MUHAFAZAKÂRLIK VE MODERNİZM

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Muhafazakârlık, kelime mânâsı itibarıyla «mevcut olanı koruyucu tavır sergilemek» demektir. Bu kelime; dînî ve an‘anevî değerleri koruma anlamında kullanılmasının yanı sıra, siyasî partilerin çizgisini tanımlarken de kullanılır ve Türkiye’de daha çok «sağcı» sınıfına konulan partiler muhafazakâr olarak nitelenir.

Solculuk ise «tenkitçi bir zihniyete sahip olmak» ve «inkılâpçılık» olarak takdim edilir.

Bu tavsif ve takdimler, başka ülkeler için doğru olabilirse de şu andaki mevcut siyasî manzara Türkiye’de bu kavramların ters yüz olduğunu göstermektedir. Çünkü «sağcı» olarak tasnif edilen partiler çok daha değişimci iken, başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere «solcu» olarak nitelenen partiler, çok partili hayata geçildiğinden beri gittikçe artan bir oranda değişim taleplerinin önünü kapatıp statükoyu koruma çerçevesinde oldukça muhafazakâr bir görüntü vermektedirler.

Demek ki «sağ» ve «sol» gibi devşirme kavramlar, uzun zamandır kullanılmalarına rağmen ülkemizin siyasî gerçeklerini yeterince iyi ve birebir karşılamaktan hâlâ uzaktır. «Sol», yukarıda verdiğimiz tarifin gerektirdiği ölçüde sol değildir. «Sağ» da, «sol» olmayan birçok grubu içine alabilen muğlâk bir kavramdır. «Muhafazakâr» kelimesi ise, nesnesinin belirsizliği sebebiyle müphemlik taşımaktadır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi muhafaza ettikleri değerler farklı olsa da solda tasnif edilen partiler de «muhafazakâr» diye nitelenebilir, sağda tasnif edilenler de.

Aslında halkımızın geneli, «sağ»ı siyasî ve iktisadî anlamlarından sarf-ı nazarla «dînî ve mânevî değerleri önemseyip onları koruyan»; «sol»u ise «dînî ve mânevî değerlere uzak ve onları önemsemeyen» anlamında algılamaktadır. Bu algı, söz konusu kavramların ülkemizdeki tarihî gelişimine de daha uygun görünmektedir. Çünkü II. Mahmud’dan beri ve hattâ öncesinden başlayarak gitgide artan bir oranda dînî ve mânevî değerler çerçevesinde bir görüş farklılığı ve hattâ bir ayrışma vardır. Bu sebeple Tanzimat devrinde azınlıkların ve yabancıların kurdukları dışında, eğitimden hukuka kadar hemen hemen her sahada iki tip müesseseleşme görülmüştür:

Medreselerin yanında mektepler, şer‘iyye mahkemelerinin yanında nizâmiye mahkemeleri vb.

Söz konusu ayrışmanın zirveye çıktığı cumhuriyet devri aynı zamanda bir karar devri olmuş ve birinciler tasfiye edilmiştir.

Ancak halkımızın varlığını sağlayan ve bizi biz yapan dînî ve mânevî değerleri sahiplenenler elbette hep var olmuştur, bundan sonra da hep var olacaktır. İşte «sağ» denilince, halkımız bu kimseleri anlıyor yahut hiç değilse yakın zamana kadar bunları anlıyordu.

Kavramlar; bir dili kullanan insanların düşüncelerini aksettirdiğine göre, halkın kastettiği bu anlamın daha doğru ve isabetli olduğu ileri sürülebilir.

Şu kadar var ki, «sağ» kelimesinin «sol»un dışındaki her şeyi ihtivâ ediyor oluşu ve özellikle vaktiyle bukalemun gibi her renge giren insanların bu isim altında icrâ-yı faaliyet edişi bu kelimeyi itici kılmakta ve kastedilen anlama daha uygun bir isim arama ihtiyacına son verebilmekten uzak görünmektedir.

«Modern», kelime mânâsı itibarıyla «çağdaş, muâsır» demektir. Buna göre «modern hayat» denilince günümüzde çağdaşımız olan insanların -bağlı oldukları kültürlerin getirdiği farklılıklardan sarf-ı nazar ederek- yaşadıkları ortalama hayat akla gelmektedir ya da gelmelidir. Bu sebeple de itiraz edilecek bir husus ihtivâ etmemektedir. Zira bu çağda; geçmiş zamanları yaşama arzusunda olmak, hayattan kopmak olur. Esasen böyle bir şey imkân dâhilinde de değildir. Çünkü bu arzuyu taşıyan kişi, yaşamak istediği tarihe geri dönemez. Yalnızca o tarihte yaşadığını iddia edebilir ki bu da ütopik bir düşünceden ibaret kalır. Dolayısıyla böyle bir arzu akla, mantığa ve vâkıaya terstir.

Ancak günümüzde batılı değerlerin bütün dünyaya hâkim olmasının sonucu olarak modern hayatın yalnızca belli bir şekilde ve belli şartlarda yaşanabileceği ileri sürülmekte ve hattâ bu düşünce dayatılmaktadır.

Buna göre kabaca söylemek gerekirse modern hayat; bilimde pozitivizmi, siyasette demokrasiyi, ekonomide kapitalizmi; kültürde lâisizmi, yaşantıda sekülerleşmeyi ve mukaddes olan her şeyi hayattan kovmayı gerektirmektedir.

