CÂHİLİYYE VE İSLÂM

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

«Câhiliyye», «câhillik» veya «câhile mensup» anlamında bir yapma masdar veya ism-i mensup olup «cehl» kelimesinden türemiştir. Şu anda «bilgisizlik» anlamında kullanılan «cehl» kelimesi, -geçen sayıdaki yazımızda bir vesileyle belirttiğimiz gibi- aslında «hilm»in mukabili olup «kişinin duygularına hâkim olamayarak istek ve arzularına yenilmesi, akıl ve mantık dairesinde sükûnetle hareket etmek yerine kibir ve gurura kapılarak taşkınlık sergilemesi ve kaba davranması» gibi anlamlara gelmektedir.1 Esasen kelimenin, dilimizde şu an bile zaman zaman bu anlamda kullanıldığı görülebilmektedir. Meselâ birinin yakışıksız bir davranışından mağdur olanı misliyle mukabelede bulunmaktan engellemeye çalışır ve onu yatıştırmaya çalışırken;

“O, bir cahillik etmiş artık; sen ona uyma!”, “O, cahilin biri işte!” gibi cümleler sarf edilir. Belki de «bilgisizlik» anlamının kelimenin asıl anlamı gibi kabul edilip şöhret bulmasının sebebi, kişinin durumu sükûnetle değerlendirebilecek kapasitede iken böyle yapmayıp nasıl sonuçlanacağını hiç hesap etmeden her işe atılmasıdır. Böyle bir kişi, her ne kadar bir işin sonucunu nazarî plânda ölçüp biçebilecek bilgiye sahipse de bu bilgiyi uygulamaya koymadığı için ondan fiilen mahrumdur ve bu bakımdan «cahil: Bilgisiz»dir!

Elbette İslâm öncesinde fiilî bilgisizlikle nazarî bilgisizlik bu şekilde birbirine eşit görülmüyordu. Aksine bu ikisi arasında böyle bir bağlantı kurulmadığı için cehâlet (: atılganlık, cesaret) son derece makbul addediliyordu. Çünkü halim-selim ve yumuşak huylu olmak, korkaklık ve pısırıklık olarak algılanıyordu. Bu ise son derece yerilen bir huydu. Ne diyordu câhiliyye şairi el-Findü’z-Zemânî:

وَبَعْضُ الْحِلْمِ عِنْدَ الْجَهْــــلِ لِـلـذِّلَّــةِ إِذْعَـــانُ
وَفِي الشّــــَرِّ نَجَاةٌ حِيـــنَ لَا يُنْجِيكَ إِحْسَانُ

Kabalık gösterilen anda hilim, akla zarar
Kurtuluş şerdedir elbet iyilik etmese kâr2

Amr bin Külsûm de, cahillikte başkalarını geçmekle şöyle övünüyordu:

أَلَا لَا يَجْهَلَنْ أَحَدٌ عَلَيْنَا فَنَجْهَلَ فَوْقَ جَهْلِ الْجَاهِلِينَا

Bize câhilce bir iş etmeye bir fert, ola âgâh!
Geçeriz cehl ile biz herkesi zîrâ alimallah!

Demek ki İslâm öncesinde cahillik hiç de yerilecek bir haslet değildi. Aksine o zaman insan ne kadar cahilse o kadar makbuldü. Çünkü o zaman cahil demek, yiğit ve atılgan demekti. Şeref ve haysiyetine leke getirmeyen, hakkını kimseye çiğnetmeyen, kimsenin önünde eğilip boyun bükmeyen, asla «alttan almayan» kimse demekti. Bu sebeple İslâm öncesinde tevâzu makbul değildi. Çünkü tevâzu, kişinin şeref ve haysiyet sahibi olmasına aykırıydı. O zaman makbul insan; kimseye eyvallah etmeyen, «burnundan kıl aldırmayan», kendine güveni sonsuz, mutlak istiğnâ sahibi kimseydi. Kendine güveni tam olduğundan kararlarında da yanılmaz, «bildiğini okur»du. Kendisi gibi kabîlesi de son derece mûteberdi. Dolayısıyla haklı ya da haksız olduğuna bakmaksızın her konuda onların yanında durur, gerektiğinde onlar uğrunda savaşmayı en büyük şeref bilirdi. Elbette böyle biri, hakaret olarak algıladığı en küçük bir hareketi kibrine yediremez ve mutlaka karşılık verirdi. Muhatabı da böyle olunca çok küçük olaylar büyük savaşlara yol açar ve yıllar boyu süren kan dâvâlarına sebep olurdu. Eyyâmu’l-Arab ve ahbâru’l-Arab denilen İslâm öncesi haberler, hep bu tür savaşların hikâyeleriyle doludur.

