BİR DEFTER AÇALIM…

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır. (Yûnus Emre)

Şiir; hayatımızdan uzaklaşırken yerini, kolay söylenen şarkı sözleri aldı ve bunları söyleyenler; “Ben şairim.” diyerek ortalarda dolaşıp, gündemi işgal etmekte mahzur görmüyorlar. Yüzakı Dergisi, şiiri gündemde tutmak için direniyor. Dergideki yazılarımın bir kısmı «Mısralarla Konuşsak» ismiyle kitap olunca, okuyanlardan bir kısmı;

“Yazılarınıza aldığınız mısraların bir kısmının büyüsüne kapılıp, şiir kitabını bulmaya çalışıyor ve şiirin tamamını okuyoruz.” diyerek teşekkür ediyorlar.

“Dînimizi neden yaşayamıyoruz?” sorusunu kendimize sorup, cevabını bulmak zorundayız. Fert fert düzelerek, cemiyetimizi düzeltebiliriz. Şikâyetlerimizi asırlar önce Yûnus Emre Hazretleri de yaşamış, okurken hayran olacağımız mısraları o söylemiştir:

İşitin ey ulular, âhirzaman olmuştur…
Sağ müslüman seyrektir, o da güman olmuştur…

Danışman okur tutmaz, derviş yolun gözetmez,
Bu halk öğüt işitmez, ne sarp zaman olmuştur…

Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı,
Yediği yoksul eti, içtiği kan olmuştur…

Birbirin yavuz sanır, ettiği kalır sanır,
Yarın mahşer gününde, işi yaman olmuştur…

Danışma makamında olanları, haram yiyenleri; iyilik yapacak güçte olanları, zulmedenleri hicveden bundan güzel bir şiir olamaz. «Yüzyıllar içinde ve bugün, ders alınıyor mu?» sorusunun cevabı; «Hayır.» olacaktır. Bize hep, olumlu düşünmek öğütlenir. Olumlu düşünmek, hakkını vererek düşünmedikçe, çare aramadıkça, bulduğumuz çareyi uygulamadıkça; boş yere kendimizi avutmak olacaktır.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyuruluyor.

Okumak, düşünmektir. Her emri, ayrı ayrı hayata geçirmektir. Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in hayatını dikkatle okumak, her ânını hayatımıza uygulayabilmektir. Âbide şahsiyetlerin hayatını, dikkatle incelemektir. Öğrendiklerimizi; ailemizle, çevremizle yaşayabilmektir. Bu konuda konuşanların ve yazanların sorumluluğu büyüktür. Biz, yaşamadan yazıyorsak, anlatıyorsak tesirli olabilir miyiz? İsraftan söz ederken evlerimiz müze gibiyse… Giysilerimiz pahalı ve marka giysilerse… İnsanların karşısında, hitâbetimizin gücünden faydalanarak konuşuyor ve ikna etmeye kalkıyorsak; bir an alkışlar ve sevgi gösterileriyle karşılaşabiliriz. Geçici mutlulukların hazzını yaşarken bizi biz yapan değerlerin farkında olamamanın şanssızlığını yaşadığımızı birileri bize söylemiyorsa, hep beraber günahları yaşamış olmaz mıyız?

“Çok şükür Ramazân’ı gönlümüzce yaşadık, zekâtlarımızı verdik…” diyebiliyor muyuz?

“(O mü’minlerin) mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak vardır.” (el-Meâric, 24-25) emrini yerine getiremediğimizi düşünüyorum. Ben bir vatandaş olarak, akrabalarımın, komşularımın ve tanıdıklarımın hayatını yakından takip edebiliyor muyum? Bir anlık gafletim, benim farkına varamadığım bir günahın içinde olmama sebep olacaktır. Ayrıca onlara zekât diye de veremem.

Bir memur aile, aylardır et almamışsa, onlara et göndermek için kurban bayramını mı bekleyelim? Bir bahane bularak, onları incitmeyecek şekilde ihtiyaçlarını gidermenin yollarını arayabiliriz. Aldığımız ballı-tereyağını markalı kaplarından boşaltıp; «Bize memleketten geldi.» diyebiliriz. Bütün bu düşünceleri, incelikleri; rahmetli annem bana yaşatarak öğretmişti.

Şu anda belediyelerimiz ve devletimiz, muhtaç durumda olan evlere çok şükür başarıyla ulaşabiliyorlar. İsteyemeyen sessiz çoğunluğun evlerine ulaşmanın da projeleri yapılmalı. Gelir seviyesine ve hane halkı sayısına göre; doğalgazına, yiyecek maddelerine katkıda bulunmak mümkündür. Muhtarlıkları geliştirerek, mahalle ihtiyar heyetleri vasıtasıyla o evlere ulaşmak da mümkün olacaktır. Âkif’in Kocakarıyla Ömer manzum hikâyesini dikkatle okuyan, anlayan idarecilere ve bu duyguları dile getiren yazar ve konuşmacılara ihtiyacımız var.

Cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerîmede bizi tekrar tekrar uyarıyor:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Ramazân-ı şerîfi duâlarla uğurladık, bayrama hazırlıklar yaptık. Evlerimizi temizledik, camlarımızı pırıl pırıl sildik, yeni giysiler aldık ve kendimize sorabildik mi:

“İçimizi de camlarımız gibi pırıl pırıl yapabildik mi, takvâ elbisesini giyebildik mi?..”

