Vuslat Bayramı İçin VAKİT VARKEN!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Son ânına şahit olduğum iki kişiyi hiç unutamıyorum.

Biri;

Eldeki vakti ziyanla geçirmiş, nefeslerinin bittiği yerde; «eyvah» dolu çaresiz bakışlarla çırpınıyordu. Gözleri büyümüş, dili tutulmuş, gırtlağı hırıltılarla dolmuştu. Her hâliyle pişmanlığın pençesinde; «Âh bir geri dönebilsem!» feryâdı idi âdeta son nefesi.

O anda fark ettiklerini yapacak vakti ne yazık ki yoktu.

Ama yapabilmek için neler vermezdi ki! Verirdi, fakat verecek hiçbir şeyi de yoktu. Vakit bitmiş, her şey bitmişti. Bütün emânetler, geri alınmış; canı da bedeni de elinden alınmıştı.

Çünkü her emânet, vakitle mukayyetti.

Sadece vakit varken, dağ gibi gayretler mümkündü. Vakit yokken ise, küçücük bir telâfi bile mümkün değildi. Bu gerçeğin acısı, herhâlde ona ölümün acısından daha ağır gelmişti. Ölüm vakti ne kadar ağır da olsa nihayet geçecekti, fakat vakit varken yapmadıklarının ıstırabı ve azabı hiç geçmeyecekti.

O kişinin;

Bu acı gerçekle biten ömrünün simsiyahlığı, cansız bedeninde korkunç bir iz bıraktı. Kim bilir rûhunun düştüğü vaziyet ne kadar ziyade korkunçtu!

Diğer kişi ise bunun tam tersi.

Tam yirmi sene evveldi. Umredeydim. Sıcak bir günün öğle civarı idi. Güneşin yakıcılığına aldırmayan aşk dolu pervâneler, Kâbe’nin etrafında felekler gibi dönüyordu. Fazla kalabalık da değildi. Onların hâli ve tavafın müsaitliği beni de cezbetti, aralarına katıldım. Âdeta dünyadan âhirete doğru muazzam ve mübârek bir dönüşün ortasında buldum kendimi. Üzerimizde uçuşan kuşlar gönlüme fısıldıyordu:

Dinle duy, lebbeyke çınlar her taraf,
Hıçkırır her sîne: Af yâ Rabbi, af!
Can Muhammed bizle eylerken tavaf,
Her şey Allah’tan gelen bir dil gibi…

O dile kulak verdikçe daha yakînen gördüm ki:

Simsiyah taş, nur saçan cennet süsü,
Feyz u rahmet kimsenin olmaz küsü,
Göz taşarken, Kâbe’nin pak örtüsü,
Can tesellî eyleyen mendil gibi…

O mendilde niceleri gözyaşlarını dindirmeye çalışırken niceleri de akıtmaya çalışıyordu. O esnada az ilerimde iri yarı babayiğit bir genç dikkatimi çekti. Nasıl da içten dönüyordu. Vücudunun iri yapılı oluşuna zıt bir incelikle, sanki tatlı bir kar tanesi gibi kimseye çarpmadan uçuyordu. Aşkın hararetinde erimeye kendini kurban etmiş bir kar tanesi gibi. Her şavtta ona denk geldikçe benim gönlüm de coşmaktaydı:

Bak nasıl pervâne olmuş Kâbe’de,
Bağrı âşıklar, yanan kandil gibi…
Bak şu İbrâhîm’e benzer, kalbi de,
Teslim etmiş boynu İsmâil gibi…

Rabbimin devranda «beytullâh»ı bu,
Sen tavâf et, buldurur Allâh’ı bu,
Bir harem mescid, Habib dergâhı bu,
Çağlıyor âşık yürekler Nil gibi…

Bu çağlayış, yer yer sesli duâların ortasında çok sessiz ve derindendi. Bembeyaz kefenler içinde nûra açılan gönüllerin çağlayışı idi bu:

Kıble eksen, sanki mahşer âlemi,
Bembeyaz ihram kefenler âdemi,
Sonra aşkın can diriltir zemzemi,
Her yudum, kevserle bir sâhil gibi… (Seyrî)

Tavafın son şavtına başlamıştım. Haceru’l-esvedi geçince yine o babayiğit gence rastladım. Üç adım önümde; öyle coşkun, öyle huzurlu, öyle canlı, öyle lâhûtî bir hâli vardı ki, tarifler ötesi. Az sonra hatîm kısmını geçtik. Rükn-i Yemânî’ye doğru aynı iştiyak, aynı aşk, aynı kanatlar ile kar tanesi gibi uçan o muhlis genç, orada Allâh’a vuslat aşkının hararetinde arzu ettiği erime noktasına geldi. Hafif bir sesle bu dünya bahçesinde son kez; «Allah!» dedi ve yine hiç kimseye çarpmadan yere uzanıverdi.