İslâm öncesinde makbul insan, ana hatlarıyla böyleydi. Kur’ân-ı Kerim okunduğunda, yaptığımız bu kaba tasvirin birçok delili bulunacaktır. Birçok âyette müşrikler, doğru ya da yanlış olduğunu düşünmeksizin atalarının yoluna uydukları için tenkit edilir; inatçı, kibirli ve küstah olarak nitelenirler. Hudeybiye Musâlâhası akdedilmeden önce müşriklerin, umre için gelmiş silâhsız müslümanları kışkırtmaya çalışmalarını ve müslümanların vakar ve sükûnetlerini muhafaza edişlerini söz konusu eden âyet, karakteristik Arap tavrını ve İslâm’ın onlara kazandırdığı değerleri göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir:

“O vakit ki, o kâfirlerin kalplerinde asabiyet, câhiliyye asabiyeti kaynadığı sırada, ona karşı Allah, gerek Rasûlü’nün, gerek mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi ve onları takvâ kelimesine bağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehildiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Feth, 48/26)

Mü’minlerin kalplerinin birbirine ısındırıldığını ve aralarında kardeşliğin tesis edildiğini belirten âyetlerin lâyıkı veçhile anlaşılması da ancak o zamanki kabîle yapısının ve asabiyet duygularının göz önünde bulundurulmasıyla mümkündür. Kur’ân-ı Kerim, kabîle yapısına dayalı toplum düzeni yerine, din ve ideal birliğine dayalı bir düzen kurmakla çok büyük bir inkılâp yapmıştır. Mü’minlerin kardeş olduğunu belirten Kur’ân-ı Kerim, önceki durumlarını ve nasıl bir felâketten kurtulduklarını onlara meâlen şöyle hatırlatır:

“Hepiniz toptan Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Ve Allâh’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşman iken, o sizin kalpleriniz arasında ülfet ve sevgi meydana getirdi de O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ve sizler ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyorken; O, sizi ondan kurtardı. Şimdi size böylece âyetlerini beyan ediyor ki hidâyete eresiniz.” (Âl-i İmrân, 3/103)

İşte Kur’ân-ı Kerim, Allâh’a karşı bile kibir ve istiğnâ içinde bulunan ve bunu bir meziyet olarak gören fertlerin oluşturduğu bir toplumdan Allâh’a teslim olmuş ve ona itaat eden bir toplum çıkardı. Onların cesaret, cömertlik ve iffet gibi güzel hasletlerindeki sivrilikleri törpüleyerek onları Allah yolunda kullanmalarını sağladı.

İslâm sayesinde hayatın her sahasına kayıt ve kurallar geldikten sonra eskiden pek makbul tutulan «cehl», yani sınır tanımadan âni tepkiler vermek, artık yerilen bir davranış tarzına dönüştü. Kur’ân-ı Kerim, bu şekilde yaşamaya «câhiliyye» adını verdi. Tabir caizse bir parça ideolojik olan bu isim, genellikle anlaşıldığı gibi yalnızca tarihteki bir devri, yani İslâm öncesini değil, her zaman ve zeminde İslâm’a aykırı bütün yaşantıları ifade eder. Nitekim bir keresinde boş bulunarak bir kardeşinin derisinin siyahlığını îmâ eden hakaretâmiz bir cümle sarf eden bir sahâbîye Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Sende hâlâ câhiliyye kalıntıları görüyorum.” buyurması pek meşhurdur.

Câhiliyye kapanıp gitmiş bir devir olmadığına göre kendimizi devamlı murakabe hâlinde tutarak câhilî düşünce ve davranışlardan korunmak Müslümanlığımızın öncelikli şartıdır.
__________________

1 Cehâletin bu anlamı hakkında geniş bilgi için bkz. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selâhattin AYAZ), İst:, Pınar Yayınları, ts., s. 52 vd.
2 Ebû Temmâm, Dîvânu’l-Hamâse, I-II, Kâhire: el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1927, I, 7.