ÇEKİL EY MEL‘UN!

Mürsel ŞANLI

Abdülkādir Geylânî Hazretleri 470/1078 yılın­da İran’ın Geylân şehrinde dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Efendimiz’e ulaşır. 18 yaşlarında Bağdat’a ilim tahsili için hicret etti. Devrinin büyük âlimlerinin rahle-i tedrîsinden geçti. Tasavvuf terbiye ve ilmini Şeyh Ebu’l-Hayr Hammâd bin Müslim el-Debbâs’tan aldı. Ulvî ve üstün meziyetlerine rağmen son derece tevâzu sahibi idi. Sohbet meclislerine sultanlar, vezirler yalvarıp yakarırcasına iştirak eder, edep ve hürmet ile otururlardı. Âlimlerin, fakihlerin sayısı bilinmezdi. Sohbetlerinde fem-i muhsinlerinden sâdır olanları yazmak için dört yüzer hokka harcanırdı. Sohbetleri; hıristiyan, yahudi birçok kimsenin hidâyetine, dalâlet ve gaflet ehli sayısız kişinin tevbesine vesile olurdu. Bu hakikati Şeyh Ömer Keysanî şöyle ifade ediyor:

“Hiçbir sohbet mec­lisi geçmiyordu ki; orada bir yahudi, bir hıristiyan müslümanlığa giriyor olmasın; katiller, yol kesiciler, sâbıkalılar tevbe ile müşerref oluyor olmasın; itikadı bo­zuk, inancı sapık biri yanlış inancından tevbe ediyor ol­masın.” Muhyiddin, Gavsu’l-a‘zam, Kutb-i Rabbânî, Sultânu’l-evliyâ olarak da anılan Abdülkādir Geylânî Hazretleri 562/1166 yılında Bağdat’ta vefat etti.

***

Abdülkādir-i Geylânî Hazretleri, başından geçen bir hâli şöyle anlatır:

Bir gün gözümün önünde bir ışık peydâ olmuştu ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, içinden bir ses geldi;

“–Ey Abdülkādir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle memnunum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.” dedi.

Ancak hitap biter bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve;

“–Çekil git ey mel‘un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir.” dedim.

Bunun üzerine şeytan;

“–Rabbinin sana ihsan ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usul ile yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.

«BİLMİYORUM» CEVABINDAKİ SIR

Muhammed el-Buhârî Hazretleri, bir Cuma günü (13 Şevvâl 194 / 21 Temmuz 810) Buhârâ’da doğdu. Doğduğu yere nisbeten Buhârî olarak anılır. Küçük yaşta babasını kaybeden Buhârî Hazretleri’nin terbiye ve talimi ile vâlidesi ilgilendi. Küçük yaşta Kur’ân’ı ezberledi ve Arapça öğrendi. On bir yaşında hadis öğrenmeye başladı. On altı yaşında annesi ve kardeşi ile birlikte çıktığı hac yolculuğundan sonra ilim tahsil etmek iştiyâkı ile Mekke’de kaldı. Şam, Mısır, Basra ve Bağdat gibi muhtelif ilim merkezlerinde tahsiline devam etti.

İmam Buhârî Hazretleri, keskin bir zekâ ve ezber yeteneğine sahipti. Herhangi bir şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya dinlemesi kâfiydi. Bağdat ve Semerkant ahâlisinin onun zekâ seviyesini imtihan için sordukları sorular, zekâsının ve ezber yeteneğinin güzel bir alâmetidir. Dinlediği bütün hadisleri ezberden okuması da dikkat çekicidir. İmam Buhârî Hazretleri aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de mâruftur. 300.000’den fazla hadîs-i şerîfi senetleri ile bildiği rivâyet edilir. 30 Ramazan 256 tarihinde rahmet-i Rahmân’a kavuştu ve bayram günü Semerkant, Hartenk’e defnedildi.

***

Bağdatlılardan bazı ileri gelen âlimler, aralarında anlaşarak; İmam Buhârî Hazretleri’nin ilmini ve zekâsını denemek için, kendisinin yaptığı hadis derslerinden birinde, yüz hadis seçerler. Seçtikleri hadislerin her birinin metnini bir başkasına ve onun senedini, râvî halkasını, diğerine ekleyerek iyice karıştırırlar. Senedini ve metinlerini değiştirdikleri hadisleri dağıtarak bu hadisleri, mecliste İmam Buhârî Hazretleri’ne sorarlar.

Buhârî Hazretleri, kendisine sorulan yüz hadisin hepsine tek tek; «Bilmiyorum.» diye cevap verir.

Buharî Hazretleri’nin durumun farkında olduğunu anlayan âlimler birbirlerine İmâm’ın hâle vâkıf olduğunu işaret ederler. Durumdan habersiz olanlar ise, onun cevaptan âciz kaldığını zannederler.

Sorular bitince İmam Buhârî Hazretleri, karışık olarak verilen hadislerin hepsini, doğru metin ve senetleriyle teker teker ezberinden okur. Herkes bu büyük muhaddisin ilmi karşısında bir kez daha hayran olur.

ŞİMDİ BELÂYI BULDUK!

Barbaros Hayreddin Paşa; Midilli’de bir sipahinin oğlu olarak 1478 yılında dünyaya geldi. Asıl adı Hızır olduğu hâlde, batılılar kızıl sakalından dolayı ağabeyi Oruç’a verdikleri «Barba-rossa» adını daha sonra Hızır için de kul­landıklarından Barbaros diye tanındı. Hayreddin lakabını ise kendisine Yavuz Sultan Selim verdi.