Koştular.

Yapılacak bir şey var mı diye damarına baktılar. Vefat etmişti. O kar tanesi, ezelden geldiği nûrun ebedî beraberliğine nâil olmuştu. Gurbette son kez; «Allah» demesinin güzelliği bir yana, artık vuslatta; «Allah» demeye başlayan hâli, cansız vücuduna bile öyle aksetmişti ki; Hak dostları hâriç, yaşayanlarda bu kadar güzel bir tebessüm görmemiştim.

İfade etmeliyim ki, insanın böylesine rahat ve kısa bir vakitte uykuya dalması bile mümkün değildi. Fakat nasipli genç, uykudan daha kolay bir şekilde ecel geçidinden öteye adım atmıştı.

Çünkü o;

Belli ki, vakit varken vazifelerini aşk ile yerine getirmişti. Vakit varken aşk ile îmânını yoğurmuş, irfan ekmeğini pişirip yemişti. Vakit varken ibâdete koşmuş, sağ omzundaki güzel sayfaları artırmıştı. Vakti varken kimseyi incitmemiş, incinmemişti. Vakit varken tavafa koşmuş, vakit varken yüce bir sevdâ ile vuslat pervânesi olmuştu.

Hâsılı bu dünyada vakit varken;

Mahşerdeki gerçek bayramın hazırlığını en güzel şekilde yapmıştı.

Vakit varken…

Yılda bir kez yaşadığımız Ramazân-ı şerif ve onun bayram iklimi; bizlere, işte bu hakikati talim için. Gerçek bayramın hazırlığı için.

Ramazân-ı şerif ve oruç, ebedî vuslata hazırlığın özel mevsimi.

Oruç ki;

Cenâb-ı Hakk’ın, insanoğluna verdiği değerin en güzel alâmetlerinden. Çünkü o, ilâhî hakikati itibarıyla asla bir aç kalma değil. Bilâkis açlık vesilesiyle Allâh’ın ahlâkına bürünmek.

Malûm; yüce Allah, yemekten ve içmekten münezzeh. Bütün varlıklar ise rızka muhtaç. Onlar içinde insanı, Cenâb-ı Hak; en şerefli bir mevkîde yarattığı için, kendi hususiyetlerinden niceleriyle bezemiş. Bir de, yemek ve içmekten münezzeh olma özelliğini de insana oruç vesilesiyle ikram etmekte. İnsanı yemek ve içmekten bir müddet uzak tutmakla Hazret-i Allah, onu kendi sıfatıyla yaşatmakta. Bu yakınlık ve sıfat beraberliği itibarıyla da buyurmakta ki:

“Oruç, Ben’im içindir. Onun mükâfatını Ben vereceğim.” (Buhârî, Savm, 9)

Her ibâdetin mükâfatını veren, zaten O. Ancak oruçla ilgili özel vurguda bulunması, ona daha özel bir mükâfat ihsan edeceği için. Çünkü gerçek mânâda oruç tutan kimse, Allâh’ın ahlâkına bürünen bir halilliğe / dostluğa nâil olmuş demektir.

İşte bütün bir ömrün kulluk mâhiyeti böyle olmalı. İlâhî ahlâk ve hususiyetlere sarılarak yaşanmalı. O zaman gerçek bayramın ebediyet berâtı nasip olur. Bilmeliyiz ki:

Ömrün Ramazan’dır günü, son akşamı bayram,
Biz vuslatın iftârına gurbette sahûruz… (Seyrî)

Gurbet sahurunda kulluk orucuna başlayıp onu bozmadan vuslat iftarına ulaşabilenler için sonsuz lütuf, kıyâmet bayramı. Herkesin feryatlar ve eyvahlar arasında perişan olduğu o nedâmet gününde kurtuluş bayramı.

Onun için bir ömür süren kulluk orucunu bozmadan tutabilmek gerek. Bunun yolu da; gönüllerimizin, îmanlarımızın, ahlâklarımızın, duygularımızın, kısacası hayatımızın Hazret-i Peygamber’e hicret etmesi. Bilhassa kötülüklerin arttığı, zulmün ve sefaletin çılgınlaştığı bir dünyada.

Çünkü;

Âhirzamanın sayısız kargaşaları, zulümleri, kötülükleri, günahları ve gaflet tezahürlerini, onlara mağlûp olmadan aşabilmenin yegâne yolu; Hazret-i Peygamber’e kalben, rûhen ve aşk ile hicret. Çünkü îmanlar, O’nun îmânı yanında doğru bir îman. Ahlâklar; O’nun ahlâkına hicret edebilirse, mükemmel.

