EÛZÜ BİLLÂH…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Hâfız Orhan Hoca, hizmete bir daha besmele çekmişti.

Huzurlu bir aile yuvasıyla tam ve tamam olmuş hâliyle, taze ve güçlü, uzun ve derin nefesli bir besmele daha…

Akşamlarında, sabahlarında bütün mevzuları; talebe, eğitim, infak ve yardım idi. Özlü ifadesiyle bir gönül daha kazanmaktı.

Bütün endişeleri, düşünceleri, hayalleri, hattâ rüyaları dâimâ «nasıl daha iyi hizmet ederiz» çerçevesindeydi.

Hizmete daha fazla vakit ayırabilmek nâmına birbirlerine geniş bir müsâmaha gösteriyorlardı. Sadece deftere imza atmak için daireye gelen tembel bir memur hantallığından fersah fersah uzak, mesâî mefhumunu bilmeden canla başla gayret ediyorlardı.

Kurulan hizmet müessesesi büyüyor, faaliyet sahaları genişliyordu. Tabiî kardeşleri de çoğalıyordu. Bu da ayrı bir bereket, ayrı bir şevk, ayrı bir enerjiydi. Fakat aynı zamanda yeni imtihan sebepleri…

Nitekim zamanla Orhan’ın besmelesinin şevkine gölge düşüren, azmine fütur getiren bir-iki hâdise yaşandı.

Basit ve küçük meseleler… Fakat sinek gibi mide ve gönülleri bulandırıcı hâdiseler…

Orhan anladı ki, «besmele»den önce bir de «eûzü» gerekiyordu.

Kur’ân okumak gibi bir ibâdete, Cenâb-ı Hak ile mükâleme vesilesine dahî başlarken; eûzü gerekiyordu.

Çünkü;

Huzûr-i ilâhîden kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınılmazsa, bu sığınmanın maddî-mânevî îcapları yerine getirilmezse; ibâdete de, hizmete de halel geliyordu.

Şeytan; bilhassa camilere, hizmet müesseselerine, hayır kurumlarına koşuyor, huzur bozmak için yanaşıyor, kulak verene fısıldıyor, bulduğu gedikten giriyordu. Mü’minin mânevî varlığında; düşmana karşı kullanılmak üzere bahşedilmiş silâhları, dosta doğru döndürüyor, dolduruyor ve ateşletiyordu.

Nefret; müstehakkına karşı, küfre, küffâra, isyana karşı lâzımdı… Fakat şeytan; iğvâ ve kandırmalarıyla, mü’mini mü’min kardeşinden nefret ettirmeye çalışıyordu.

Gazap ve şiddetli sert tavır; günaha, tavize, şirke karşı lâzımdı. Fakat şeytan; hileleriyle, ayak oyunlarıyla, o baş döndürücü ve pişman edici silâhı kardeşe çevirtiyordu.

İzzet-i nefis öyleydi… Zan ve yorumlarda bulunmak öyleydi…

Hizmet, şeytandan Allâh’a sığınmayı gerektiriyordu. Şeytanın hilelerine karşı uyanık, tuzaklarına karşı tedbirli olmayı gerektiriyordu.

Hizmet, sabır gerektiriyordu…

Muhataba sabır, yâre sabır, ağyâre sabır…

Neticeyi beklemekte ve görmekte sabır…

Tatlı rekabetin, dirsek atmaya dönüştüğü yerde sabır…

Ancak, Hakk’a hizmette istihdam edilmiş olmak; öyle büyük bir şükür sebebi, öyle muazzam bir nimet idi ki; bütün sabır ve tahammül îcâb ettiren hâller, o nimetin büyüklüğü ve o şükrünün nâmütenâhîliği karşısında eriyip bitmeliydi.

Bunun yolu da «eûzü çekmek»ti. Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktı.

Şeytan fısıltılarına ve vesveselerine kapalı bir gönül kulağına sahip olmaktı.

Nefsâniyetin, enâniyetin gözüne batan hâdiseleri görmezden gelen bir kalp gözüne sahip olmaktı…

Bütün tahriklere, uzatılan onca mikrofona, gıdıklayan onca hâdiseye aldırmayıp; susan ve sadece Hakk’a talip, sadece hakkı söyleyen bir gönle sahip olmaktı.

Nefsine yönelik bütün kusurları örtecek; bir af, setr ve bağışlama şalına sahip olmaktı…

Aksi hâlde, pireye kızıp yorgandan olmak vardı. Hizmetin bereketini, feyzini kaçırmak vardı. Kaş yaparken göz çıkarmak, hizmet ediyorum derken, enâniyet beslemek, kalp kırmak vardı.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak buyuruyordu ki:

“… Yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Hayırlarınızı imhâ etmeyin!)” (el-Bakara, 264)

Yapılan hayırlar… Başta infak olmak üzere hizmetin her çeşidi bu kategori içine dâhildir.