Akdeniz’de kardeşleriyle birlikte zaferler kazanan Barbaros Hayreddin, Cezayir’i fethettikten sonra, Yavuz Sultan Selim’e tâbî oldu. Kanunî Sul­tan Süleyman, donanma kumandanlığı­na getirmek için Barbaros’u İstanbul’a çağırdı. İstanbul’da padişah tarafından ka­bul edilen Barbaros, kaptan-ı deryâ­lığa tayin edildi.

Bu görevde kazandığı Preveze Zaferi’yle Doğu Akdeniz’den sonra Orta Akdeniz bölgesinde de Türk üstünlüğü sağlanmış oldu. Döneminde Osmanlı denizciliği, en üst seviyeye ulaştı.

Barbaros, 6 Cemâziyelevvel 953 / 5 Temmuz 1546 tarihinde vefat etti ve sağlı­ğında Beşiktaş’ta yaptırdığı medresenin yanındaki türbesine defnedildi. Ölümü­ne; «Mâte reîsü’l-bahr: Denizin reisi öldü» sözü tarih düşürüldü.

Ömrü de­nizlerde geçtiğinden Rumca, Arapça, İs­panyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Ak­deniz lisanlarına vâkıftı.

***

Barbaros Hayreddin Paşa; Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle, Seyyid Murâdî’ye hâtıralarını yazdırdı. Onun naklettiğine göre, Barbaros Hayreddin Paşa; henüz Kanunî tarafından kaptân-ı deryâ tayin edilmeden evvel, Avrupa’da bunun korkusu yayılmış, şöyle bir şâyia başlamıştı:

“Bu diyavolo Barbaroşo (Şeytan Barbaros) sonunda muhakkak Padişah’a general olur. İşte o zaman başımıza kıyâmetler kopacak demektir. Çünkü bu kıyıları (Akdeniz) kendi eli gibi biliyor. İşte olacaklar o zaman olur.”

Bu korku, sonunda gerçek oldu, Cezayir Valisi, Dersaâdet’e çağrılarak, Devlet-i Osmâniye’nin deryâ işlerine ve tersâne-i âmire’ye nizam vermesi için, bu görevin nişânesi olan kürk kaftan giydirilerek, kaptan-ı deryâ görevine tayin edildi. Bu hâdise Avrupa’da şöyle yankı buldu:

“Barbaroşo, Gran Senyör’e Kaptan Paşa olmuş. Gözünüz aydın, işte şimdi belâyı bulduk!” (Gran Senyör: Büyük Efendi, Kanunî Sultan Süleyman) (M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Barbaros Hayrettin Paşa’nın Hâtıraları, Kaynak Yayınları, 2004, s. 548)

BAYRAK İSTERİM!

Baba tarafından Erzurumlu olan Nurettin TOPÇU, 1909’da İstanbul’da doğdu. Lise tahsilinden sonra, kendi imkânlarıyla Avrupa’da tahsil imtihanlarına girdi ve 1928’de imtihanı kazanarak burslu olarak Fransa’ya gitti. Üniversitede; felsefe, rûhiyat ve bedîiyat, umumî felsefe ve mantık, muâsır sanat tarihi, içtimaiyat ve ahlâk, ilk zaman sanat ve arkeolojisi dallarından lisansını tamamladı. Sorbon’da doktorasını verdi.

1934’te Türkiye’ye döndü. Ülke çapında çeşitli liselerde felsefe öğretmenliği yaptı. Üniversite hocalığı engellendi. Hareket dergisini çıkardı. Devrin mânevî büyüklerinden Nakşibendî şeyhî Abdülaziz Bekkine Efendi’ye intisâb eden Nurettin TOPÇU; çalışmaları ve konferanslarıyla sosyoloji, felsefe ve ahlâk alanında ülkemizde mühim bir boşluğu doldurdu. 1975 Nisan’ında hastalanan Nurettin TOPÇU, 10 Temmuz 1975’te vefat etti.

İsyan Ahlâkı, Ahlâk Nizamı, Mevlânâ ve Tasavvuf ve Türkiye’nin Maarif Dâvâsı adlı eserleri Türk fikir hayatına kazandırdı.

***

Sorbon Üniversitesi Felsefe Bilim Jürisi, Topçu’nun tezini Paris’te yılın en başarılı tezi seçer. Birinci olan öğrenciler üniversite tarafından mutlaka ödüllendirilmektedir. Topçu’ya da ödül olarak -gelenek olduğu üzere- bir altın saat, Amerika veya Kuzey Avrupa seyahati teklif edilir. Bu tekliflere Topçu şöyle cevap verir:

–Hiçbiri değil!

–O zaman ne istiyorsun?

–Sorbon Üniversitesi’nin giriş ve çıkış kulelerinde yirmi dört saat ay-yıldızlı Türk bayrağının dalgalanmasını istiyorum!

–Derhâl bu isteğiniz yerine getirilecektir! (Mehmet SILAY, Nurettin TOPÇU’nun İdeali, Hece dergisi, sa. 109, 2006, s. 398-399)

Nurettin TOPÇU, şanlı bayrağımızı Sorbon Üniversitesi’nin giriş ve çıkış kulelerinde dalgalandıran bir bilim adamıdır.