O hicretin mâhiyeti de, sadece ihlâs ve takvâ ile kulluğa sarılmak. Kur’ân’a sarılmak. İslâm’ı bütün güzellikleriyle yaşamak. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ortalık kargaşa içindeyken ibâdet etmek (İslâm’ı benim gibi yaşamak), bana hicret etmek gibidir…” (Müslim, Fiten, 130)

En güzel bayram hazırlığı işte bu.

Böyle bir hazırlığın bayramı, gerçek bir bayram.

Bayram deyince düşünmeli:

Allah niye bayramlar veriyor?

Dünyada hiçbir zaman eksik olmayan onca ıstırabın ve zulmün ortasında insanoğlunun bayram yapabilecek bir hâli ve hakkı var mı?

Bir taraf kan revan hâlde acılar içindeyken, diğer tarafın sofra başında lezzetler içinde bayram hakkı var mı?

Kötülüklerin kasıp kavurduğu bir demde, nasıl bayram olur? İyilerin kötü hüsranlara rağmen bayram edecek bir vaziyeti var mı?

Kötülüklerin ortasında, zulümlerin karşısında, cansız bedenlerin içinde; bayram olur mu?

Hikmetsiz bir tefekkürle düşünülürse;

Elbette olmaz.

Fakat hikmetle düşünülürse, görülecektir ki:

Bayramlar; asla bir hak kullanma değil, feryatlara kulak tıkayarak neşelenme hiç değil; bilâkis, yüce lütuflara mazhar olabilmek için feryatlar ve mahrumlar karşısında bir vazife seferberliği. Hem de normal zamanlarda olamayacağı kadar büyük bir şevk ve iştiyakla edâ edilen bir gayret seferberliği. Tek başına yaşanan bir hakikat olmayıp başkalarıyla beraber gerçekleşen bir mâhiyet olduğundan dolayı; gözler ve gönüller için, başkalarının da hâlini fark etme seferberliği. İnsanın daha önce göremediği, görse de fark edemediği mahrumları, mazlumları, kimsesizleri de gündemine aldığı müthiş bir gönül seferberliği. Başkalarıyla beraber sevinç, onların üzüntü ve ıstıraplarını da gidermeye bağlı olduğundan bunu gerçekleştirme şevkinin arttığı merhamet ve şefkat seferberliği.

İşte Allah, bunun için yılda iki büyük bayram lutfetmiş.

Yani her iki bayram da;

Ebediyet sevincine ulaşabilmek üzere kimsesizlere sahip çıkılsın diye.

Zulmü durduracak adalet hamleleri dirilsin diye.

Mazlumların feryatlarına kulak verilsin diye.

Şefkat ve merhametler coşsun diye.

Mazlumların da yüzlerini güldürecek gayretler için.

Yetimlerin kucaklanması için.

Hâsılı bir bütün hâlinde muazzam bir kardeşlik yaşanması için.

Acıları şifâlara kavuşturacak şekilde. Zulmü adalete dönüştürecek şekilde. Gözyaşlarını dindirecek şekilde.

Bu itibarla;

Her dînî bayram, aslında bir merhamet bayramı. Hizmet yarışının bayramı. Gariplere sahip çıkma bayramı.

O ilâhî bayramlar, bunun için.

Onlara, insanlığın -can misali- her zaman ihtiyacı var. Çünkü dünya muzdariplerle dolu. Çünkü dünyada durmadan katliamlar yaşanıyor. Felâketler peş peşe sürüp gidiyor. Bir yanda güneş doğarken diğer yanda batıyor.

Ve bu fânî imtihan yurdu, mahşer gününde bayram edebileceklerle edemeyecekleri ayıklamak için çile ve sabır eleklerinde hiç durmadan insanlığı test ediyor. Zulümler, felâketler, haksızlıklar, katliamlar; yeryüzünde hiç eksik olmuyor. Bir tarafta bitmeden, diğer tarafta patlak veriyor. Hele müslüman mıntıkalarda.

Dünyayı adaletin avcunda huzurla idare etmiş olan Osmanlı’dan sonra İslâm toprakları, her türlü hunharlığın cirit attığı korumasız ve sahipsiz semtlere dönüştü. İki yüz yıldır; acılar, feryatlar, gözyaşı, kan ve irin… Müslümanların binlerle, milyonlarla katledildiği bölgelere batı tarifli insan hakları da, nedense ya hiç uğramıyor, ya da oralarda gözleri kapalı ve vicdanı ölü dolaşıyor. Sadece gayr-i müslimlere mahsus bir sinsilik içinde.

Hakikaten;

Ehl-i küfrün en insancıları bile müslümanların zulme uğramaları karşısında ille bir duyarsızlık hâlinde. Şayet mecbur kalırlarsa sadece vitrinde vah vah derken bile, arka mutfakta tempolu alkışlar tutuyorlar. Eskiden olduğu gibi. Dün bize yaşatılan zulümlerde yaptıkları gibi. O zulümlere ve mukabilindeki ehl-i küfrün medenî geçinenlerinin tavırlarına şahit olan M. Âkif’in yazdığı sancılı mısralar, bugün de aynen geçerli:

Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu cellâdı,
Utanmadan koca yirminci asrın evlâdı!

