KITLIK VAR FAKAT AÇLIK YOK!..

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Gözü enkazlar arasına gerilen pankarta takıldı:

“YEŞİL ŞEHRİMİZ, YENİ İLİMİZ…”

Yıllarca uğraşın ardından bu yemyeşil şehir, yeni bir il olmuştu. Bu cennet köşesine il olmak, çok acı iki deprem sonrasında nasip oldu.

Hüseyin, ibretle şehir stadının yolunu tuttu. Elindeki boş kapları, az sonra statta dağıtılan iftarlıkla dolduracaktı; ama gönüllerdeki ihtiyaca kim cevap verecekti?

Kurtulanlara;

“Allah korumuş!”

“Verilmiş sadakası varmış!” denildi.

Ya vefat edenler için… “Başın sağ olsun” dendi de yetti mi?

Acaba “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn…” gerçeği kaç kişinin aklına lâyıkıyla geldi.

Hüseyin, bu düşünceler içinde yolu yarılamıştı. Kendi evleri, depremi yıkılmadan atlatan ender evlerdendi. Eskiden gecekondu misali bu tek katlı şirin evde oturmayı eziklik addederdi. Enkazı arasında yürümekte olduğu çok katlı apartmanlarda oturmaya çok heves ederdi. Şimdi ise dili, o evde oturduğu için şükür cümleleri terennüm etmekteydi.

Ramazan ayı, bu sene çok daha özel bir anlam ifade ediyordu bu yemyeşil beldenin sakinleri için. Lâkin bu yeni ili zorlu bir kış bekliyordu… Bu zorlu günleri ganîmet bilen mihrakların temsilcilerinin elleri ise keyifle ovuşturulmaktan nasır tutmuştu âdeta…

Şehir stadı, iftarlık alabilmek ümidiyle gelenlerin akınına uğramıştı. Çocukluğunun geçtiği bu stadı, hiç bu kadar kalabalık görmemişti. Bir yandan sıranın telâşı bir yandan hak-hukuk bilmez insanların şu mübârek günlerde dahi 3-5 dakika önce yemek alabilmek için hak yemeye kalkışması, zaten morali bozuk insanları çileden çıkarıyordu. Sıra kendine geldiğinde kendini zor bir muharebeden çıkmış gibi hissediyordu. İftarlığını alırken iftarlık dağıtan arkadaşı seslendi:

–Hüseyin, müsait bir ara uğra! Görüşmemiz gereken bazı şeyler var.

–Peki. Teravihe yakın gelmeye çalışırım. Olur mu?

–Tamam, bekliyorum.

Hüseyin, elinde iftarlıkla eve gelmişti. Kapıda yabancı bir araba gördü. Akrabaları arasında böyle lüks aracı olan birini hatırlamıyordu.

–Hayırdır inşâallah… Zeynep! Şunları içeri alıver, ben de Hatice Teyzenin iftarlığını verip geleyim. Bu arada bu gelenler kim?

–Ağabey tam anlayamadım; ama galiba yurt dışından gelmişler. Paralı adamlarmış. Seni oraya götürüp okutacaklar mıymış, neymiş…

–Ne?

–Babam çok kızdı vallâhi! Annem;

«Misafirdir bey, hele bir sakin ol!» deyip oturttu; ama ortalık gergin.

–Ne diyorsun sen?

–Öyle valla!

Dur hele! Hatice Teyzeyi daha fazla bekletmeyeyim, iftara bir şey kalmadı. Şunu verip geliyorum.

Hüseyin ikinci solukta evde babasının yanındaki yerini aldı. İyi giyimli iki adam, babasını ikna etmeye çalışıyordu;

–Beyefendi, isterseniz oğlunuzun görüşünü de alın. Bakın bu tür fırsatlar her zaman ele geçmez. Oğlunuza Avrupa’da okul ve burs, size de maddî destek sözü veriyoruz. Millet, Avrupa’da çocuk okutacağım diye servet döker, fırsat ayağınıza geldi işte…

Hüseyin, ortamın fotoğrafını çekmişti. Lâkin babası dururken söze atlamamanın edebini çok iyi öğrendiği için, sükûnetini muhafaza etti:

–Oğlum, getirdiğin kaplarda ne var?

