Din, Kitap, Sünnet ve Vatan SANA EMÂNET

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Gecenin ağırlığı bastırdı. Kervan bekçisi uyudu. O ânı kollayan bir hırsız geldi, kervanı soydu. Yakalanmamak için çaldıklarını da uygun bir yere gömdü.

Sabah olduğunda kervandakiler uyandı. Baktılar ki; malları, eşyaları, gümüşleri, altınları, hattâ develeri, neleri varsa çalınmış. Hemen bekçinin yakasına yapıştılar:

–Ey kervan bekçisi! Eşyalarımız ne oldu? Pılımız pırtımız nereye gitti?

Bekçi kekeledi:

–Hiç beklenmedik bir zamanda, yüzleri örtülü hırsızlar geldiler. Gözümün önünde ne var ne yoksa hepsini alıp hızla buradan uzaklaştılar.

Kervan halkı öfkelendi:

–Ey rüzgârla savrulmaya hazır kum tepesine benzeyen zayıf adam! Hırsızlar eşyayı toplarken sen ne yapıyordun? Sen necisin? Sen bekçi değil misin?

Bekçi kendi ayıbını yalan dolanla kapatmaya çalıştı:

–Ben bir kişi idim. Onlarsa silâhlı, gösterişli, cesur bir sürü babayiğit!

–Madem öyle! Madem senin hırsızlarla başa çıkacağına ümidin yoktu, ne diye bağırmadın, niye feryat edip de bizi uyandırmadın?

–Bağıracaktım. Fakat bıçak gösterdiler, kılıç çektiler. Sesimi çıkardığım takdirde öldüreceklerini söylediler. Çaresiz kaldım, korkumdan bağıramadım. Lâkin şimdi bağırabilirim. O an korkumdan nefes bile alamadım, ancak şimdi istediğiniz kadar feryat edebilirim.

Güngörmüş biri acı acı güldü:

–Şeytan insanı günaha sürükleyip bu aziz ömrü yok ettikten, yani iş işten geçtikten sonra feryâdın ne mânâsı var! Olan olduktan sonra «eûzü» çekmenin de Fâtiha okumanın da tadı tuzu yoktur. Ancak gaflet, daha tatsız ve tuzsuzdur. Bu bakımdan zâhiren bir işe yaramasa da hiç olmasa mânen belki işe yarar diyerek yine de sen gözyaşı dök. Ne kadar tatsız ve tuzsuz da olsa feryat et, sızlan, yan yakıl; «Ey her şeyden üstün olan Allâh’ım! Düşkün, günahkâr kullarına bir bak!» diye yalvar.

Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı bu hikâyenin özü:

Emânet şuuru.

Eğer bekçi, emânetin nasıl bir mes‘ûliyet olduğunu bilseydi, günlerce uyumamış olsa bile gözüne uyku girmezdi. Ama gaflet perdesi, emânetin hakikatini onun özünden sakladığı için gözleri gamsız bir şekilde uykuya daldı. Uyku ve gamsızlığı yüzünden bir de yalan söyledi. İçindeki büyük emânete de toz düşürdü. Payına, çaresiz bir şekilde tevbe kapısında feryat ve gözyaşı düştü.

Hâlbuki o bekçi, yaptığı vazifeyi kendi üstlenmişti. Çaldırdığı emânetlerin kendi isteğiyle muhafızı olmuştu. Ancak şuur ve idrâki, emânet bahsinde perdeli hâle gelince olan oldu.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik; onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korkup titrediler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan, çok cahil ve çok zalimdir.” (el-Ahzab, 72)

Allah Teâlâ’nın, emânet bahsinde insanla alâkalı tenkit ettiği aksaklık, şu dört husustan ibaret:

1. Emâneti endişesiz ve gamsız bir şekilde üstlenmesi, şuursuzluğu,

2. Emânet hakkında bilgisizliği,

3. Zorluğu görünce zulme sapması,

4. Böylece kendi üstlendiği bir vazife karşısında dirâyetsizlik göstermesi.

Yani;

Emânet.