Nedense, vahdet-i İslâm’ı târumâr edeli,
Büyük tanındı, mukaddes bilindi zulmün eli!

Medenî Avrupa, bilmem, niye görmezdi bunu?

Süngü, kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen;
Yâhut işkenceler altında ecelsiz gömülen:
Ne soluk var, ne ışık var, ne otur var, ne durak,
İki-üç yüz kulaç altında zemînin, çıplak,
Aç, susuz işletilen kanları donmuş canlar,
Size milyonla desem, fazlası yok, eksiği var!

Dışarda kendisi mahkûm, içerde nâmûsu…
Esîri öldürüyor, bak ki, zulmün en koyusu!

Meriç’le Tunca’nın üstünde gördüğün kümeler,
Nedir bilir misin? Enkāz-ı târumâr-ı beşer!
Sarâyiçi’ndeki bîçâreler ki, hepsi kadın…
Kenâra vurmuş olan kısmıdır bu ecsâdın!
Nazarlarında sönen gözlerin sönük nazarı;
Kulaklarında civârın enîn-i muhtazarı;
Kucaklarında birer na‘ş-ı pâre pâre defin…
Ecelle uğraşıyor bir yığın kemik… Ne hazin!

Bu sancılı acı manzaralar karşısında ortaya çıkan netice; yılgınlık ve bitkinlik değil, bilâkis ilâhî adaletin bayram getirecek tecellîlerine mebnîdir. Âkif, bu gerçeği zalimlere duyurmak için haykırır:

Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü:
Göz yılar önce, fakat, sonra kanıksar ölümü.
Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!

Ancak bu fışkırma, tomurcuk tomurcuk bayram hamleleri ile can bulacaktır.

Çünkü kötülük; kötülükle değil, hayırla düzelir.

Bayramların getireceği hayırlı adımlarla, iyiliklerle, bereketle ve rahmetle, ancak yaraları sarmak mümkün.

Gönüller bayram şifâlarıyla dolmalı ki, felâketler huzura dönüştürülebilsin.

İslâm’ın bayram edebiyle duygular yeşermeli ki, insanlık yetim kalmasın. Bilmeli ki İslâm’ın o bayram gayreti olmasa, mazlumların yaşadığı katliamlara yeryüzünde titreyecek bir tane vicdan kalmaz.

Bunun için bayramlar, en güzel muhasebe vakitleri. Dünya üzerindeki fotoğrafımızın bütününe bakıp da kendimizi hesaba çekme zamanları. Gönlümüze soracağımız cümleler arasında şunları da hatırlatan tefekkür demleri:

Kör karanlıkta kalan tâze gözün beklediği,
Nûru aydan daha parlak kamerin var mı gönül?

Kuruyan yeryüzü gökten su için ağlarken,
Seni deryâ edecek bir kederin var mı gönül?

Kötülükler o kadar çok ki, cihan mahvoluyor,
İyilikten yana sağlam siperin var mı gönül?

Yere düşmüş ezilen bir sürü mazlûmu görüp
Istırap paylaşacak bir ciğerin var mı gönül?

En zayıflar bile kırsın şu zulüm çemberini,
Yaşasın rûh-i adâlet; Ömer’in var mı gönül?

Ulaşır her yaranın dert ile feryâdı sana,
Fukarâ kullara şefkat kilerin var mı gönül?

Nerde senden yedi iklîme esen bâd-ı sabâ?
Kıt‘adan kıt‘aya hâlâ seferin var mı gönül?

Evde bir başka hesap, çarşıda bir başka hesap;
Son terâzîde biraz mûteberin var mı gönül? (Seyrî)

Biliyor muyuz;

Son terazide ne kadar mûteberimiz var?

Ne kadar kulluğumuz var? Ne kadar merhamet ve şefkatimiz var? Muhtaçlara, mahrumlara hizmetimiz ne kadar? Muzdaripler için yapabildiklerimiz ne kadar?

Hissiyat ve şuurumuz nasıl?

Yüreğimiz titriyor mu? Yoksa her gün aynı sahneleri göre göre duyarsızlığa mı alıştı?

Elbette her şeye alışmak mümkün.