–Kuru fasulye, pilâv, ekmek…

–Oh mâşâallah! Allah devletimize zeval vermesin!

Bu arada gelenlerden biri elini Hüseyin’e uzatarak;

–Merhaba ben Joseph. Arkadaşımın adı da David… Seninle görüşmek için gelmiştik ama…

Bu arada Fuat Usta baskın bir ses tonuyla;

–Eee…!?

–Bakın Fuat Bey! Siz mahir bir motor ustasıymışsınız, bunu biliyoruz; ama hasta olduğunuz için çalışamadığınızı da biliyoruz. Dolayısıyla bu çocukları okutacak bir geliriniz yok! Bırakın bu delikanlı okusun! Hem kendisini hem sizi kurtarsın.

–Efendiler! O zaten okuyacak! Siz müsterih olun. Az önceki yemek menüsünü duydunuz. Biz kuru fasulye ve ekmeğe râzı olduktan sonra sırtımız yere gelmez. Hattâ siz bu memleketten umudunuzu kesin derim, herkes benim kadar sabırlı olmayabilir…

–O zaman şu küçük hediyemizi kabul edin lütfen!

–Hediyen de senin olsun! Bize kendi kitabımız yeter! Kapının yerini biliyorsunuz…

Fuat Usta sinirinden titriyordu:

–Densiz herifler! İnsanların zor zamanlarını nasıl da kolluyorlar, nasıl da araştırmışlar her şeyi!

–Neyi araştırmışlar baba?

–Ne olacak! Seni, beni… Her şeyi biliyorlar. Aman oğlum, bak hâfız oldun. Adam gibi adam ol da şu dinsizlere meydan bırakma! Evime gelebilme cesaretini bulmuş olmaları bile beni çıldırtıyor! Neymiş efendim seni Avrupa’da okutacaklarmış; bursmuş, okulmuş, evmiş falan filân…

–Biliyorsun hedefimi baba! İnşâallah kendimden daha iyilerini yetiştirmek için… Gerekirse kelle koltukta gayret edeceğim…

Bu arada baba bizim gibi acaba kaç aileye daha gitmişlerdir?

–Bilmem ki oğlum… Haydi geç de iftar edelim hele… Bunlar bir değil, iki değildir ki… Heriflerde para çok, kendi ucuz dâvâları için çalmadık kapı bırakmazlar! Dün ceddime ne yaptılarsa aynısı… Çok çalışmamız lâzım oğul, çok…

–İnşâallah baba! Şey, Ârif beni çağırdı. Önemli bir şey konuşacağını, mutlaka görüşmek istediğini söyledi. Yemek dağıtıyordu fazla konuşamadık. İznin olursa teravihe oraya gitsem olur mu?

–Olur oğlum. Bak bakalım neymiş, ben de merak ettim.

–Peki baba.

Hüseyin; zihninde Joseph’in söyledikleri ve David’in sinsi bakışları, Ârif’in dayısının görev yaptığı caminin yolunu tuttu.

Camiye geldiğinde, hemen Ârif’i buldu. Namaza 20 dakika kadar vardı:

–Hayırdır Arif? Çok merak ettim doğrusu.

Ârif, Hüseyin’i avlunun bir köşesine çekerek;

–Biliyor musun bilmiyorum ama şehirde yeni yeni adamlar türedi. Bir haftadır görür olduk bunları. Evlere gidip; «Çocuğunuzu okutalım, size yardım edelim…» falan filân… Bizim eve de gelmişler…

–Bilmez olur muyum? Senden ayrıldıktan sonra iftara yakın eve vardığımda, o tarif ettiğin adamlar evdeydi.

–Eee, ne yaptınız? Ne dediniz?

–Ne diyeceğiz? Babam; «Ben yediğim kuru fasulye-ekmeğe râzı olduktan sonra, burada size ekmek yok!» dedi, kapıyı gösterdi.

