AKILLI İNSAN

Hilmi MUHTAR smosahin@yahoo.com

11

Cenâb-ı Hakk’ın eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanın terkibi; ruh, nefs ve beden olmak üzere üç mânâdan meydana gelir. Bunların her birisi için bir sıfat mevcuttur. Rûhun akıl, nefsin hevâ ve bedenin his sıfatı vardır. İki cihandan oluşan âlem gibi, insan da her iki cihandan nümûne taşır. Bu cihandan (dünya) insandaki dört unsur; hava, toprak, su ve ateştir. Diğer cihanın insandaki nişânı ise cennet, cehennem ve arasattır. Letâfet itibarıyla ruh, cennet makamında; âfete ve sıkıntıya sebep olması yönünden nefs, cehennem mevkiinde ve beden de arasat mahallindedir. Mü’minin rûhu onu cennete, nefsi ise cehenneme çağırır. Rûhun bir idarecisi vardır ki; bu tam, olgun olan akıldır. Nefsin de bir güdücüsü vardır ki, bu da eksik olan hevâdır. Rûhu akıl, nefsi ise arzu (hevâ) idare eder. Dolayısıyla Allâh’ın rızâsını isteyene lâzım olan, daima nefse muhalefet etmektir. Nefse muhalefet etmekle, ruh ve akıl desteklenmiş olur.1

Ruh ise insânî ruh ve hayvânî ruh olarak ikiye ayrılmaktadır. İnsânî olan ruh, uyku hâlinde insandan gitmez. Aksi hâlde bedenin de cansız olması, insanın ölmesi gerekirdi. Hayvânî ruh ise, uyku hâlinde insanı terk eder, uyanınca tekrar avdet eder. Bu sebeple insan uyanık veya uyku hâlinde iken gusül icap edecek hâl başına gelse yıkanması vâcib olur.2 Beden ve hayvânî ruh, zaman ve mekânla sâbit olarak yaratılmış varlıklardan teşekkül eden halk âlemindedir.

Metafizik, mânevî ve derûnî âleme de «emr âlemi» denilir. Diğer bir ifadeyle emr âlemi, zaman ve madde mevzubahis olmaksızın Cenâb-ı Hakk’ın «kün» yani «ol» emri ile var olan âlemdir. Buna melekût ve gayb âlemi de denilir.3 İşte insânî ruh, âlem-i emirdendir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de buyurulur:4

“De ki: Ruh; Rabbimin bildiği bir iştir.” (el-İsrâ, 85)

Her şey beslenme ve terbiye kanununa tâbî olduğu gibi; akıl ve hisler de din şuuru ve îman feyzi ile beslenmeye, ilâhî terbiye altına girmeye mecburdur. Aksi hâlde akıl ve hisler, rehber olacağı yerde dumûra uğrar ve sahibini felâkete yönlendirir.5

Böyle îman feyziyle beslenen akıl sahiplerini, yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde tarif etmektedir:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allâh’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. «Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, Sen’i eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru.» derler.”6

Cenâb-ı Hak -celle celâlühû- canlıları üç türlü yaratmıştır. Melekleri akıllı ve fakat şehvetsiz yaratmıştır. Hayvanları azgın isteklerle donatmış fakat onların yapısına akıl katmamıştır. İnsanoğlunu ise akıl ve arzuları bir arada yapısına katarak yaratmıştır. Buna göre aklını azgın arzularının kontrolüne veren kimse, hayvanlardan aşağıdır. Bunun tersine azgın arzularını aklının kontrolü altında tutan kimse de meleklerden üstündür.7

“En büyük servetimiz aklımızdır.” 8 diyen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-;

“Her şey akla muhtaçtır; akıl da eğitime. Akıl, ilim ve tecrübelerle gelişen zihnî bir istîdattır.”9 buyurmuştur.

Gerçekten de insan, aklını Kur’ân-ı Kerîm’in rûhuna uygun kullanırsa; hakikatlerin keşfine ulaşabilecekken, eğer onun her şeyden üstün ve her şeyin ona müsahhar olduğu vehmiyle kullanırsa bu kendisini felâkete sürükleyebilir.10 Çünkü beşer aklı mahduttur ve ilâhî kudreti lâyıkıyla idrakten âcizdir. Ziya Paşa’nın ifadesi ile;

İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında îmân etmeyen bahtsızların da akılları vardı ama îmanla müşerref olamadılar. Çünkü îmânın mahalli kalptir ve onların akılları bağlı olduğu vicdanının ve kalbinin sesini dinleyip ilâhî nûru idrâk edememişlerdir. Bu sâikle bir batılı şöyle der:

“Bazen akıl, insanın akıllı davranmasına mânî olur.”11

İlâhî nurdan mahrum akıllar, yağsız kandiller veya cereyansız ampuller gibidir. Böyle bir aklın, insanın yolunu aydınlatacak bir ışık vermesi ve onu hakka ve hayra ulaştırması mümkün değildir.12

Bu hususlardan hareketle, «akıllı insan»dan kastedilenin ilâhî nurdan feyiz alan ve insânî rûhun sıfatı olan ve insânî rûhu besleyen akla sahip insanlar olduğu âşikârdır.