Bu hakikatin idrâki içinde Orhan, karşılaştığı sıkıntıların kalbinde yaşattığı kabz hâline bir devâ arıyordu. Bir rahmet tecellîsi… Bir bast yağmuru…

Kapı çaldı.

Aradığı bu olmalıydı:

Doktor Selim Bey’den bir paket gelmişti. Her ay Doktor Selim Bey, Yûnus Dede’nin yazısının neşredildiği dergi, kitap ve muhtelif hediyeleri gönderiyordu. Evde bu paket; gökten inen bir mânevî sofra hükmündeydi.

Hemen açtı, dergiden Yûnus Dede’nin yazısını buldu. Hanımına seslendi:

“–Nesîbe Hanım, dergimiz de geldi. Bu akşam sohbet nasîbimiz buradan olsun.”

Yûnus Dede’nin huzûrundalarmış gibi, diz üstü oturdular, okuyup dinlerken, Hüdâyî Camii’ne doğru uçup gittiler.

Yûnus Dede tane tane anlatıyordu:

“Bedir Harbi’nin ardından iki sahâbî arasında ganîmet bir kılıç sebebiyle bir ihtilâf çıkmıştı. Cenâb-ı Hak, bu hâdise üzerine Enfâl Sûresi’ni inzal buyurarak, ağyâra karşı büyük bir zafer kazanan mü’minlerin, dosta karşı kazanmaları gereken kıvâmı da talim buyurdu:

فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْ

“Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin!” (el-Enfâl, 1)

Talimat bu idi:

“Aranızı düzeltin!”

“Ben haklıyım, o haksız” demeden;

“Aranızı ıslah edin!”

Menfaati, ganîmeti, sen-beni, enâniyeti, tefrikayı bir tarafa bırakın;

“Aranızı ıslah edin!”

Zanları, vehimleri, kuruntuları, kırgınlıkları, incinmeleri bir tarafa bırakın;

“Aranızı ıslah edin!”

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbını yekvücut bir ümmet, bir bünyân-ı mersus / kenetlenmiş bir sur hâlinde yetiştirdi.

Fakat bu hiç kolay olmadı.

Çünkü câhiliyyede çekişme ve tefrika bu bölgenin neredeyse temel karakteriydi. Kabîle savaşları, cana, mala ve ırza tasallut eden baskınlar alelâde hâdiseler görülürdü. Mehmed Âkif’in tabiriyle;

«Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi…»

Nesep, asâlet, ten rengi, zenginlik, makam-mevki gibi şeyler şeref ölçüsü kabul edilir, bunlarla böbürlenmek, başkalarını aşağılamak sanat addolunurdu.

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kan kardeşliğinin üzerinde bir din kardeşliğini getirdi. Medine’de yıllardır birbirinin kanını döken Evs ve Hazreclileri ensar adı altında kaynaştırdı. Mekkeli muhâcirler ile ensârı fert fert kardeş îlân etti. Şeref ve asâlet ile üstünlük telâkkîsinin yerine, Hazret-i Âdem’in evlâtları olarak eşitlik ve sadece takvâda üstünlük prensibini getirdi.

Allah Rasûlü’nün hayat dolu prensiplerine uydukları müddetçe müslümanlar kardeşliğin muazzam feyzinden istifade hâlinde oldular. İslâmiyet; beldelere, diyarlara, kıtalara intişâr etti. Endülüsler, Buhârâlar, Üsküpler İslâm oldu.

Bu esaslardan inhirâf edildiğinde ise, Kerbelâ gibi fâcialar yaşandı, Emevî asabiyeti yaşandı, kardeş kardeşin kanını döktü. Feyiz ve bereket kalktı. Endülüs gibi yedi asırlık İslâm diyarı, küffârın eline geçti.

Bizim tarihimiz de bu tecellîlere sahne oldu. Kardeşlik şuurunun bütün bünyede sağlam olduğu Malazgirtlerde, Balkanlar ve İstanbul fütuhâtında ve son devrede Çanakkale ve İstiklâl harplerinde Cenâb-ı Hak muzafferiyetler ihsân eyledi.

Tefrikanın, çekişmelerin zuhur ettiği Balkan Harbi gibi devirlerde ise fecî hezîmetler ortaya çıktı.

Kardeşlik hukûku ve ahlâkına en çok riâyet, hizmet müesseselerinde gerekir. Zira şeytanın en çok bozmak, çomak sokmak isteyeceği, feyiz ve bereketine en çok mânî olmaya hırslanacağı yerler, hizmet müesseseleridir.

