Hakk’a Duyduğu Saf Muhabbet, Onu Tasavvufun Mânâ Dolu Yoluna Sevk Edecekti

Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

HACI BAYRÂM-I VELÎ

1350’li yılların başlarında, Ankara’nın Kızılcahamam’a bağlı Solfasıl1 köyünde, Koyunluca Ahmed diye tanınan çalışkan bir köylünün şirin bir evlâdı dünyaya gelir. Babası, adını Numan koyar… O, gözlerini şu fânî dünyaya açar açmaz her şeyin düzeni değişir, işler kolaylaşıp rızıklar bereketlenir, evde herkesin yüzü gülmeye başlar…

Yıllar geçtikçe, bu bereket daha da artacak; bu nurlu çocuk, tüm Orta Anadolu’nun aşk ve sevgi kalesi olarak kıyâmete kadar hatırlanacaktır.

DOKUNMAYIN O HATUNA!

Hacı Bayram Velî’nin annesi hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Solfasıl köyü yakınındaki mezarlıkta Arapça olarak; “Bu, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin annesidir.” şeklinde bir ifade bulunmaktadır.

Bir gün annesi; Hacı Bayram’a hamile iken, köyün hemen yakınındaki Akça Deresi’ne çamaşır yıkamaya gitmiş. Orada çamaşırları ile meşgul olduğu sırada, köyü eşkıyâ basmış. Bu kötü niyetli kişiler, ona da saldırmışlar. Kadıncağız çok korkmuş, güçlükle ayağa kalkarak kaçmaya başlamış. Haydutlar, tam kadını yakalayacakları sırada gaipten bir nidâ işitilmiş:

“–Dokunmayın o hatuna… O, bir velî anasıdır!”

Eşkıyâ, duydukları bu ses üzerine korkuya kapılmış ve derhâl köyü terk etmişler. Bu hâdise üzerine annesi, hamile olduğu çocuğun gelecekte bir Allah dostu olacağını anlamış…

KARA MEDRESE’DE MÜDERRİS

Ankara’nın mânevî mimarı Hacı Bayrâm-ı Velî, Orta Asya’dan gelip Anadolu’ya yerleşen Oğuz boylarındandı… Gençlik yılları boyunca ciddî bir medrese eğitimi almış; şer‘i ilimlerin yanı sıra tasavvuf, matematik, astronomi, felsefe, edebiyat, Arapça ve Farsça gibi farklı ilimler tahsil etmişti. Aldığı icâzetin ardından, Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’de müderrisliğe başlamıştı.

Numan Efendi, bu görevi yıllarca sürdürdü… Çoğu zaman hayatından memnundu. Sadece kendi talebeleri değil, başka medreselerin talebeleri bile, bir fırsatını bulunca Kara Medrese’ye doluşurdu. Bütün Ankara, hattâ Orta Anadolu halkı, kadın-erkek kendisine büyük alâka gösteriyordu. Lâkin zaman zaman içini kapkara bulutlar kaplıyor, gönlü tam çözemediği bir biçimde daralıyordu. Acaba istediği, arzuladığı gaye bu muydu? Bazen şu fânî dünya, nazarında mânâsını tamamen yitiriyordu…

DAVETE İCÂBET SÜNNET!

O günlerde, ünlü müderris ve meşâyih Kayserili Ebû Hamîdüddîn; Kuzey Irak’tan Kayseri’ye dönmüş, çevresine feyiz ve bereket saçmaya başlamıştı. Hizmet ve gayretleri, Ankara’dan başlayıp bütün Orta Anadolu’ya dalga dalga yayılan Numan Efendi’nin gönlündeki derdi firâsetiyle keşfetmişti. Halîfesi Şücâeddîn Karamânî’yi Ankara’ya yolladı. Şeyhin halîfesi, Kara Medrese’ye gitti ve Numan Efendi’ye, mürşidinin kendisini Kayseri’ye davet ettiğini söyledi. Hakk’a duyduğu saf muhabbet, onu mânevî huzur kaynağı olan tasavvuf yoluna sevk ediyordu. Bu teklife hiç düşünmeden şu cevabı verdi:

“–Davete uymak, Peygamberimiz’in sünnetidir!”

Olgunluk timsâli müderrisin, Ebû Hamîd’e teslim olup, intisâb ettiği gün, Kurban bayramıydı. Şeyh Hazretleri, Numan Efendi’ye «Bayram» adını verdi. Müderris, bu ismi benimsedi ve şiirlerinde mahlâs olarak kullanmaya başladı. Mânevî yolculuğunu şu mısralarla ifade etmiştir:

N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm
Derd ü gâm ile doldu bu gönlüm…
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada derman buldu bu gönlüm…

Bayrâm’ım imdi, Bayrâm’ım imdi,
Bayram ederler, Yâr ile şimdi…
Hâmd ü senâlar, hâmd ü senâlar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm…

SALTANATINIZA KASTEDİLİYOR!

Şeyhi ile Şam üzerinden Mekke’ye giden ve «Hacı» unvânı alan Bayrâm-ı Velî, şeyhinin feyzinden uzun yıllar istifade etti, tasavvuf yolunun inceliklerini öğrendi, halîfesi oldu. Ebû Hamîd’in 1412’de rahmet-i Rahmân’a kavuşması üzerine ise Ankara’ya döndü…

1421’de Osmanlı tahtına Sultan II. Murad geçmişti. O yıllarda Bayrâmîlik iyice yaygınlaşmış, Anadolu’da büyük kabul görmeye başlamıştı.