Ancak;

Acı hakikatlere ve zulümlere hiçbir yürek alışmamalı. Onları sıradan hâdiseler olarak görüp geçmemeli. Aksi hâlde kendisi diye, kendi şahsiyeti diye bir şey kalmaz kendisinde. Bir insanda şefkat ve merhamet nabzı atmadıktan sonra, adalet ve gayret duyguları kıpırdamadıktan sonra, kulluk ve hizmet damarlarında kan dolaşımı olmadıktan sonra; ona canlı demek ne mümkün! Asıl ölen; zulmün pençesindeki mazlumlar değil, bu tip insanlardır. Çünkü mazlumlar içtikleri şehâdet şerbeti ile ebedî bir diriliğe ulaştıkları için Allah onlar hakkında; «Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis, onlar diridirler…» (el-Bakara, 154) buyurmaktadır. Şüphesiz onlar diri. Fakat asıl ölü olanlar, o diriliği bilmeyen ve zulme karşı bîgâne ve duyarsız kalan kimseler. Kulakları donuk, yürekleri tabuta konmuş gibi yaşayanlar:

Kulaklar, feryatlara nedense donmuş gibi,
Yürekler dört omuzda tabuta konmuş gibi!..

Şakıma artık bülbül, figan et, uyan, uyan,
Bir kulak çıksa yeter yanık sesini duyan! (Seyrî)

Gönül bağlarında yaşanan acı hâdiseleri duyuran hakikat bülbülünün yanık sesini duymak, aslında duyanları kurtuluşa ulaştırmak içindir. Duyanlar, üzerlerine düşen maddî ve mânevî vazifelere koşacak; bu koşuşturmaları, kendileri hakkında âhiret bayramının hazırlığı olacak. Yoksa Cenâb-ı Allâh’ın o mazlumlara inâyet etmesi için kimseye ihtiyacı yok. Onlara yardım etmeye bizler muhtacız. Zaten yüce Kudret, zalimin cezasını er veya geç verecek. Çünkü ilâhî beyanla:

“…Zulmedenlerin hiç yardımcıları yoktur.” (el-Bakara, 270)

“…Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (el-Mâide, 51)

“…Zulmedenler şüphesiz kurtulamazlar.” (el-En’âm, 135)

Bu durumda:

“…Yükü zulüm olan kimse, hüsrana uğramıştır. İnanmış olarak, sâlih ameller işleyen kimse; haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden korkmaz.” (Tâhâ, 111-112)

Demek ki;

Uzun vâdede ve kalıcı mânâda asıl güçlü olanlar, mazlumlar. Zalimler sadece kısa vâdede ve geçici mânâda bir gücün zebûnu. Şiirin ifadesiyle:

Bilmez mi güzel yurda yılan zehri kusan baş?
Üstünde ecel taşları, bir âha emânet!

Târîhi çevir, sanma azâb uykuya yattı,
Volkāna Hudâ, dostu değil, Nemrud’u attı.
Mûsâ’ya hücumdan Firavunlar suya battı,
Kārun, yerin altındaki iştâha emânet! (Seyrî)

Yani;

Kimse sahip çıkmasa da mazlumlar sahipli. Ama onlara sahip çıkmayanlar, yarın sahipsiz kalacak. Allah; bu imtihan yurdunda mazlumu da, mahrumu da onlara yardım eli uzatabilecekleri de süzgeçten geçiriyor. İmtihan süresi bitene kadar müdahale etmiyor. Her iki tarafın da davranış özellikleri iyice barizleşsin diye «Sabûr» sıfatıyla tecellî ediyor. Ama buyuruyor ki:

“…Zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allâh’ı âciz bırakamazlar.” (ez-Zümer, 51)

Her zulüm, Hakk’ı âciz sananların sapkınlık ve dalâleti. Her zalim, yüce kudret ve merhametle savaşa girişmiş bir ahmak. Böyle olunca zalimlerin en nihayet mağlûbiyet ve yenilgiden başka elde edecekleri bir netice yok. Çünkü Cenâb-ı Hak, daima rahmeti gazaba galip kılmıştır. Çünkü rahmet denizdir, gazap ise bir damlanın dalgalanması. Denizle damla mücadeleye girişince hangisi kazanır?

Aynı şekilde, ateş ile kevser arasındaki mücadelede de eninde sonunda kazanan daima kevserdir. Çünkü ilâhî adalet; imtihandan yanadır, hiçbir zaman zulümden yana değildir. O adaletin, mazlum bülbüllerdeki her feryâda cevabı da, her zaman müjdelerle doludur:

Ufuklar dar gelmesin derdin bağrında sana,
Sen kanat çırp, Rabbimin yardımı senden yana!

Arzın münkirlerini mîrâca yönel de gör,
Seyret iki âlemde neye müstehak, nankör!

Boşa diş bilemesin şu zâlim canavarlar,
Bize Nûh’un gemisi, onlaraysa tûfân var!

Sen kanat çırp, bu gökler rahmettir nefesine,
Döner Âd kavmi için kasırga kafesine!..

«Ey nâr serin ol!» derken işte Rabb-i Rahîm’i,
Bak ateşin elinde mi yakmak İbrâhîm’i?..

Güç, kuvvet, her şey yalnız yüce kudretin fendi,
Nemrûd’u görmedin mi, topal bir sinek yendi.