Peygamber Efendimiz’e;

“–Mü’minlerin hangisi daha akıllıdır?” diye sorulunca, akıllı insanı şöyle tarif buyurmuşlardır:

“–Akıllı kimse; ölümü en çok hatırlayan, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonrası için en güzel tedbirleri alıp kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.” (İbn-i Mâce, 2/1432)

İmam Şârânî, Muhtasaru Tezkireti’l-Kurtubî’de;

“Akıllı kimse bu dünyada istiğfarı çok getirendir. Zira istiğfar, Kahhār olan Allâh’ın öfkesini söndürür. Belki insan tek bir günahtan dolayı ömrünün geri kalan kısmını istiğfarla geçirse yine de az olur.”13 buyurur.

«Akıllı insan»ın endişesi âhiret istikbâlidir.14 Aynı mevzu ile alâkalı Aliyyü’l-Havas -rahmetullâhi aleyh- de der ki:

“Akıllı insan; bu dünyada iyi amelleri çok işleyen ve âhiret yurduna (sâlimen) ulaşması için iyi ve sâlim amellerinde ihlâslı olmaya çalışan ve hoşnut olmaları için de üzerinde bulunan hak sahiplerinin haklarına karşılık, iyi ameller veren kimsedir. Eğer zimmetteki haklara mukabil iyi ameller işlenmezse; hadîs-i şeriflerde sâbit olduğu gibi; gadra, haksızlığa uğratılan zavallıların günahlarının; haksızlık eden mütecâvizlerin, zalimlerin sırtlarına yükletileceği muhakkaktır.15

Akıllı ve tedbirli insan; yarına ulaşamayacağı düşüncesiyle, içinde bulunduğu ânı en iyi şekilde değerlendirir, bu yolda gayret sarf eder.

Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i İbrahim’e indirilen on suhuftan şunları nakleder:

“Akıllı insanın belli saatleri olmalı:

-Vaktinin bir bölümünü, Rabbine duâ ile münâcâta,

-Bir kısmını, yüce Allâh’ın sanat ve kudretini tefekküre,

-Bir kısmını, geçmişte işlediklerini muhasebe etmeye ve gelecekte işleyeceklerini plânlamaya,

-Bir kısmını da helâlinden maîşetini kazanmaya ayırmalıdır.”16

İşte bu emirlerin indiği Hazret-i İbrahim ile Nemrut arasında geçen bir olay, Hazret-i İbrahim’in îman gücüyle, akıl melekesini birleştirerek Nemrut’un ilâhlık iddiasını çürütmesine ne güzel bir misaldir:

Hazret-i İbrahim’e Nemrut sorar:

“–Senin Rabbin kim?”

İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Benim Rabbim, dirilten ve öldüren Allah’tır.” diye cevap verir.

Nemrut;

“–Ben de diriltirim ve öldürüm.” diyerek zindandan iki kişi getirtir. Birini serbest bırakıp, birini öldürür. Gûyâ böylece diriltmiş ve öldürmüş olur.

Bu hamle karşısında hiç sarsılmayan Hazret-i İbrahim;

“–Benim Rabbim güneşi doğudan getirir, doğurtur. Eğer gücün yetiyorsa sen de batıdan getir, doğdur.” buyurunca Nemrut şaşırıp, âciz kalır. Bu olay Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir. (el-Bakara, 258)

Kur’ân-ı Kerim’de aklın önemini vurgulayan birçok âyet mevcuttur. Gerçekten de Allâh’a lâyıkıyla kulluk edebilmek için; Kur’ân-ı Kerîm’in ne buyurduğunu bilmek, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini anlamak ve temyiz etmek lâzımdır. Bu anlayış ve temyiz ise ancak akıl aracılığıyla olur.17

Tam, olgun akıl temyize, temyiz temkine, temkin itidale, itidal hüsn-i zanna ve hüsn-i zan da beşerî münasebetlerde yumuşaklığa, edebe ve sulha sevk eder. Hâlbuki ilâhî terbiyeye tâbî olamayan akıl sahibinin sürüklendiği vehim sû-i zanna, sû-i zan tefrikaya ve nifaka, nifak ise fesada yol açar.18

Bişr-i Hafî -kuddise sirruh- sevenlerine hitâben;

“Akıllı kimse, hayır ile şerri bilen kimsedir. Akıllı kimse; hayrı gördüğünde ona tâbî olan, şerri gördüğünde ondan kaçan kimsedir.” buyurmaktadır. Bazıları bunu bir adım ileri taşıyarak;

“Akıllı insan; sadece iyiyi kötüden ayırabilen değil, daha iyiyi iyiden ayırt edebilen aklın sahibidir.” demişlerdir.

