunun içindir ki gaflet kurbanı olanlar, her hususta küt bir yapı hâlinde olurlar. Kendisini bir «nutfe»den yaratan kudret karşısında bir hiç ve sadece muhtaç olduğu hâlde, hasmâne bir tutuma kalkışırlar. Bu vaziyette;

Nefsi şaşkın, aklı kıt kul, Hakk’ı noksan zanneder… (Seyrî)

şeklinde bir cehâlete düşerler.

O cehâlet içinde;

Zannettikleri noksanı telâfi edercesine şaşkın nefislerini ve kıt akıllarını devreye sokarlar. Dinde bile ayar yapmaya yeltenirler. Tarihselcilik ve reform gibi yaklaşımlarla gafletin en sefilini sergilerler. Kendi yetersiz, tıkanık ve kem akıllarına istinat ederek; sonsuz âlemlerde bir zerre şaşmayan yüce kudretin akl-ı küllünü güyâ tashihe kalkışırlar. Kur’ân’da buyurulan;

“Onların çoğu zanna uyarlar; gerçekte ise zan, hakikat karşısında bir şey ifade etmez.” (Yûnus, 36)

“Onlardan birtakımı (da), Kitap’ta olmadığı hâlde Kitap’tan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı hâlde; «Allah katındandır.» derler, bile bile Allâh’a karşı yalan söylerler.” (Âl-i İmrân, 78) mealindeki beyanları ve îkazları idrak edemezler de âyetleri dar bir bakışla açıklamaya cür’et ile Hakk’a karşı küstahlıkta bulunurlar.

Göremezler ki, neticede kaybeden, dünyada da âhirette de kendileri olmaktadır.

Bu, hevâ ve hevesin put hâline gelmesinin kötü bir neticesidir.

O putu;

«Lâ ilâhe» ile kırmaktan başka çare yok.

Çünkü o put kırılmadıkça cehâletten hakikate ilmin kapısı açılmaz. İnsan, ömrünü ilme gömse de durum değişmez. Çünkü nefsâniyet putuna esir hareket eden ilim anlayışı, aklı ancak şizofren ölçüleri ile çalıştırır. Fakat şizofren terazisi ile aklı kullanmak; irade de değildir, ilim de değildir, ufuk da değildir. Aklı cehenneme sürükleyen bilgi ve fikir; ne kadar akıllıcadır yahut ne kadar maharettir?

Hiç.

O hâlde;

İnsan, nasıl olur da bile bile yanlışa ve gaflete kapılır?

Aslında kapılmaz ama iblisten mikrop kapanlar, aynı hastalığa yakalanıyor. O hastalıkta tedavi yaklaşımı da iblisâne olduğunda şifâ imkânsızlaşıyor.

Ârıza;

Gaflet dolu beraberliklerin zihnî beraberliğe, zihnî beraberliklerin de kalbî beraberliğe dönüşmesinden kaynaklanıyor.

İmâm-ı Gazâlî buyurur:

“Zihnî beraberlik, kalbî beraberliğe götürür.”

Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:

“Cahil insanlarla görüşüp konuşmayı tufan bil!”

Nazargâh-ı ilâhî olan gönlü darmadağın eden bir tehlike bu.

Onun için;

Fâsıklarla bir arada bulunmak gibi bir gafletten son derece sakınmak ve kaçınmak gerek. Şayet herhangi bir zaruret hâsıl olursa; âdeta def-i hâcet için abdesthânede ne kadar duruluyorsa, o kadarını aşmamalı. Nasıl ki insan; ihtiyacını gördükten sonra helâ ortamında fazladan duramaz, hemen kendisini dışarı atar, işte fâsıklarla bir arada oluş mecburiyetleri de aynı böyle olmalı. Zarûrî ihtiyaç biter bitmez fâsığın mikroplu ekseninden derhâl şifâ eksenine ve rahmet iklimine can atmalıdır.

Hayat rotası;

Daima cehâletten hakikate olmalı.

Gafletten uyanışa, zulmetten nûra, nefsâniyetten rûhâniyete, dünyadan âhirete, damladan deryaya, maddeden mânâya, gurbetten vuslata, şerden hayra, cehennemden cennete doğru olmalı.

Bu yolda en büyük engel, nefsânî akıl ve kuru bilgidir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gönül ehlinin bilgileri, kendilerini taşır; beden ehlinin bilgileri ise, kendilerine yük olmuştur.

Gönle akseden, gönlü nurlandıran bilgi; insana yâr olur, yararlı olur. Fakat bedene vuran, bedende kalan bilgi; sahibine yük olur. Çünkü Cenâb-ı Hak;

«Din kitabını taşıyıp da onunla amel etmeyenler, kitap taşıyan eşeğe benzer.» (el-Cumua, 5) diye buyurdu.

Hakikati bildirmeyen, Hak’tan olmayan bilgi; gerçekten insana yük.

Hak’tan gelmeyen o bilgi; gelin süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi durmaz, uçar gider.

Fakat, çalışarak elde ettiğin bu bilgi yükünü, iyi taşırsan ve öğrendiğini yaşarsan, etrafına yararlı olursan; yükünü alırlar, sana mânevî zevkler bağışlarlar.

Aklını başına al da bu bilgi yükünü; şöhret için, dünyalık için, nefsânî arzular için taşıma. Taşıma da gönlündeki ilâhî bilgi hazinesini gör.

Uyan ey hakikati göremeyen kişi!

Suçların dört kat olmasın!

Sen; «Ben filân kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor?» diye ona buna haset ediyorsun.

Oysa haset, bütün aşağılıklardan aşağı beter bir şey.