Rabbim köleyi sultân eder, sultânı köle,
Şaşıp kalır Yûsuf’a el uzatan bu hâle!..

Bir asânın sırrında kaç ejderhâ kayboldu,
Yarıldı Kızıldeniz, Firavunlar ne oldu?!.

Der ki ebâbîl kuşu, elimde kavrulmuş taş,
Ey Ebrehe, kim dedi sana Kâbe’yle uğraş?!.

Îmân, târihe gömdü Bedir’de Ebû Cehl’i,
Ebû Leheb ağlıyor; ders alsın küfür ehli…

Ey Seyrî, tutunamaz kubbemde siyah bulut,
Sabret; zâlimden değil mazlumdan yana umut!

Sabır.

Doğrulukta sebatın en kuvvetli duruşu.

İlâhî yardım, o duruşa göre.

Sabır ille lâzım. Sabrın getireceği olgunluk ve hayrın gerçek olması için imtihanlar şart.

Çünkü ebedî hayatı kazanma çarşısı olan bu fânî âlem, imtihanlar ortasında bir mücadele dünyası. Ancak hakikî mücadele ve gayretler, sonsuz hayırların kapılarını aralamakta. Bu hakikat, imtihan şartlarıyla dolu bu fânî âlemin ebedî gerçeği. Çünkü şerle mücadele, her hayrın cilâsı ve zuhur aynası. Kötülükle mücadele, her iyiliğin köklenip çınarlaşması. Küfürle mücadele, îmânın gönüllerde damar damar canlanması. Zulümle mücadele, adaletin hayat şartı. Bunlar da ancak yaşanarak gerçekleşiyor. Tâ ki, onlardan meydana gelecek güzellikler de gerçek bir vasıfta gönüllerde ve ebedî mânâda yeşersin. Yoksa hayatta birtakım hayâlî uğraşların meydana getireceği hayâlî güzelliklerle insan güzelleşmez. Îmanlar da güzelleşmez. Mükâfatlar da elde edilmez. Hayırlı ve yüce neticelere de ulaşılmaz. Yani ilâhî imtihanın gerçek tecellîleri olmadan; insana ait güzel hususiyetler sadece lâftadır, kılıftadır, özün özelliği hâline gelmemiştir ve bunlar da insanı zorlu âhiret yolculuğunda ayakta tutmaz, insana hakikî mânâda bir değer kazandırmaz. Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle;

“Hevâ ve heves, yani nefsânî duygular olmasaydı; onlardan sakınmak emredilmezdi. Hiç ölülerle savaşıp gazilik elde edilir mi?”

Yani fiilî olmayan hayâlî gayretler ve hayâlî imtihanlarla gerçek neticeler nasip olur mu? Olmaz. Bir insanın ana rahminden dünya arzına ayak basması için nasıl ki sancı takdir edilmiş ise, hayat boyu da daha üst mazhariyetler için dünyadaki sancılarla yoğrulması takdir buyurulmuş.

Bir mânâda her şey ebedî bayramın sancısı.

Sıkıntılar ve çileler, kısa vâdede dünyada bayramların yaşanması için birer sancı, uzun vâdede ebedî bayram güneşinin doğum sancıları. Bu sebeple:

Yerde bayram sancısından çatlıyor dünyâ bugün,
Paylaşırsak derdi; başlar gökte mâtemsiz düğün… (Seyrî)

Hakikaten bütün dünya; bugün, müthiş bir bayram sancısı yaşıyor.

Ağrılar ve ıstıraplar çok büyük.

Acılar derin.

Kucağında can çekişen bebeğin son çırpınışları arasında bir şey yapamayan çaresizler çok. Onlara bakıp da kılı kıpırdamayan gaddarlar da çok. Bir tarafta vicdanların yazarken bile dayanamayacağı katliam manzaraları. Bir tarafta hiçbir endişe duymadan kahkahalar atan zorbaların neşeli çığlıkları.

Tam bir bayram sancısı.

Ama kime bayram sancısı?

Vakit varken, sabrı tercih edenlere. Vakit varken yardıma koşanlara. Vakit varken ibret alanlara.

Daha açık ifadeyle ehl-i İslâm’a bir bayram sancısı.

Fakat bu sancıyı oluşturan yangınları söndürebilmek için, kevser suyu gibi, zemzem gibi özellikler yer almalı gönüllerde. Yoksa o yangınlar, bize de sıçrar ve söndürmek istedikçe daha da harlayıverir.

Anlatılır:

Hazret-i Ömer zamanında Medine’de bir yangın çıkmıştı. Taşlar bile odun gibi yanmaktaydı. Ateş öyle şiddetli idi ki, su ile sönecek gibi değildi. Hemen halîfeye koştular:

–Şehrin yarısı yandı. Alevler su ile sönmüyor.

