VADİDEN ŞEHİR MERKEZİNE TAŞINAN EZAN

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Zaman zaman yapmış olduğum Avrupa ziyaretlerinden birinde idi. Gelsenkirchen’den Stuttgart’a doğru sefer hâlinde idik. Öyle bir vadiden geçiyoruz ki; yol kenarlarında yemyeşil otlar, boyu bir metreye varan yoncalar, otuz-kırk metre uzunluğunda semâya doğru yükselmiş çam ağaçları, çeşit çeşit çiçekler, güller ve şakıyan bülbüller, insanın gönlüne ferahlık bahşedecek bir mekân…

Bizi arabasıyla taşıyan kardeşimize dönerek;

“–Kardeş, size dostunuzdan gelen bir bukete ne ile mukabele edersiniz?” diye sordum.

O da;

“–Bukete teşekkür eder ve buketle mukabele ederim.” dedi.

“–Kardeş, dostun buketine teşekkür ile karşılık vereceğiz doğru. Şöyle bir bakar mısınız Allah Teâlâ’nın bin bir çeşit buketlerine, hangisine teşekkür edeceğiz, değil mi? Allâh’a hamd ü senâlar olsun. Âyet-i kerîmede;

«Hem, size istediğiniz şeylerin hepsinden verildi. Öyle ki, Allâh’ın nimetlerini saysanız onu bitiremezsiniz. Muhakkak ki insan, çok zalim, çok nankördür.» (İbrâhîm, 34) buyuruluyor.

“–Mustafa Bey, arabayı sağa çekip durur musunuz?” dedim.

“–Hayrola hocam, bir ihtiyacınız mı var?”

“–Hayır ama, bu yemyeşil vadiye; şu rengârenk gül ve çiçeklere, aynı zamanda bu vadideki ağaçlara, kuşlara, kurtlara duyurmak üzere, bir ezan okumak geldi içimden. Allah için bir ezan okumak ve okuyacağım ezana, küffar diyarında yükselteceğim bu şerefli sadâya Rabbimi ve burada bulunan her şeyi şahit tutmak istiyorum.”

“–Hocam, namaz vakti değil ki…”

“–Ezan sadece namaz için değil, başka sebeplerden dolayı da okunabilir.”

“–Peki, bu okuyacağınız ezanın sebebi nedir?”

“–Burası küffar diyarı, buralarda İslâm yaşanmamış, ezanlar okunmamış ve bu güzel vadi ve içindekiler ezan sesi duymamışlardır. Ezan sesini duymayan şu varlıklara ezan sesini duyurmak istiyorum.”

“–Peki hocam, buyurun.”

Mustafa Bey, arabada dinleyedursun, fakir arabadan inip kenarda yüksek bir yere çıkarak büyük bir coşku ile sesimin çıktığı kadar yüksek sesle ezân-ı Muhammedîyi okudum. Yedi tepeden kulağıma yankı hâlinde sesler geldi. Ezan duâsını okuyup Allâh’a hamd, Rasûl-i Zîşan Efendimiz’e salât ü selâm okuyarak arabaya döndüm ve;

“–Mustafa Bey, bugün bu ezanı burada şu vadide, ormanlar içinde okudum ama, bir dahaki gelişimde bu ezanın aynısını ormanda değil, bir şehrin merkezinde okuyacağım inşâallah.” dedim. Bunu söylerken bütün teminatım Hazret-i Allah idi.

“–İnşâallah, ama bu biraz zor hocam.”

“–İnşâallah ne demek?”

“–Allah dilerse demek.”

“–Allah murad ederse; kul da tedbirli, temkinli ve cesaretli bir şekilde yapacağı işe azmederse kim mânî olabilir?

«Lâ fâile illâllah: Fâil-i mutlak, hazret-i Allah’tır.» Yâ Rabbî! Ezan okumak sûretiyle küffar diyarına tevhîd-i şerîfin sesini duyurdum. Şahit ol ve bu güzel niyetimi kabul eyle yâ Rabbe’l-âlemîn.”

Yolumuza devam ettik.

Ertesi yıl yine Almanya’nın Dortmund şehrindeyiz. Oradaki refiklerimizle beraber namaz kılmak için caminin birine girdik. Ezan vakti olmalı ki, müezzin elinde mikrofon caminin bir kenarında duruyor. İmamla önceden tanıştığımız için beni görür görmez mikrofonu uzatarak;

“–Buyurun hocam, ezanı siz okuyun.” dedi ve mikrofonu bana verdi. Şöyle bir düşündüm. «Yâ Rabbî, bir sene evvel, vadide okuduğum ezanı, bir daha gelişte bir şehir merkezinde okumayı lutfeyle!» diye yapmış olduğum duânın kabul olduğunu düşündüm. Fırsatı kaçırmamalıydım.