Böyle müesseselerde kardeşlik hayatın ta kendisidir. Kardeşlik heyecanının olduğu bir müessese ile bundan mahrum olan bir yerin mukayesesi, ölü ile diri gibidir.

Rabbimiz; “Aranızı düzeltin.” buyurduğu gibi, bunun birçok esasını da talim etti:

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ

“Mü’minler, ancak kardeştir.” (el-Hucurât, 10) talimatı ile, mü’minlerin birbirine sahip çıkmasını ferman buyurdu. Kardeş, kardeşe sahip çıkar, yardımcı olur, onu ağyâra bırakmaz. Mü’minin kardeşini üç günden fazla terk etmesi, ona küsüp irtibatı kesmesi de câiz değildir. Kardeş zâlim de olsa, yanlış da yapıyor olsa zulmünü giderecek, yanlışını bertarâf edecek, telâfi edecek adımlar atarak yine ona sahip çıkmak mecburiyeti vardır.

Kardeşlik binasının unsurlarının birbirine kenetlenmesi için, hiçlik zarûrîdir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖ۪ينَ

“…(Mü’minler) birbirine karşı alçak gönüllüdür…” (el-Mâide, 54)

وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ٖينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا

“Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde tevâzu ile yürürler.” (el-Furkān, 63)

Kardeşler arasında ekseriyetle nizâ, benlikten ve enâniyet olarak anlaşılabilecek davranışlardan neş’et eder. Mü’minlerin birbirine karşı dâimâ alçak gönüllü, mütevâzı bir kalp ve davranışlar içerisinde olmaları, muhtemel meseleleri başlamadan sona erdirir.

Bir başka ilâhî talimat:

Merhamet:

رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ

“…(Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in beraberinde olan ashâb-ı kiram) kendi aralarında merhametlidirler…” (el-Fetih, 29)

Bir mü’minde nefret; müstehakkı olan küfür, mâsiyet, nifak gibi Hakk’ın rızâsına aykırı şeylere tevcih edilmek için vardır. Mü’min ancak, kâfirlere karşı şiddetli olur. Mü’minlere karşı muhabbet ve merhamet doludur. Günahkâra merhamet, günaha buğz hâlindedir. Günaha olan buğzu, günahkâra taşırmaz. Onu merhametle tedavinin imkânlarını arar.

Nasıl bir kişinin dostu hastalansa, onu hastalığından dolayı kınamak yerine şifâsına çare ararsa; kardeşlik meselesindeki kusurları da böyle mânevî hastalıklar olarak görüp tedâvî ve telâfisi için gayret sarf etmek îcâb eder.

Ateşli hastalıklarda bazı insanlar sayıklarlar. Bazı hastalıklar sinirlendirir. Kimse bu yaptıklarından dolayı hastaya kızmaz, ona karşılık vermeye kalkmaz. Bunun gibi, kardeşliğin sıhhatini zedeleyen hastalıklara dûçâr olmuş kardeşlerin, sayıklamalarına aldırış edilmez, ancak tedavîsine çare aranır. Bu da incinmemek prensibidir. “Kötülüğe karşı iyilik.” prensibidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلَا تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتٖ۪ى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذٖ۪ى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖ۪يمٌ

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Rabbimiz, kötülüğün giderilmesinde en güzel tedâvî olarak, kötülüğe iyilik ile mukabele edilmesi yolunu göstermiştir.

Peygamber Efendimiz; kendisine nice zulümleri revâ görmüş olan Mekkelilere, kıtlık zamanında yardım göndermiş, bir süre sonra gerçekleşecek Mekke’nin fethinin akabinde, gönülleri yumuşamış olan bu insanlar kolayca İslâm’a girmişlerdi.

Hazret-i Yûsuf, kendisini kuyuya atan, uzak beldelere bir köle gibi satan kardeşlerinin bütün yaptıklarının üzerine bir şal atmış; “Bugün size kınama yoktur!” (Yûsuf, 92) diyerek hepsini unutmuş, kardeşleriyle arasında beyaz bir sayfa açmıştır.

Fakat kötülüğe karşı iyilik yapabilmek, çok üstün kalbî vasıflar ister. Rabbimiz; bu fermanın devamında, bunu şöyle ifade eder:

“Kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, fazîletten yana nasîbi bol olanların kârıdır.” (Fussilet, 35)

Ancak böyle bir kalp kıvâmına nasip olabilecek, kardeşlik şuurunun hâmîsi bir başka haslet de de îsardır.

Îsar, gerçek kardeşliğin muktezâsıdır.

Çünkü kardeşliğin en büyük imtihanı, menfaattir.