Peygamber Efendimiz’in hayatındaki güzel örnekleri okumakla ve dinlemekle kalmayalım. O örnekleri nasıl hayata geçireceğimizin yollarını arayalım. Hanımlarımız, yemek programlarını dikkatle dinlerler. Bir bölümünü bile atlamadan yazarlar, uyguladıkları zaman ev halkından;

“Ne güzel olmuş, eline sağlık…” demelerini beklerler. Aynı metodu nedense dînî konularda beceremiyoruz.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; bir hurmayla bir günü geçirdiği, giyile giyile yıpranmış bir elbiseyle rûhunu teslim ettiği… örneklerini ağlayarak dinleriz. Oradan ayrıldığımızda yine hayatımız devam eder. Oysa uygulamalarla hayatımız değişebilir. Okuduk, dinledik, duygulandık, bu hassas ânımız geçmeden, kâğıdı-kalemi alıp hayatımızdaki lüks olanları yazalım. Evin düzeni, dolabımızdaki giysiler, yiyeceklerimiz… madde madde yazalım.

En az haftada bir gün, zor durumda olanların sofralarını düşünelim. Meselâ bulgur çorbası yapalım, kızartmadan bayat ekmek yiyelim.

Müze gibi olan evimizdeki ihtiyacımız dışındaki süs eşyalarını, gümüşlerimizi yavaş yavaş hediye edelim. Evimizi en sade şekline dönüştürelim.

Ayrıca bu süs eşyalarının bakımı, temizliği vakit alıyor, hayatımızdan dakikalarımızı çalıyorlar. Hırsız için kapımızı kilitlerken, dakikalarımızın çalınmasına müsaade mi edelim?

Biraz ucuz almak için büyük marketlere mi gidelim; yoksa mahallemizin bakkalını, kasabını, yemişçisini, kırtasiyecisini mi düşünelim? Onların ayakta kalmasını mı sağlayalım?

İdarî mekanizma olarak da bu konuda hassâsiyetimiz olmalı. Bir zamanlar marketler yoktu, sonra belli bölgelere kuruldu. Yakın zamanda mahalle aralarına geldiler. Şu anda bizim mahallenin bize yakın bölümünde beş tane market var. Mahallenin diğer bölümlerinde de onlar var. Küçük dükkânlar nefes alamaz hâle geldi. Kazanç aynı ellerde toplanıyor. Karar bizim…

Büyükler;

“Kalpten kalbe yol vardır.” derlerdi.

Molla Câmî; “Bir gönül al ki, hacc-ı ekber olsun.” derken, Yûnus Emre Hazretleri;

Çalış, kazan, ye, yedir; bir gönül ele getir,
Yüz Kâbe’den yeğrektir, bir gönül ziyareti.

diyor.

İlâhî nazarların insandaki tecellîgâhı kalptir. Bir gönül kazanmakla hacca gitmiş gibi olmaktayız. Hacca giderken kırgın olduklarımıza uğrarız veya telefon ederiz. Nedense döndükten sonra kırılmaya devam ederiz. Karar versek; «kırmayacağım ve kırılmayacağım» diye. Aslında kalp kırarken, farkına varmadan Allâh’ın emirlerine karşı gelmiş oluyoruz. Peygamber Efendimiz’in hayatındaki; yanlışları kırmadan söyleyiş metodunu hayatımıza geçirmek çok mu zor?

“Çalış, kazan, ye, yedir!” diyor. Asırlar ötesine gidiyoruz. Dede Korkut Hikâyeleri’nde; “Bey, malına kıymadıkça şöhrete kavuşamaz, bey olamaz.” deniyor. Hikâyelerin değişik bölümlerinde; beylerin verdiği ziyafetlerden söz edilir. Eski Türk kitâbelerinde; açları doyurmaktan, çıplakları giydirmekten söz edilir.

“Bir kavme benzeyen onlardandır.” hadîsini okuduğumda sarsılmıştım. Giyimimizle, ev döşememizle, verdiğimiz reklâmlarla veya seyrettiğimiz reklâmlarla, çevirdiğimiz filmlerle veya seyrettiğimiz filmlerle hayatımızda farkına varmadan neler değişiyor? Daha sonra düşünürken;

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hûd, 113) âyet-i kerîmesini hatırlıyorum. Onlar, kendi hayatlarını ziyan ettikleri gibi, bizim hayatımızı da ateşe atacaklardır.

Bir reklâm veren iş adamı; reklâmında verdiği mesajlardan, kullanılan dil ve reklâmda oynayan kişilerin ahlâkî hassâsiyetlerinden sorumludur. Kazanç için hassas olmadığı noktalar, bir gün ondan hesap olarak sorulacaktır. O reklâmı izleyen bizler; düşüncelerimizi firmaya iletmezsek, düzelmezse malı almayacağımızı söylemezsek ve yazmazsak, aynı sorumluluğun içinde olacağız.

Yanlış insanlarla arkadaşlıktan uzak dururken, seyrettiklerimizi de seçmekle mükellefiz. Filmlerimizin müslüman ülkelerde reyting yapması neticesinde, ülkemizi tanıtıyor diye yetkililer övünüyor. “Aşk-ı Memnû dizisi ülkemizi tanıtıyor, öyleyse övünelim.” diyebilir miyiz?

Sonuç; bir defter açalım ve dînimizin emirlerini yaşatmak, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerini yerine getirmek için verdiğimiz her kararı yazalım ve hayatımızda uygulamaya söz vererek kendimizi eğitmeye çalışalım. Sözümüzü tutarsak, çevremize de faydalı oluruz. Ben, defterimi alıp yazmaya başlıyorum. Bir yıl sonra, sonuçları paylaşalım mı?

Bir önceki paragrafımızın en veciz şekilde söylenişi, Hazret-i Yûnus’un mısralarında dile geliyor:

Haram ile hamir tuttu cihanı,
Fesat işler eden, hürmetli oldu.