Önce şuur ister.

Sonra ilim. Sonra adâlet. Sonra da dirâyet.

Bu dört özelliği bir araya getiren kimse, emânetin ehli ve emîn. Getiremeyen kimse ise ehil ve emîn değil. İnsanlar, bu hakikate göre gruplara ayrılırlar. Kimi gözünü hiç kırpmadan bir ömür uyanık, gözleri ışıl ışıl. Kimisi mışıl mışıl. Kimi âlim, kimi zalim. Kimi kandil, kimi gafil. Kimi umman, kimi çöl.

Ne hâl içinde olursa olsun, her insan mutlaka ilâhî emânete muhatap. Herkes, o emânetin muhafızı, bekçisi. İster edâ etsin, ister etmesin, bu hakikat, yaratılış vazifesi.

Bu bakımdan;

İnsanlar içinden seçilen peygamberler ve «evliyâullâh»ın en bâriz özelliği, emânet. Onlar, emânete riâyet özellikleri ile müstesnâ. Çünkü Allâh’ın emirlerini olduğu gibi hiçbir şey katmadan insanlara aktarabilmek, bunu gerektirir. Ne fazla ne eksik, aynıyla ilâhî beyânı yansıtmak için gönderilen peygamberlerin her biri, bu hususiyetlerini çevrelerindekilere şöyle ifade etmişlerdir:

“Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim.” (eş-Şuarâ, 107)

Bilhassa Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…

Başta emânet olmak üzere her meselede; «el-Emîn» sıfatı ile mâruf oldu. İnanmayanlar bile O’na; «Muhammedü’l-Emîn» dediler. «el-Emîn» sıfatı, O’nun en çok kullanılan ismi hâline geldi. Müşrikler; emânetlerini kendi kafadarlarına değil, getirip de O’na bırakıyorlardı.

Çünkü O, en zor şartlarda da «el-Emîn»di. Araya düşmanlıklar girse de «el-Emîn»di. Kendisini öldürmeye kastedenlere karşı bile «el-Emîn»di.

Emânet ehli olmanın işte en çetin tarafı:

Değişen şartların kötülüğüne rağmen, iyilik sahibi olarak kalabilmek. Azgın öfkelere karşı sütliman olabilmek. Kin ve nefret çağlayanlarına da muhabbet deryası sunabilmek. Haksız yorum ve şom ağızlara da, affedici davranabilmek. Bölmekle uğraşanları da bütünleyebilmek. Zahmet verenlere de rahmet yağdırabilmek. Hâinlerin bile emânetlerine hıyânet etmemek.

Tabiî bu, mânevî bir kahramanlık gerektirir. Basîret ve cesaret gerektirir.

Yani;

Yukarıdaki hikâyede bahsedilen gafil ve yalancı bekçinin harcı değil.

Kendisini öldürmek için yarışan müşriklerin bile emânetlerini muhafaza eden Peygamber ahlâkının harcı. O ahlâk ile yetişmiş fedâkâr ve vefâkâr gönüllerin harcı. Hicrette üzerindeki emânetleri sahiplerine vermek için Efendimiz’in mübârek yerine evde kalan ve vazifesini yaparken canîlerin hışmına aldırmayan Hazret-i Ali’nin harcı.

Böylesi dirâyeti, herkes gösteremez.

Emânete riâyet zorlaştığında, çark edenler olur. Bir müddet dayansa, sabretse bile neticeye kadar dirâyeti göze alamayanlar, yarı yolda buharlaşırlar. Onlar, emânetin sadece rahmet kısmına taliptirler. Zahmet kısmında ne yapıp eder, kendilerini ortalıktan yok ederler. Hakk’ın takdir ettiği emânete riâyet zorluğu da zaten bunu belirginleştirmek içindir. Bir bakıma gönülleri süzgeçten geçirmek için. Çünkü ilâhî takdir, ona göre nasipleri tayin edecektir. Çünkü kullar dile baksa da, Allah fiile bakıyor. Dilin vitrinini amel mutfağında masaya yatırıyor. Gönül hamurunu dert ateşine batırıyor. Pişen, yanan, ham kalan, kenara kaçan, kül olan, küflere saklanan, yumuşayan, katılaşan kim varsa, böylece gerçek mahiyetiyle tecellî ediyor.