–Helal olsun Fuat Amcaya… Bizimkiler de aynen kapıyı göstermişler. Ben meseleyi dayıma açtım. Onlar da meseleye vâkıf olmuşlar. Müftü Hoca bütün personelini toplamış, meseleyi etraflıca konuşmuşlar. Müftü Hoca:

“–Bunlar yıllar önce de böyleydi. 20’li yılların sonunda ülkemizde halkı kırıp geçiren bir kıtlık olmuş. Yine ülkemizde kötü emelleri olan mihraklar, halkı birbirine düşürüp bir isyan veya bir huzursuzluk ortamı oluşturur muyuz diye casuslarını göndermişler. Gel gör ki casus raporunda şunları yazmış;

–Burada kıtlık var; ama açlık yok! Halk bir lokmasını dahî bir diğeriyle paylaşıyor. Dolayısıyla burada isyan vb. bir huzursuzluk çıkarmak mümkün değil…

Hocalarım! Şimdi herkes ayarlayabildiği kadar araba ayarlasın, yarın başkanlıktan muhtelif eserler geliyor. Belediyedeki arkadaşlar da erzak paketleri hazırlayacaklar bizim adımıza. Her evi kapı kapı gezeceğiz. İkramlarda bulunup, halka meseleyi detaylı olarak anlatacağız. Ben millî eğitimdeki arkadaşlarla da meseleyi paylaştım. Onlar da çok duyarlı yaklaştılar ve çalışmalara başladılar.

Şimdi, ceddimizin yıllar önce sergilediği o örnek kenetlenmeyi biz temin edeceğiz. Elhamdülillâh imkânlar daha müsait. Haydi hocalarım, şimdi iş başına…” diye çok mânidar bir konuşma yapmış. Dayım da benden, çevremdeki arkadaşları çağırmamı ve kendisine yardımcı olmamı rica etti. Ben de ilk önce seni çağırdım.

–Ne demek kardeşim, başımla bir! Allah râzı olsun… Memnun oldum.

–Tamam öyleyse. Namazdan sonra dayımla paylaşırız gelişmeleri.

Hüseyin’e vazife taksiminde Kiremit Ocağı Mahallesi düştü. Mahallenin imamı Ekrem Hoca ile beraber kapı kapı dolaşmaya başladılar. Hüseyin, çaldıkları kapılardan birinde çok farklı bir görüşmeye şahit oldu;

–Hocam hoş geldiniz de, emin olun ne zaman geleceksiniz diye yolunuzu gözlüyordum. Allah râzı olsun geldiniz; ama elin adamları üç sefer geldi sizden önce. Her seferinde farklı bir adam; ama ellerindeki ve dillerindeki hep aynıydı.

Allah râzı olsun! Sizi ilgisize çıkaramam! Durumu daha kötü olanlar için çırpındınız; lâkin bu alan boş kalmıştı. Şimdi ise çok mutlu oldum, gurur duydum bu ziyaretinizle. Erzakları alın, bir başka ihtiyaç sahibine götürün, bizim çorbamız kaynıyor şükür. Eserler için de çok teşekkür ederim… Gayretiniz bol olsun.

Aradan on gün kadar geçmişti. Ârif ile Hüseyin bir iftar sofrasında bir araya geldiler.

Arif;

–Biliyor musun Hüseyin, o adamlar gittiler. Her kapı duvar oldu onlara! Elhamdülillâh halkımızın o ecdâda lâyık damarı sapasağlam.

–Desene pabuç bırakmadık!

–Bırakmadık vallâhi. Yarın bir gün, daha bir hırslı gelirler; ama bizde bu mangal gibi yürek olduktan sonra…

–İyi o zaman, şöyle güzel bir iftarı hak ettik mi? Ne dersin?

–Bırak iftarı, bayramı bile hak ettik bence. Haydi buyur afiyet olsun. Rabbim nice mânevî zaferler nasip eyleye…

–Âmîn… İnşâallah…