Îsar; yani kişinin nefsinin istek ve arzularına rağmen, herhangi bir nimet, menfaat karşısında kardeşini tercih etmesi; kardeşlik binasının en sağlam harcıdır. Sahâbe bu mânâda Cenâb-ı Hakk’ın takdirini kazandı:

«Onlar beldelerine göç eden muhâcirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganîmetlerden ötürü gönüllerinde en küçük bir kıskançlık ve burukluk duymazlar. Hattâ onlar ihtiyaç içinde kıvransalar bile, daha muhtaç durumda olan mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederler…» (el-Haşr, 9)

İşte bu fazîletin adı, îsar…

Îsarda bulunan kişi, eşitlikten, adâletten öteye geçmiş, ferâgatte bulunmuş olur. Bu da bir iyiliktir ki; “İnsanlar iyiliğin bendesidir.” sözü fehvâsınca, gönülleri fethetmektir. Menfaate değil, gönüllere talip olan mü’mine Hazret-i Peygamber’in tavsiyesi de budur:

“Dünyâda zâhid ol, Allah seni sevsin; halkın elindekilerden yüz çevir, insanlar seni sevsin!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 1)

Kardeşliği bozan şeylerin başında lisânın edebini gözetmemek gelir. Bundan dolayı ince ince nice talimatlar gelmiştir:

“…Yalan sözden uzak durun.” (el-Hacc, 30)

“…Doğru söz söyleyin / dâimâ doğru konuşun.” (el-Ahzâb, 70)

“Zannın çoğundan sakının, birbirinizin gıybetini yapmayın.” (el-Hucurât, 12)

“Kadın ve erkek toplulukları, başka toplulukları alaya almasın.” (el-Hucurât, 11)

“Lakap takmayın; kaş, göz etmek, taklit yapmak gibi şahsiyeti aşağılayıcı tavırlar sergilemeyin.” (el-Hucurât, 11; Ayr. Bkz. el-Hümeze, 1, el-Kalem, 11 )

“Güzel, zarif, değer verici, gönül alıcı, yerinde söz söyleyin.” (Bkz. el-Bakara, 83; en-Nisâ, 5, 8; el-İsrâ, 23, 28 vb.)

“Size fâsık birinden gelen habere (lâf taşımalara, koğuculuklara) itibar etmeyin. Doğruluğunu iyice araştırmadan hareket etmeyin.” (el-Hucurât, 6)

“Câhillerle muhatap olmayın, «Selâmâ / Bizden size bir zarar yok!» deyip geçin.” (Bkz. el-Furkān, 63)

Bunların her biri kardeşlik hukûkunu muhafaza konusunda derin sırlar ihtivâ eder. Meselâ yerinde söylenmeyen, mâruf olmayan, yersiz sarf edilen bir söz; hakikat de olsa, bir kardeşi incitebilir.

Mü’min; çiçeklerden daha zarif, akarsulardan daha latif bir davranış güzelliğine erişmelidir.

Efendimiz’in, ümmetinin hatalarını düzeltirken;

“Bana ne oluyor ki şöyle görüyorum.” diyerek, hata, muhatapta değil de hâşâ gözdeymiş gibi bir üslûp kullanması;

“Bazı insanlar niçin şöyle yapıyorlar?” diyerek adres vermeden, îmâlı îkazlarla yetinmesi ve benzeri zarif usûlleri öğrenmek ve bilhassa hizmet yolunda tatbik etmek îcâb eder.

Ve dâimâ şöyle duâ hâlinde olmamız gerekir:

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِاِخْوَانِنَا الَّذٖ۪ينَ سَبَقُونَا بِالْاٖ۪يمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فٖ۪ى قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذٖ۪ينَ اٰمَنُوا رَبَّنَا اِنَّكَ رَؤُفٌ رَحٖ۪يمٌ

“…Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”
(el-Haşr, 10)

Rabbimiz; bizleri, müesseselerimizi, ülkemizi, toplumumuzu ve bütün ümmet-i Muhammed’i ashâb-ı kirâmın eriştiği kardeşlik şuurundan nasipdâr eylesin. Birlik ve beraberliğimizi, kardeşliğimizi bozmak isteyen başta şeytan olmak üzere düşmanlara, Rabbimiz fırsat vermesin.

Âmîn…

Orhan kapattığı dergiyi gönlüne basarken, hanımıyla birlikte sohbetin Fâtihasını okuyor ve taze bir besmeleye daha hazırlanıyorlardı.

Bu kez;

Eûzü ile birlikte…

Şeytana hiç fırsat vermeden…

Engin bir sabır ve ondan daha engin bir şükür hâlinde…