Diğer taraftan bir insanın zeki olması farklı, aklını hak ve hakikatin sırrına muttalî olarak kullanması farklıdır. Akıllı insan odur ki Allâh’ın bahşettiği zekâsını hak işlerde ve Hakk’ın emrinde kullanır. Bir mücrim bir mü’minden daha zeki olabilir fakat daha akıllı değildir. Bir misal olarak her zeki insan kötü alışkanlıkların zararını bilir, ama ancak akıllı insan bunlardan uzak durur. Zeki insan ne yapması gerektiğini bilir, akıllı insan ise yapması gerekeni yapar. Yine zeki insan, güzel espri yapabilir ve etraftaki herkesi güldürebilir. Fakat akıllı insan, iyi espri yapamasa da hayatı boyunca kimseyi kendine güldürmeyecek şekilde yaşayan insandır.

Yani ancak zekâsını hayırda kullanabilen firâset sahibi insan, dînimizin vasfettiği akıllı insandır.

Akıllı insan, beşerî münasebetlerinde de firâsetli ve kompleksiz davranış sahibidir. Nasıl, nerede, ne kadar konuşacağını bilir. Bu hususla ilgili;

Bir filozofa sormuşlar:

“–Akıllı insanı nereden anlarsınız?”

“–Konuşmasından.”

“–Peki ya hiç konuşmazsa?”

“–Ben o kadar akıllısını görmedim.”

Bu meyanda Hazret-i Ali -kerramallâhu vechehû- da;

“Akıllı insan, yalnız ihtiyacı kadar konuşur.” buyurmaktadır.19

Yine bununla ilgili;

“Akıllı insan, ağzına giren lokmaya ve ağzından çıkan söze dikkat eder.” denmiştir.

Akıllı insan; diğer insanların kendisinden daha akıllı olabileceğini hesaba katar ve onların bilgi ve tecrübelerinden yararlanmayı bilir, istişâreye önem verir. Bu hususta bir batılı düşünürün sözü ne kadar mânidardır:

“Akıllı insan, aklını kullanır. Daha akıllı adam, başkalarının aklını kullanır.”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da aynı mevzuu ile ilgili;

“En akıllı insan, öğütleri dinlemekten vazgeçmeyen insandır.”20, “Akıllı insanla istişâre eden kazanç sağlar, aklını beğenen zarara uğrar.”21 buyurmaktadır.

Akıllı insan; dostlarına karşı vefâlı, düşmanından ise emin olmaya çalışıp tedbirini alır. Nitekim İmam Birgivî -rahmetullâhî aleyh- Tarîkat-ı Muhammediyye’sinde;

“Akıllı insan; dostlarına ikram eden, düşmanlarını idare edendir.” buyuruyor.

Bazı hikmet ehli de;

“Akıllı düşmanımdan eminim, ama ahmak dosttan korkarım.” buyurmuşlardır.

Hulâsa; akıl sahibi insan, büyük bir nimet olan aklını hayra sevk edip, ilâhî azamet karşısında âcizliğini idrak etmelidir. İlim, irfan ve muâmelâtta derinleştikçe yaptığı ibâdetleri kifâyetsiz görmelidir. Allah -celle celâlühû-’nün insanı yaratmadaki hikmetin farkında olarak beşerî münasebetlerinde ölçülü davranmalı, firâsetli olmalı ve hayatını istikamet üzere tanzim etmelidir.

_____________________

1 Keşfu’l-Mahcûb, Hucvirî, s. 312-313.
2 E. Rûmî, M. Nüfûs, s. 351.
3 Nebîler Silsilesi -I- O. N. Topbaş, s. 56.
4 E. Rûmî, M. Nüfûs, s. 351.
5 O. N. Topbaş, Altınoluk, 2004, Haziran.
6 Âl-i İmrân, 190-191.
7 Mükâşefetu’l-Kulûb, İ. Gazâlî, s. 29.
8 Türk ve İslâm Ans., Tercüman Gz., c. 1, s. 304.
9 Hz. Ali’nin Ölmeyen Özdeyişleri, DİBY, Çev. Şükrü ŞARDAĞ.
10 İslâm’da Aklın Önemi ve Sınırı, A. Yüksel ÖZEMRE, s. 18.
11 www.necdeticel.com.tr
12 Hakk’a Adanmış Gençlik, O. N. Topbaş, s. 80.
13 İmam Şârânî, Muhtasaru Tezkireti’l-Kurtubî, Bedir Y., s. 178.
14 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri-2, Erkam Y., s. 33.
15 İmam Şârânî, Muhtasaru Tezkireti’l-Kurtubî, Bedir Y., s. 183.
16 Ebû Nuaym, Hilye, I, 167; İbn-i Esir, el-Kamil, I, 124; Hakk’a Adanmış Gençlik, O. N. Topbaş, s. 128.
17 İslâm’da Aklın Önemi ve Sınırı, A. Yüksel ÖZEMRE, s. 18.
18 İslâm’da Aklın Önemi ve Sınırı, A. Yüksel ÖZEMRE, s. 20.
19 www.islamiyet.com
20 Hz. Ali’nin Ölmeyen Özdeyişleri, DİBY, Çev. Şükrü ŞARDAĞ.
21 Türk ve İslâm Ans., Tercüman Gz., c. 1, s. 304.