Hazret-i Ömer, mânidar bir cevap verdi:

‒Bu yangın, size Allâh’ın bir işareti. Sönmeyen alevler, hasislik ateşi. Ancak yoksullara ekmek dağıtmak ve cömertliğe sarılmak sayesinde o alevler söner.

Dediler ki:

‒Fakat yâ Ömer, biz kerem sahibi kimseleriz. Hayrı hasenâtı severiz. Elimiz de açıktır evimiz de.

Hazret-i Ömer, tekrar mânidar konuştu:

–İçine riyâ ve nefsâniyet karışan cömertlik, mikrop bulaşan suya benzer. Şifâ yerine belâya sebep olur. Verdiğinizi övünmek için değil, Allah için verin. Gelenek ve örfün zorlamasıyla değil, ilâhî merhamet ve mes’ûliyetin aşkıyla verin. O zaman alevler sönecektir.

Dediği gibi yaptılar ve azgın alevler bir anda kayboldu, sanki Hazret-i İbrahim’in, nârı gülşene çevirmesi gibi bir tecellî yaşandı.

Üzüntü ve acziyet, sevinç ve bayrama dönüştü.

Tabiî ki, bayramı getirecek güzel özelliklerle. Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye bereketiyle.

Yani ebedî bayramın edebi, olgunluğu ve gayreti ile.

Çünkü o bayramın ayrı bir sırrı ve cazibesi vardır.

Dünyadaki bayramların da öyle.

Bu sebeple;

Her çeşit insan, bayramları âdeta iple çeker. Ama herkesin bayrama olan bakış açısı kendi vaziyetine göredir.

Kimi, sevinç ve sürur için.

Kimi, yeni ve taze bir iklimde canlanmak için.

Kimi, bir kenarda unutulmuşluğundan kurtulacağı için.

Kimi, kendisini harap eden sıkıntı ve ihtiyaçlarını görecek gözlerle kucaklaşmak için.

Kimi, sade sıcak bir tebessüm için.

Kimi; keyfetmek, neşelenmek için.

Kimi; yeni elbiseler giymek, yeni binitlerde başını rüzgâra vererek gezip tozmak için.

Kimi, başkalarını da sevindirmek için.

Kimi, kendisine imdat edecek yüreklerde hatırlanmak için.

Kimi, zulmün pençesinden adaletin şefkatine erebilmek için.

Kimi; etrafının temâyülü ekseninde öylesine, kimi şöylesine, kimi şevk ile, kimi bomboş, kimi şuur ile yaşamak için.

Herkeste farklı bir sebep.

Ama her sebep, halkın gönlünde halka halka bayramı iple çektiriyor.

O ip hiç kopmasın.

Ancak ilâhî edep ve kulluk vazifemiz gerektirir ki;

Bayrama eren gözler; dünyanın neresinde olursa olsun kendisine bakan çaresiz gözyaşlarına açık olarak bayram etmeli ki, gerçek bayrama hazırlık olsun.

Bayrama ulaşan gönüller; yürekleri parça parça eden matemlerin civarında yer almalı ki, gerçek bayramın eşiğine ulaşsın.

Bayramı tadan ruhlar; onu tadamayanlarla kucaklaşmasını bilmeli ki, gerçek bayramın kapısını aralasın.

Bayramın huzurunu hisseden dimağlar; ondan nasibi olmayan bîçarelere medet olmalı ki, âhiret meydanında kendilerine de imdâd-ı ilâhî yetişsin.

Bayramın mânâsını anlayan idrakler; güçlerinin yettiği ölçüde dünyanın her köşesine kol-kanat germeye gayret etmeli ki, sonsuz bayramın ebedî cennetlerine nâil olabilsin.

Çünkü bayram;

Bu tecellîler için ehl-i îmâna verilmiştir.

Çünkü bayram; kendi başına keyif çatma değil, hep beraber adımları huzur iklimine ulaştırabilmektir. Bu yönüyle o; insandaki bencilliği kıran, egoizmi bertaraf eden, güçlü bir eğitimdir. Normal zamanlarda bir türlü yeşermeyen ve insanın derinliklerinde gömülü kalan güzel duyguları, bayramlar; mahir bir sanatkâr misali en mükemmel bir vasıfta ortaya çıkarır. Hem onları güzelleştirir, hem de onların ulaşacağı nicelerini.

Bu bakımdan bayram; mükemmel bir eğitim olmakla birlikte, müstesnâ bir edep dersidir. Güzellikleri yaygınlaştıran, hürmeti ve sevgiyi artıran bir edep dersi. Dargınlığı ve kavgayı, kaynaşma ve dostluğa dönüştüren bir edep iksiri. Kötülüklere fren, iyiliklere şevk ve güzelliklere kılavuz olması itibarıyla da; en güzel ahlâkın ta kendisidir. İnsanların, kendi iradelerini zorlasalar bile yapamadıkları şeyleri; kolaylıkla ve üstelik gönüllü olarak gerçekleştirmelerini sağlayan muazzam bir edep.