Malûm:

Uhud’a giderken Hazret-i Peygamber’in ordusundan 300 kişi koptu, ayrılıp Medine’ye döndü. Güyâ müslümandılar, fakat emâneti muhafazanın zorluğunu görünce gerisin geri bir anda seğirttiler. Şu, bu bahanelerle döküldüler. Nasihat dinlemeyen inatçı mazeretlerle dağıldılar. Kınanmamak için bir de suçlamaya kalktılar. Yanlışlıklarını kapatmak için hakikati taşladılar. Ne yapıp edip yüzgeri ettiler. Emâneti omuzlamak yerine sırt çevirdiler. Onlar, rahatlığı seçtiler, fakat hüsrana düştüler. Gamsızlığı seçtiler, fakat derde yuvarlandılar. Emânet ve mes‘ûliyetten kaçtılar, fakat hiç kaldıramayacakları sonsuz ağır bir yükün altında kaldılar.

Hâlbuki;

İnsan, emânetten kaçamaz.

Çünkü kendi üstlendi. Sırtına aldı. Kabullendi. Şimdi «lâ / hayır, olmaz» demesi, bir şey ifade etmez. Olan oldu. Kalem yazdı, mürekkep kurudu. Defter kapatıldı. Uygulama başladı. Tekrar geriye döndürüp de «lâ» çekmek, mümkün değil. Yapılacak tek şey, emânete sahip çıkmak. Emânetlere riâyet etmek.

Kaldı ki;

Ona riâyet edenler; derdi seçseler de, dermanı buldular. Sıkıntılara göğüs germelerin zorluğu, en bulunmaz huzur ve rahatlığın anahtarı oldu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gençlik devresindeydi. Bir delikanlı ile alışveriş yapmıştı. Delikanlı, biraz beklerse, borcunu getireceğini söyledi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kabul etti. Beklemeye başladı. Fakat delikanlı verdiği sözü unutmuştu. Aradan üç gün geçince hatırladı. Oraya geldi. Baktı ki, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâlâ beklemekte. Çünkü bekleyeceğine söz vermişti. Delikanlı mahcup oldu. Efendimiz ise, azarlamadan sadece;

“–Bana zahmet verdin ey delikanlı! Burada üç gündür seni bekliyorum…” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996)

Kur’ân-ı Kerim’deki;

“Onlar emânetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (el-Mü’minûn 8) âyetinin henüz nâzil olmadan yaşanan bu tecellîsi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de müstesnâ bir basîret oluşturdu.

O basîretle, O’nun «el-Emîn» vasfı nice nümûne güzellikler tecellî ettirdi.

Böylece Efendimiz, en zıt kutupların bile yegâne ortak noktası hâline geldi.

Kâbe’deki hakemlik hâdisesi bunun en güzel nişânesi.

Haceru’l-esved’i yerine koymak hususunda kabîle reisleri münakaşaya tutuşmuştu. Kimse olumlu bir çözüm yolu ortaya koyamıyordu. Birinin dediğine diğeri itiraz etti, çekişme büyüdü. Savaşın eşiğine gelindi. Nihayet çaresiz bir şekilde dediler ki:

–Aramızda madem bu meseleyi çözemedik. O hâlde Harem kapısından ilk gelecek kimse bize hakem olsun. Onun hükmünü kabul edelim.

Bu teklife herkes râzı oldu.