Şeytan da aşağılıktan utandığı, yani Hazret-i Âdem’e secde etmenin ve onu üstün görmenin kendisini küçük düşüreceğini sandığı için, alçaldı; yüz­lerce kötülüğe düştü.

O; topraktan yaratılan Âdem’in ilâhî halîfe olmasına haset ederek, ona secde etmedi de, böylece kendisini yüceltmek istedi. Fakat yücelik ne­rede kaldı? Gözlerinden kanlı yaşlar boşaldı.

Ebû Cehil de asil, fakat yetim ve servetsiz bulunan Hazret-i Ahmed’in, Allâh’ın elçisi olmasına haset etti de, hasedi yüzünden kendisini aziz Peygamberimiz’den üstün tutmaya kalkıştı. Kalkıştı ama, adı; Ebu’l-Hakem iken, Ebû Cehil oldu.

Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden ehliyetsiz olmuşlardır.

Ben insanların çalışıp çabaladıkları, didinip durdukları bu arayış dünyasında, iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.

Sen de;

Fazîlet ve üstünlük dâvâsından, dolayısıyla, kendini fazîletli, başkalarından üstün, fende ve ilimde ileri gitmiş görerek, küstahlığa kapılmaktan vazgeç. Çünkü Hak yolunda işe yarayan amel, Allah rızâsı için insanlara hizmette bulunmaktır, iyi huylu olmaktır.”

Bu itibarla;

Asıl cahil, okur-yazar olmayana demezler. Okuyup yazmanın irfânına erememiş kimseye derler. Çünkü onlar sayısız ilâhî sanatı görür de hepsinin sanatkârsız meydana geldiğini zanneder. Zanları üzerine hayallerle dolu bilgi yığınları oluşturur. Hakikatten mahrum ve uzak yaşar. Neyzen Tevfik sarih söylemiş:

Değil binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca varlıklar;
Sen’in hep gölgeni sevmiş, özünden bî-haber gitmiş.

Çünkü;

Özden haberdar olmak, zorlu mesele. Çile var, sabır var, fedâkârlık var, gayret, yine gayret var. Yani cehâletin hiç sevmediği hususlar var. Bu sebeple herkesin harcı değil. Hele ki cehâletin geçici rahatlığı ve tatlı dili karşısında doğruda ve hakikatte sebat edebilmek, tamamen basîretli bir akıl, şuur, irade ve dirâyet ister. Hazret-i Mevlânâ buna dikkat çekerek buyurur:

“Cahil kişi, çocuğunu tatlı diller dökerek aldatan ana gibidir. O ana, durmadan babaya açıkça der ki:

«‒Çocuğum mektepten bıktı, usandı. Başka bir hanımdan doğsaydı ona bu kadar cefâda bulunmazdın, onu bu kadar sıkmazdın. Bu çocuğum, senden olmasaydı, bunu ben doğurmasaydım, başka bir ana doğursaydı, o ana da bu sözü söylerdi.»

Kendine gel;

Böyle bir anadan kaç; onun can yakan, cehâlete düşüren merhameti kendinin olsun!

Babanın ilim to­kadı, onun helvasından daha tatlıdır.

Dikkat et ey kişi,

Buradaki ana, beşeriyet nefsidir. Baba da ilâhî akıl. O akla ayak uyduran, önce sıkıntı çe­ker ama, sonunda rahata kavuşur. Yüzlerce ferahlık bulur.”

İlimde böyle bir nasibinin yolunu Molla Câmî, şöyle açıklar:

“Öğretici kimdir?

Aşktır.

Sükût köşesi de, öğrenmenin dershânesi.

Ders konusu ise, hayret.

Benim gönlüm de o mektepte ders okuyan bir çocuk.”

Tabiî o çocuk, gafletin anası olan nefse ve kuru bilgiye kapılmadıkça okuduğu ilmin basamakları mîrâca doğru olur. Cehâletten hakikate ulaşır.

Sırf bunu idrak bile başlı başına bir ilimdir. Bu idrak için Hazret-i Mevlânâ doğrudan hitap eder:

“Ey cahil ve gafil kişi!

Sen sinek kanatlı olduğun için çok aşağılarda uçabiliyorsun, yükseklere çıkamıyorsun. Yüksek konuları kavrayamıyorsun.

Ey gafil!

Aklın yücelere doğru uçuyor, ama taklit kuşun aşağılarda yemleniyor.

Taklit bilgisi, yani okumakla, işitmekle öğrenilen bilgi; rûhumuza ve­baldir. O bilgi iğretidir. Bizse, o bizim malımız diye oturup kalmışız.

Taklit bilgisi ile akıl sahibi olmaktansa, bilgisiz kalmak ve işi deliliğe vurmak daha iyidir.”

Özetleyecek olursak;

Deryâya karşı damla iken zanneder deniz,
İnsan, bu gafletiyle ne öğrense, bilgisiz.
İlmin Hudâ’da ey kişi, sonsuz hazînesi,
Tahsilde evvelâ bunu idrak, vazîfemiz…

Yok et gurur cehâletinin bilgi fendini,
Allâh’a bir şey öğretecek sanma kendini,
Aslā, övünme nefsinin aklıyla, kabri gör,
Ey yolcu, ölmeden tanı sonsuz efendini!

Ömrünce nûr-i Ahmed’e pervâne ol, yaşa,
Tam uy Kitap ve Sünnet’e, taç giydirir başa,
Âhirzamanda kardeşi ol sen de Server’in,
Seyrî, o Gül ki, bülbül eder baksa bir taşa! (Seyrî)