Kısacası bu anlamıyla modernizm; Türkiye’de Tanzimat’tan itibaren kabul veya reddi hususu tartışılmakta olan bir kültür ve medeniyet, bir hayat tarzıdır.

Bazı münevverlerimiz; bu unsurların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu, bu sebeple toptan alınması veya toptan reddedilmesi gerektiğini ileri sürmüş, bazıları ise aksini savunmuştur.

Hemen belirtelim ki birincisi, peşînen haksız görülerek tamamıyla yanlışlığına hükmedilecek bir görüş değildir. Çünkü bu unsurların hepsi de, Batı Avrupa’da ortaya çıkıp gelişmiştir. Aynı kültürün, aynı düşünüş biçiminin eseridir. Öyleyse aralarında ayırım yapmak doğru değildir!

Ne var ki, bu görüş, bu unsurları kabul edecek bir toplumun kendisinin de batılı olmasını, batılı gibi yaşayıp düşünmesi gerektiğini farz etmekte ve hattâ bunu gerekli görmektedir. Hâlbuki böyle bir durumda söz konusu toplumun kendi öz benliğini yitirmiş olacağı nazar-ı itibara alınmasa bile batılı gibi duyup düşünür hâle gelebilmesi şüphelidir.

Çünkü duygu ve düşüncenin inkâr olunamaz millî yönleri mevcuttur.

Dili, düşüncenin yansıması olarak gören bazı ilim adamlarının yaptığı araştırmalar, bunu göstermektedir. Meselâ bazı milletler, eşyayı gördüğü iş ve fonksiyona göre değil de şekline göre tasnif etmekte, dolayısıyla söz gelimi üç köşeli olan masaya «masa» dememektedir. Her dilde başka dillere tercüme edilemeyen veya etmekte zorlanılan kelimelerin olması da bunun başka bir delilidir.

Dil; düşüncenin kelimelere dökülüşü olduğu gibi, düşünce de yaşanılan çevre ve o çevredeki varlıklardan beslenmektedir. Meselâ Arapçada devenin birçok adı vardır, ancak «kar»ın adı sınırlıdır. Çünkü Araplar, yaşadıkları coğrafyada bol bulunan ve kendileri için hayatî değeri olan deve ile ziyadesiyle haşır-neşir oldukları hâlde, kar ile çok az karşılaşmaktadırlar.

O hâlde bu kadarla geçiştirilemeyecek ve çok geniş tartışılacak bir husus olduğunun farkında olmakla birlikte, kısaca söylemek gerekirse; bir milletin bütünüyle başka bir millet gibi duyup düşünür hâle gelmesi, o milletin ancak kendisi olmaktan çıkmasıyla mümkündür. Bu durumda modernizmin tamamıyla reddi veya bir kısmının kabulü olmak üzere iki şık söz konusu edilebilir. Hâlâ savunucuları olmakla birlikte, birinci şık çok gerçekçi görünmüyor. Zaten bilim ve teknoloji unsurlarından faydalanmakla, savunucuları da kendileriyle çelişiyorlar. Öyleyse geriye yalnızca millî şairimiz Mehmed Âkif’in de müdafaa ettiği gibi modernizmin millî bünyeye uygun yönlerinin alınması kalıyor. Ne var ki, bu tartışmanın zirveye çıktığı cumhuriyetin ilk yıllarında, hâkim kadronun projesi; batı kültür ve medeniyetini tamamıyla almaktı. İnkılâplar bunun için yapıldı. Ancak bünye kabul etmediği için sonraları kısmen de olsa mûtedil bir çizgiye doğru gelindi.

Başka kültür ve düşüncelerle karşılaşıp yüzleşmek, kaçınılmaz bir husustur. Gelişmelerden haberdar olmanın bir gereği olup zararlı da değildir. İnsanoğlunun başlangıçtan günümüze kadar getirdiği birikimin katlanarak artmasını sağlar. Tarihte de birçok örneği vardır. En önemlilerinden birini de müslümanlar yaşamıştır. Ekseriyeti birbiriyle kan dâvâsına dayalı uzun savaşlar yaparak çölde yaşamakta olan bedevî kabîlelerden oluşan Araplar, İslâm sayesinde mûcizevî bir şekilde birleşip o çağın en medenî ülkelerini beklenmedik bir şekilde fethettiklerinde; çok köklü bir tecrübeye sahip olan Yunan, Fars ve Hint kültür ve düşüncesiyle karşılaşmışlardı. Ancak bu karşılaşmanın, bu yazıda mevzubahis ettiğimizden göz ardı edilmemesi geren çok önemli bir farkı vardı:

Müslümanlar o zaman hâkim durumdaydılar. Dolayısıyla çok güçlü bir özgüvene sahiptiler. Baktılar ve o kültürlerden kendilerine uygun olan unsurları seçtiler. Hiç etkilenmediler değil, etkilendiler. Ancak sonuçta yine orijinal bir eser meydana getirmeyi başardılar.

İslâm medeniyeti bu şekilde ortaya çıktı.

Günümüzde ise aynı şartlarda bir karşılaşma gerçekleşmedi. Kısacası bahsini ettiğimiz tartışma burada bitmez. Her şeye rağmen daha çok süreceğe benzer.