Gözler, Harem’in Benî Şeybe kapısına yöneldi. Kim gelecek merakıyla nefesler tutuldu. Gelen, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi. Bekleşenlerin tamamı sevindi:

–Çok iyi; işte el-Emîn!

Mevzu kendisine aktarıldı. Peygamberimiz, ridâsını yere koydu. Her kabîleden bir temsilci seçti. Sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine yerleştirdi. Ardından hep birlikte tuttular. Mübârek taşın yerine konmasında böylece her kabîle pay sahibi oldu. Çıkabilecek kanlı bir savaş, «el-Emîn» sıfatlı Efendimiz’in basîretiyle kucaklaşmaya ve bir hayra dönüştü.

Demek ki;

En düğümlü çözümlerin özü, basîret ve ehliyet. Bunun da şartı, «el-Emîn» olabilmek. Çünkü ancak emin kimseler, emânetlerin ehli olurlar. Basîretleri de yüksek olur. Kavgaları bile muhabbete ve kucaklaşmaya dönüştürürler. Fakat emin olmayanlar, ehil olmazlar. Ehil olmayanlar da, muhabbetleri bile kavgaya çıkarır.

Onun için Allah, emânetlerin ehil olanlara verilmesini bilhassa emretmiştir. Bu emrin dinlenilmemesi, kıyâmetin habercisidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Emânet, ehline verilmediği zaman, işte o zaman kıyâmeti bekle!” (Buhârî, İlim, 2; Ahmed, II, 361)

Bu hem zâhirî mânâda bir gerçek, hem de mahiyet itibarıyla başka bir gerçektir. İlki; ehliyetsiz kimselerin emânete sahipliği, kıyâmet alâmetidir. İkincisi de, ehliyetsiz kimselerin emânet hususunda kıyâmet misali feryatlara sebep olacağıdır.

Emânetler;

Ancak mes‘ûliyet duygusuyla insanı ehliyet sahibi yapar.

Değilse;

İnsanın nâil olduğu emânetler; mal, can, evlât, makam vesaire onun şımarmasına, gafletine ve felâketine sebep olmakta. Şair ne güzel söylemiş:

Bir anlık emânetle ne türlü övünelim;
Gel, rahmet kapısında ağlaşıp dövünelim! (NFK)

Bu idrak, onu şu hakikate ulaştırmış:

Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
Ufacık gövdeme yüklü Kaf Dağı,
Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı. (NFK)

Mesele;

Emâneti, emânetleri idrak. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Halkın gözündeki gaflet perdelerini yırtayım da bende bulunan ilâhî emânet, o ilâhî gevher, güneş gibi parlasın. Parlasın da güneş bile nûrumdan tutulsun, kararsın, görünmez olsun! Böylece meyvelerle dolu olan hurma ağacı ile, meyvesiz çıplak söğüt ağacı arasındaki farkı göstereyim.

Kıyâmetin sırrını açığa vurayım da ayarı tam altın ile bakır katılmış sahte para belli olsun.

Ben bir karınca gibi Hakk’ın nimetler harmanında dolaşıyorum. Ben hoşum, durumumdan çok memnunum. Fakat kendimden büyük, kendimden ağır olan ilâhî emânetin yükünü çekmekteyim.

İnsanda bulunan bu ilâhî emânet, bu can; ekmek ve yemekle semiren, yahut kâh şöyle, kâh böyle olan can değildir. Bu ilâhî nefha, Hak’tan gelen bu ruh; yeme ve içmeden hâsıl olan hayvanî ruh değildir.

Ey insan!

Hakikatte sen şuurdan, akıldan ibaretsin. Geriye kalan her şey; aklını örten, vicdanını gizleyen bir örtüdür. Bu sebeple kendini, gerçek varlığını kaybetme, saçma sapan şeylerle uğraşma.

Kardeşim!

Şunu bildik ki biz şu görünen tenden ibaret değiliz. Biz bu tenin ötesinde Allah ile beraber yaşıyoruz.