O bayram edebine nâil olanlar, onun gerçek sîmâları. Fakat bayram eğitim ve edebinden mahrum olanlar, nefislerinin kötülükleri arasında gayyâ yolcuları. Felâket ve hüsranın zehirli kıvılcımları. Dünya; onlar yüzünden ne acı hâdiselere, rezaletlere ve zulümlere sahne olmakta. Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi:

“Edepsiz nefsin kötülükleri; zaman zaman cihanı fitnelerle doldurmuş, insanları ansızın yakıp yandıran bir alev kesilmiştir!”

Dünyayı saran o alevlere bîgâne kalmamalı. Üzerine rahmet ve kevser damlalarını seller gibi döküp de onları gülşene çevirme gayreti içinde olmalı:

Söndür yanan fidanları, söndür alevleri,
İbrâhim ol da gülşene döndür alevleri…
Lâkin şu boş hayalleri yaksın gönülde nâr,
Mahşerde tâ ki cennete ersin can evleri… (Seyrî)

Hâsılı;

Bu dünyada vakit varken bütün mesele, yüce Dost‘un huzûruna eli boş gitmemek. Kendimizin değil O’nun istediği hediyelerle O’na kavuşmak.

İşte sonsuz bayram, o zaman.

O bayram için vakit varken Hazret-i Mevlânâ hatırlatıyor:

“Dostların yanına eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmeye ben­zer.

Cenâb-ı Hak, mahşer gününde, halka; «Kıyâmet günü için ne arma­ğan getirdiniz?» diye soracak.

Kıyâmet gününü inkâr etmiyorsan, O Dost’un kapısına böyle eli boş olarak nasıl adım atıyorsun?

Azıcık olsun, uykuyu, yemeyi içmeyi bırak da, Hak’la buluşacağın zaman için bir armağan hazırla…

Geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol.

Ana rahmindeki çocuk gibi, azıcık kımılda da; sana, nûru gören duygular bağışlasınlar.

Ana rahmine benzeyen, şu sıkıntılı, kasvetli, kederlerle dolu dünyadan dışarı çıkarsan; yeryüzünden daha geniş, daha ferah bir âleme çıkmış olursun.

«Allâh’ın yarattığı yeryüzü geniştir; kulluk, ibâdet edilecek yerleri çoktur.» demişlerdir ya, işte o geniş yer, peygamberlerin gitmiş oldukları yerdir; mânâ âlemidir.

O geniş sahada, gönül daralmaz. Yaş ağacın dalı orada kurumaz.”

Hayatı ve ebedî bayram hazırlığını bu hakikatler etrafında değerlendirenlere ne mutlu! Fakat zulme dalanlara eyvah! Hele vakit varken uyanamadan huzûra çıkan gafillere bin kere eyvah! Çünkü;

“Zulmedenlerin, o gün özür beyan etmeleri fayda vermez; artık kendilerinden Allâh’ı hoşnut edecek şeyleri yapmaları da istenmez.” (er-Rûm, 57)

Çünkü;

Ateşe atılan ağaçtan artık hiçbir meyve beklenmez. Çünkü onda meyve verme istîdâdı tamamen kül olmuştur. O anda o ağacın meyve vermek için o kadar isteği olur ki, fakat hem imkânı hem de artık istîdâdı olmadığı için tamamen nafiledir.

O hâlde vakit varken;

Kulluk yapma istîdâdı ve imkânı eldeyken bir nefesi bile boşa harcamamalı.

Vakit varken;

Kendimizi yetiştirmekten ve hizmetten geri durmamalı.

Vakit varken;

Elimizdeki ibâdet fidanlarını, ilim ve irfan fidanlarını dikmeli.

Vakit varken;

Muzdariplere ve çaresizlere, şifâ fidanlarını dikmeli.

Vakit varken;

Gül gibi yavrularımızı da birer fidan misali, îman ve Kur’ân toprağında yeşertmeli.

Hazret-i Peygamber’in;

“Kıyamet kopuyor olsa da elindeki fidanı dik!” diye buyurmasının hakikî bir mânâsı da işte bu.

Çünkü bir nefeslik anda da bu gayret, vakit varken icrâ edilmiş olacağından kıyâmetin dehşetini, cennetin rahmetine dönüştürmeye kâfîdir.

Ne mutlu cennet fidanları dikerek yaşayan ilim ve irfan, himmet ve hizmet erbabına!

Ne mutlu Hazret-i Peygamber yolunda O’na kalben aşk ile hicret ederek, şu fânî hayatını, ebedî bayramın gayret ve hizmet basamaklarıyla dolduranlara!