BİR GÖNÜL HUZURU…

Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Seher vaktiydi. Her zamanki gibi bahçedeki emektar tulumbadan abdestini aldı. Vakitlice caminin yolunu tuttu. Küplüce, tipik bir Karadeniz köyüydü. Herkesin evi, köye en yakın tarlasının yanında idi. Yaşar’ın evi köye en uzak ev olduğu için, o epeyce erken yol alıyordu.

Küplüce köyünün çok hoş bir âdeti vardı. Köyün erkekleri, sabah namazını camide kılmadan ve Halil Hocanın dillere destan hâlis tereyağlı çorbasını içmeden işe güce sarılmazlardı. Bilinirdi ki o gün camiye gelmeyen, ya hasta idi ya da o gece köyde kalmamış idi…

Yaşar, namazdan sonra eve geldiğinde eşi çoktan onun yemek çıkınını hazırlamıştı bile. Tarlaların çoğu evine çok uzak olmamasına rağmen, yanına mutlaka yiyecek bir şeyler alırdı. Öğle yemeği için eve gelse de, uzun yaz günlerinde ara öğün yemeden çalışamazdı. Çıkına şöyle bir baktı; bir soğan, domates, biber, salatalık ve kuru peynir…

–Hımm, desene hanım bugün iyiyiz…

–Elhamdülillâh bey. Hep iyiydik…

–Eyvallah! Doğru dersin. Şükür Cenâb-ı Hakk’a.

Yaşar; kara tırpanını örsün üzerinde iyice çekiçleyip taşladıktan sonra, tarlanın yolunu doğrulttu. O gün ot biçecekti. Alışkanlığıydı; tarlaya her gidişinde etrafı önce bir kolaçan eder, zâyiat var mı yok mu bir kontrol ederdi. Yine mutat kontrolünü yaparken tarlanın komşu tarlaya bakan tarafındaki sınırda bir değişiklik olduğunu fark etti. Dedelerinden beri en ufak bir değişiklik veya sapma olmayan sınıra bugün ne olmuştu acaba?

Kendi kendine söylenirken, komşu tarla sahibinin oğlunun köye kesin dönüş yaptığı aklına geldi. Onun yapmış olabileceğini düşündüyse de pek itibar etmedi bu düşünceye;

“–Altı üstü üç fındık ocağı için tenezzül etmez, çoluk çocuk işidir.” diye geçirdi zihninden…

Yaşar, etrafına baktı. Kimse yoktu. Kendini takip eden gözlerden habersizdi…

–Şu sınırı eski hâline bir getireyim hele…

Yaşar sınır kazığına sarılır sarılmaz, kendini bir anda yaka paça kestanenin dibinde buldu. Toparladığında, karşısındaki kişi az evvelki düşüncelerini doğruluyordu. Yan tarla sahibinin oğlu İsmet, ağzından tükürükler savurarak bağırıyordu:

-Yaşından başından utan be adam! Yılların sınırını değiştirmeye utanmıyor musun?

Yaşar’ın bir anda nevri döndü:

–Ulan terbiyesiz! Ben baban yaşında adamım! Ne yaptığını zannediyorsun?

–Terbiyeyi senden mi öğreneceğim? İki fındık ocağına tenezzül eden adînin tekisin işte! Haddini bildiriyorum!

–Evlâdım! Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Önce sen değiştirmedin mi sınırı?

–Bir de iftira ha! Artık yaş baş kalmadı… Ben senin nasıl biri olduğunu biliyordum da yıllardır babama anlatamıyordum. Şimdi o da görsün gerçek yüzünü…

Yaşar, birden yıllar öncesine gitti. Hatırlıyordu İsmet’in, o hırs küpü hâlinde köyü terk edişini. Neymiş efendim? O, ömrünü bu köy yerinde hebâ edemezmiş. Boğulursa büyük denizde boğulacakmış. Hâlbuki babasının ne hayalleri vardı İsmet’e dair…

İsmet hâlâ bozuk plâk gibi öfkesini kusuyordu. Yaşar artık dayanamadı;

“–Sana haddini bildirmek, bana düştü. Al sana!..” diyerek tırpanın sapını İsmet’in kafasına indirdi.

İsmet, bu yaştaki ihtiyardan böyle bir çeviklik beklemiyordu doğrusu. Kesinlikle karşılık vermesi gerektiği düşüncesiyle o da aynı çeviklikle;

“–Bunu sen istedin ihtiyar!” diyerek belindeki iri çakıyı Yaşar’ın boşluğuna sapladı.

Her şey o kadar anî olmuştu ki Yaşar’ın ilk hissettiği, belinden sızan kanın ılıklığı oldu. Yaşlı vücudu bir pelte gibi yere yığıldı. Bağırıp yardım istemek aklına bile gelmemişti. Kısa bir süre sonra ağırlaşan göz kapaklarına yenik düştü…

İsmet, kendilerini kimsenin görmediğinden iyice emin olduktan sonra Yaşar’ı kaderine terk etti…

–Muhammed! Oğlum! Koş da bu suyu babana götür. Sabah yemek çıkınının yanına koymuştum, almayı unutmuş. Öğle yemeğine gelir; ama ona da çok var. Kavrulur adamcağız. Hadi oğlum bir koşu götürüver.