Sesi kontrol amacıyla bir-iki defa mikrofona üfledim. Mikrofonun sesi gayet iyi idi. Ama üflediğim ses, cami içinde yankılanıyordu. Hoparlörlerin dışarıyla alâkası yoktu. Yani okunan ezan, cami içine yayılıyordu. Müezzin kardeşe dedim ki:

“–Ezan, müslümanları camiye çağırmak için okunur. Cami içinde olanlar zaten burada. Dışarıda işinin başında işiyle, gücüyle meşgul olan kardeşlerimizi uyarıp camiye gelmeleri için okunur ezan. Hâlbuki sizin ezanınız caminin dışına gitmiyor.

Allah rızâsı için hoparlörleri camdan dışarıya doğru çevirin!”

Sağ olsun, dediğimi yaptı. Ben de bir yıl evvel vadide okuduğum ezanın aynısını; sesimin çıktığı kadar yüksek sesle ve makamla okudum.

Cesurdum, çünkü tedbirli ve temkinli idim.

Allâh’a sonsuz güvenim vardı, korkmuyordum. Çünkü Allah Teâlâ’nın benimle beraber olduğuna kesin inanıyordum.

Gayretli idim. Çünkü i‘lâ-yı kelimetullah için çalışmanın her mü’min gibi benim de aslî görevlerimden biri olduğuna ve bu uğurda çalışmam gerektiğine inanıyordum.

Gelecek tepkilere hazırdım. Çünkü kâfirin karşısında eğilmek, müslümana yakışmazdı.

Sağlam iradem vardı. Çünkü tahammül edecek sabır ve kararlılığım vardı.

Her şeyi göze almıştım. Çünkü örneğim, çile çekmiş ashâb-ı kiram efendilerimiz ve emsalleri idi.

Her şeyden önemlisi ise; Allah gibi yenilmez bir mânevî gücün ve müeyyidenin arkamda olması idi. (Elhâmdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.)

Tabiî ki okuduğum ezan, ortalığı çınlatmıştı. Ben ise Allah için hayırlı bir iş yaptığımın farkında idim ve çok huzurluydum. Namazlar kılındı, tesbihler çekildi, duâlar yapıldı… Bir de baktık ki, belediye ekipleri, «Ses kirliliği yaptınız.» diye cami görevlilerini, dernek başkan ve yardımcılarını götürdüler. Belediye başkanı, arkadaşlara bu yapılan şeyin ne olduğunu soruyor. Arkadaşlar da bu okunan şeyin ezan olduğunu, ezanın ise ibâdet için müslümanları ibâdethâneye çağırmak olduğunu, bunun da İslâm dîninin gereği olduğunu söylüyorlar. Ardından ekliyorlar;

“–Sizin mabedlerinizde çalınan çanlardan müslümanlar rahatsız olmazlar. Türkiye’de kiliselerin çanları serbestçe çalar. Çalmaya da devam ediyor. Aslında okunan ezanın da devamlı bir şekilde okunmasını talep ediyoruz.”

Bu sözleri dinleyen o günkü Dortmund Belediye Başkanı;

“–Siz istediniz de biz mi müsaade etmedik? Bundan böyle bütün camilerde ezanların dışarıdan duyulacak şekilde âşikâre okunmasına izin verdim. Buna dair vereceğim izin belgesini de caminin münasip bir yerine asın ki, bundan böyle size kimse mânî olmasın. Teşekkür ederim…” demiş.

Bir müddet sonra cami görevlileri ellerinde verilmiş izin belgesi olduğu hâlde sevinçli ve neşeli bir şekilde gelip olayı bize naklettiler, hep beraber sevindik. Maksat hâsıl olmuştu. Allâh’a sonsuz hamd ü senâlar olsun. O gün bugündür ezanların âşikâre okunmaya devam edildiğini gelen kardeşlerimizden öğreniyoruz.

“Hâzâ min fadli Rabbî: Bu Rabbimin fazlındandır.” (en-Neml, 40)

Müslüman cesur olmalı, korku sebebiyle esbâba tevessül etmeden kendi kendine karar verip yapılabilecek şeyleri kendine yasak etmemeli. Meselâ: Güzel kardeşim; saf ve kâmil bir müslümandır. Bir iş yerine girmek için müracaat ediyor, işe giriyor. «Burada namaz kılmama müsaade etmezler.» diye; sebeplere başvurmadan namaz kılmayı kendisine yasak ediyor.