Şeyh Bedreddîn isyanının bastırılmasının üzerinden sadece bir yıl geçmişti. Edirne yönetimi, Anadolu’daki kımıldanışlardan büyük endişe duyuyordu. Bazı dedikoducu tâifesinin;

“–Saltanatınıza kastediliyor!” ikazları, padişahın endişelerini körüklemişti. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Edirne’ye çağrılmasına karar verildi. Emir, şeyhe tebliğ edilince, o hiç düşünmeden;

“–Ülü’l-emre itaat vâcibdir.” diyerek, iki çavuş nezâretinde Edirne’nin yolunu tuttu. On yedi gün yolculuğun ardından başkente ulaşıp, hünkârın huzûruna kabul edilen yaşlı şeyhin ciddiyet ve vakarı padişahı hem şaşırtmış, hem de hayran bırakmıştı. O; karşısında devletin selâmet ve tahtına kastetmiş bir eşkıyâ beklerken, cemal ve kemal ışıklarıyla parıldayan bir velî bulmuştu. Padişah ve vezirleriyle uzun sohbetlerde bulunan Hacı Bayrâm-ı Velî; onlara halka âdil davranmalarını, zulümden uzak kalmalarını tavsiye etti.

BİR BUÇUK MÜRİD HİKÂYESİ!

Sultan II. Murad; büyük velîyi hürmetkâr biçimde Ankara’ya uğurlarken, ona olan sevgisi sebebiyle müridlerini vergiden muaf tutmuştu. Ancak padişahın sevgisi, bazıları tarafından kötüye kullanılıyordu. Devlete vergi vermekten kaçınan açıkgözler, sırf şahsî menfaatleri uğruna Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisâba başlamışlar, böylece devletin Ankara ve civarından topladığı vergilerde büyük düşüşler görülmüştü. Şeyh Hazretleri bu durumdan büyük üzüntü duyuyordu. Çok geçmeden Sultan’ın mektubu geldi. Kendisinden; hakikî dervişlerin sahte dervişlerden ayırt edilmesi, gerçek müridlerin merkeze bildirilmesi isteniyordu.

Bu büyük insan, hakîmâne bir plân hazırlayarak, müridlerinin Kanlıgöl çevresinde toplanmalarını istedi. Bağlıları, bir Pazartesi günü ovada toplandılar. Her yer insan kaynıyordu. Namazgâhın tam ortasında bir yörük çadırı kurulmuştu. Kuşluk vakti, Ankara’nın mânevî mimarı Hacı Bayrâm-ı Velî, atının üzerinde göründü. Müridlerini selâmladıktan sonra şu müthiş açıklamayı yaptı:

“–Bugün hanginizin beni daha çok sevdiğini öğrenmek istiyorum. Beni sevenler şu çadıra girsinler, onları kurban edeceğim!”

Şeyh, atından indikten sonra çadıra girdi ve içeride kellesini verecek hakikî müridleri beklemeye başladı. İçeriye önce bir adam girdi… Kısa süre sonra çadırdan dışarı oluk gibi kan aktı. Ardından bir kadın girdi. Dışarıya yine kanlar aktı. Bunu gören kalabalık dehşete kapılmıştı;

“–Şeyhimiz çıldırdı! Şeyhimiz çıldırdı!” diye bağırarak dağılmaya başladılar.

Az sonra meydanda kimse kalmamıştı. Aslında Hacı Bayrâm-ı Velî, müridlerini kurban etmiş değildi. Geceden çadırın içine koyduğu birkaç koyundan ikisini kesmişti. Hacı Bayrâm-ı Velî; bu olaydan sonra Sultan’a mektup yazarak, mürid sayısının gerçek mânâda bir buçuk olduğunu, bu kişilerin dışında kalan herkesin devlete olan vergisini ödemesi gerektiğini bildirdi.

NE KUSUR İŞLEDİM?

Hacı Bayram Velî, müridlerinden birine iki tarla göstermiş, biraz da tohumluk vererek;

“–Tarlalardan birini kendin için, birini de benim için ek.” demişti. Adamcağız;

“–Şu mürşidimin, şu da benim.” diyerek tarlaları işaretlemiş, sonra da tohumları ekmişti. Hacı Bayrâm-ı Velî, aradan uzunca bir zaman geçince mürîdine sordu:

“–Hangi tarla senin, hangisi benim hatırlıyor musun?”

“–Evet efendim, biliyorum.”

“–Gel tarlalarımıza gidelim, bakalım mahsul ne âlemde?”

Temiz gönüllü mürid, tarlalara geldiklerinde şaşkınlık içindeydi. Çünkü kendi tarlasındaki buğday dalga dalga göğermişken, mürşîdinin tarlasındaki ürün cılız ve çelimsizdi!

Hacı Bayrâm-ı Velî;

“–Hangisi benim kısmetimdi?” diye sorunca utancından yalan söyledi;

“–Buydu efendim!” diyerek, kendi tarlasını gösterdi. Fakat baktı ki, şeyhi memnun değil, yüzü solmuş, kaşları çatılmış, başı yerde…

Mürid;

“–Ona yalan söyledim.” diye üzülürken, Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri ellerini Rabbine açmış mırıldanıyordu:

“–Allâh’ım! Sana karşı ne kusur işledim ki rızkımı bu kadar bol tuttun, bana başkalarının nasibini lâyık gördün!”

O, başka bir dünyanın, tokgözlülük dünyasının insanıydı…

***

1430’da 90 yaşında iken vefat eden bu büyük velî, Ankara’da, tekkesinin hemen yanı başındaki bir yere defnedildi. Vefatından sonra üzerine küçük bir türbe inşa edildi…

Kaddesallâhu sirrahu’l-azîz…

________________________

* Bu köyün adının Zülfâzıl ya da Sonfasıl olduğu ileri sürülmekteyse de, 16. yüzyıllara dayanan kaynaklar incelendiğinde, ismin «Solfasıl» olduğu görülmektedir.