–Peki ana! Ben de ona nane yolduydum, sever diye…

Muhammed tarlaya vardığında babasını yerde yüzükoyun yatar gördü. İlk başta ne olduğuna bir anlam veremedi. Ama babası bu saate hiç yatmazdı, aksine ilk terini atıp canhıraş çalışmaya başladığı saatlerdi.

–Baba… Baba…

Muhammed babasından cevap alamayınca, babasını yanı üzerine yatırmayı deneyecekti ki, babasından sızan kanları gördü. Beyninden vurulmuşa döndü. Hemen komşu tarlalarda çalışanlardan yardım istedi. Biraz uzakta da olsa birini buldu:

–Hüseyin amca yetiş! Babamı bıçaklamışlar! Tarlada baygın yatıyor!

–Nefes alıyor mu?

–Alıyor!

–Hemen köye koş! Annene haber ver! Bir araba bulun gelin!

Muhammed, eve gelip olanları bir çırpıda annesine anlattı. Annesi, neye uğradığını bilemedi. Tek bildiği şey, en kısa sürede bir çözüm bulması gerektiğiydi.

–Oğlum koş Halil Hocaya haber ver! Arabasını alsın gelsin. Ben de baban için bir şeyler ayarlayayım.

Halil Hoca Hızır gibi yetiştirdi Yaşar’ı hastahâneye. Allah’tan her şey için çok geç değildi; ama Yaşar çok kan kaybetmişti ve onu ciddî bir ameliyat bekliyordu. Herkesin kulağı ameliyathaneden gelecek seste, gönlü Hakk’a tazarrûda idi.

Nihayet bir süre sonra tedirgin bekleyiş sona erdi ve sevindirici haber geldi. Yaşar, tehlikeyi atlatmıştı. Yalnız Yaşar’a bunları yaşatan kanlı ellerin kime ait olduğunu kimse bilmiyordu. Şimdi bekleyenler, bunu Yaşar’a kimin yapmış olabileceği sorusunun cevabını arıyordu.

Yaşar kendine gelip bir müddet toparladıktan sonra emniyet yetkilileri Yaşar’ı konuyla alâkalı sorguya aldılar… Yaşar; her şeyi anlatacağını söyledi, yalnız Halil Hocanın da yanlarında olmasını istedi. İstek kabul görünce, Halil Hocanın da şahitliğinde anlatılanlar kayıt altına alındı.

Emniyet yetkilileri kısa sürede İsmet’i nezârete aldılar. İsmet sorulanlara önce itiraz ettiyse de başta babası dâhil kimseden destek alamayacağını bildiği için, yalanında fazla ısrarcı olmadı. Suçu sâbitti…

O saatlerde Halil Hoca, hastane odasında Yaşar’a nasihat ediyordu:

–A benim güzel kardeşim! Bak neler geldi başına… Üç-beş fındık ocağı uğruna oğlun yaşında bir adamla yüz-göz oldun. Az kalsın canından oluyordun. Sınırı muhafaza edeceğim derken; asıl muhafaza etmen gereken sabrın, sükûnetin, gönül huzurun buhar olup gitti. Biraz olsun sükûnetini muhafaza edebilsen her şey ne kadar farklı gelişirdi…

–Doğru dersin hocam da, sinirime yenik düştüm. Birden çok ters konuştu. İnan açıklama yapma veya anlama fırsatım bile olmadı. Vallâhi gururuma yediremedim, indirdim tırpanın küpüsünü kafasına.

–Onun da istediği zaten o idi. Seni sinirlendirip oyuna getirmek ve seni aradan çıkarmak.

–Sonra…

–Sonrası kolay. Oğlun onun için kolay lokma; ama sen onun sandığından kolay çıktın. Yoksa emin ol, iz bırakmadan harcardı seni. Yani o da bu kadar erken böyle bir netice beklemiyordu. O da hazırlıksızdı.

–Desene, verilmiş sadakamız varmış.

–Tabiî ya «Kaybedecek bir şeyi olmayan kimseden kork!» demişler. Bu herif haysiyetini kaybetmiş, gözü dönmüş. Emin ol aramızda olmayabilirdin…

–Haklısın hocam. Aslında sen bu gerçeği bize defalarca bizzat öğrettin; ama gel gör ki damarımıza basılıverdi mi gönül huzuru da iz’an da yalan oluyor. İnşâallah bundan sonra edineceğim tecrübeler daha az hasar verir.

Halil Hoca mütebessim;

–İnşâallah…

–Bu arada İsmet’i buldular mı?

–Buldular ve hemen tıktılar içeri! Ama bir daha düşün. Kendisi beş para etmese de ailesi perişan oldu. Hadi bana müsaade! Daha yarının çorbasını hazırlayacağım. Hem sabah namazında beni de görmezlerse ayıp olur değil mi?

–Eyvallah hocam! Hocam senin şu dillere destan çorbalarının sırrı da bu gönül huzuru dediğin şey değil mi? Yoksa her seferinde bu kadar lezzetli ve bereketli olması tesadüfî olamaz…

–O rızkı veren de bereketini veren de Cenâb-ı Hak. Yalnız O, nimetinin hangi ellerle kullarına ulaştığını çok iyi takip eder. İster ki en güzel şekilde sunulsun…

–Mevlâ’m lâyık eylesin hocam. Allah sadrınıza ferahlık ve engin gönül huzuru nasip eylesin. Hakkını helal et! O çorbaların hakkı için emin ol tekrar düşüneceğim. Ne de olsa az çorbanı içmedik…