Sen, müslümansın. Allah, fabrikada namaz kılmayı yasak etmedi. Nerede olursan ol, namaz kılmayı emretti. Öyleyse müslüman olarak sen namazını girdiğin iş yerinde kılmaya devam et. Allâh’ın emrettiğini sana kimse yasak edemez. Şayet bir şey derlerse o zaman çaresine bakarsın. Ortada bir şey yokken sen kendi kendine namazı yasak etmişsin. Doğrusu bu bir müslümana asla yakışmaz. Müslüman Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek için her türlü çareye başvurup dik durmasını bilecektir.

Avrupa’nın başka bir semtinde arkadaşlarla oturup hasbihâl ederken, genç bir kardeş yaklaşarak görüşmek istediğini söyledi. Görüşme esnasında, namaz kılıp kılmadığını sordum;

“–Kılıyorum.” dedi.

“–Devamlı kılıyor musunuz?” deyince;

“–Hayır hocam, işim olduğu zaman kılamıyorum.” dedi.

“–Yaptığınız iş nedir?” diye sordum:

“–Bir fabrikada işçiyim.” diye cevap verdi.

“–İşçi olana namaz farz değil mi yavrum!” dedim.

“–İş sebebiyle namaz kılmaya vakit bulamıyorum.” dedi.

“–Peki, hiç mi vaktin yok?”

“–Yok hocam.”

“–Hiç olmazsa namazın sadece farzını kılsan bile yeter…”

“–Ona da zamanım yok.” deyince;

“–Yavrum, beş dakikada kılabileceğin namaz için bile vakit bulamadığın o iş yerinde -özür dilerim- çişin geldiği zaman ne yapıyorsun?”

“–Çişimi yapıyorum hocam.”

“–Peki yavrum, senin yanında; Allâh’ın farz kıldığı, yapın diye emrettiği namazın çişin kadar önemi yok mu da; çişin için vakit bulduğun yerde, namaz için vakit bulamıyorsun?!.”

Baktım, gencin gözlerinden yaşlar akmaya başlamış; gönlünde uyumakta olan îmânı harekete geçmişti:

“–Bundan sonra, buyurduğunuz gibi her şeyi göze alarak namazımı kılacağım hocam, size söz!” dedi.

“–Peki çalıştığın fabrikada namaz kılarken işveren sizi görür ve; «Benim fabrikamda namaz kılmana müsaade etmiyorum. Ya namaz ya iş!» derse ne yapacaksın?”

“–Hocam ne demek! İşi terk edecek, namaz kılmaya devam edeceğim.” dedi.

“–Tebrik ederim sizi. Îman harekete geçince, hâlin ve kālin değişti. Ben de size bir müjde vereyim. Bu inançla işi terk etmek değil, bu iş yerinde namazını rahatça kılabilecek bir imkâna sahip olacak ve bulunduğun birimde, şimdi işçisin. Yarın o işçilerin başına Rabbim seni âmir yapacak, bunu Rabbim’den bekle. Allah kulunu aziz eder. Allah muvaffak eylesin!” dedim.

Altı ay sonra görüştüğümüzde bu güzel yavrumuz;

“–Hocam, Allah râzı olsun sizden. İş yerimin sahibi durumuna geldim. Her ibâdetimi rahatça yapıyorum. Buyurduğunuz gibi beni işçilerin başına idareci yaptılar. Maaşım da yükseldi. Allâh’a hamd olsun. İşverenimden namaz için izin istedim verdi ve teşekkür etti. «Keşke herkes senin gibi Allâh’a kulluğunu yapsa, aferin oğlum.» dedi.”

Ey kardeş! Demek ki insan akıllı, tedbirli ve temkinli bir şekilde hizmette olur ve cesaretini yerli yerince kullanırsa, hizmette aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Senelerden beri devam eden ezan yasağının bir gayretin neticesinde nasıl aşıldığını gördük. Hizmette mazeret aramamalı, engellerin aşılması için meşrû zeminler üzerinde meşrû çareler aramalıdır. O hâlde…

Haydi kardeş! Hepimiz vazife başına, en büyük yardımcımız Allah -celle celâlühû-’dür.

İhlâs ile yürüt hizmetlerini,

Sakın ha, gönlüne girmesin tâğût.

Halka öylesine hizmet eyle ki,

Doğana beşik ol, ölene tabut… (Gülzâr-ı İrfan)