Ey görünüşte topal bir karınca gibi zayıf olan insan!

Sen kendi maddî varlığını görmekten kurtulup da, canı görebilsen, bütün dikkatinle ona yönelir, onun fazîletlerini tamamlarsın. Şunu iyi bil ki, sen bedeninle insan değilsin; rûhunla, sende bulunan ilâhî emânetle insansın.”

Evet insan;

Ancak Hak’tan aldığı ilâhî emânetle insan.

O emânete sahip çıktıkça insan.

Sahip çıkabilmek de, yine Hakk’ın ve Peygamber Efendimiz’in emânetleriyle mümkün. Vedâ Hutbesi’nde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün ümmetine iki emânet bıraktığını beyan ile buyurdu ki:

Ey mü’minler! Sizlere emânet-i Peygamber,
İki şey bıraktım ki, iki dünyâda rehber.
Onlara sarıldıkça sapmazsınız bir milim,
Biri Hazret-i Kur’ân, diğeri de sünnetim.

(Nazmen terc. Seyrî)

Bu iki emânet; bize, size, hepimize.

Bu iki emânetin içinde neler varsa tamamı emânet.

Din emânet.

Kitap emânet.

Sünnet emânet.

Vatan emânet.

Bayrak emânet.

Millet emânet.

Mukaddesat emânet.

Fakir-fukarâ emânet.

Muhtaçlar emânet.

Nesiller emânet.

Bana emânet. Sana emânet.

Emânetlere riâyet edenler, bahtiyar.

Sahip çıkanlar, ölümsüz.

Onlar, rahmete ve ebedî mükâfata mazhar.

Onlar;

Kullar içinde Allâh’a herkesten daha yakın. Yakın oldukları için onlar; varlığın âbideleri, mükemmel zirveleri. Onlar, meleklerden üstün vasıflarla dolu. Hakk’a yakınlıkları, ebedî güzelliklerinin sebebi.

Zaten her şey;

Sadece Hakk’a yaklaştıkça güzel. Hakk’ın hakikat ve ebedî sanatı dairesinde her şey mükemmel. O dairenin dışına düşen, uzaklaşan her şey mahrum. Güzellikten mahrum. Sanattan mahrum. Mükemmellikten ve huzurdan mahrum.

Mahrumiyet ise, hiçbir şekilde mârifet değil.

Sadece can sıkıntısı. Aklın avuntusu. Nefsin tesellisi.

Mahrumlara bunu anlatmak zor.

Çünkü onlar, kendilerinin oyalandığı tuhaflıkları en güzel sanat meşgalesi zannediyor. Kendi kendilerini alkışlıyor.

Oysa gerçek sanat;

Kim ne derse desin, Mutlak Güzel’in hüneri. On sekiz bin âlem de, sayısız insan da, zerresinden kürresine O’nun sanatı. O’nun sanatı ki, asırlardır her an yeni bir inceliğinin keşfedilmesini bekleyen ve ne kadar keşfedilse de hâlâ bitip tükenmeyen bir sanat dehâsı. Hiç böyle başka bir sanat var mı?

O hâlde;

Her maharet ve sanat, bu incelikten nasip aldığı nisbette kalıcı, mükemmel ve güzel olma hüviyetine mazhar olabilir. Din de O’nunla güzel. İlim de O’nunla mükemmel. İnsanlık da O’nunla zirve. Hayat da O’nunla bir rahmet. Îman da O’nunla mukaddes. Sanat da O’nunla mübârek ve değerli.

Mahrumlar, sadece çelik çomak oynayan âvâreler.

En uzaklar bile, yine O’na muhtaç.

O’nun kudreti, meselâ havaya görünmez kablolar döşemiş. İnsan, fark ettiği an yine O’nun verdiği kuvvet ile değerlendirme imkânına sahip oluyor. Yine O’nun kurduğu sanat üzerinde.

Yani;

Her sanat ve hüner, öz itibarıyla ancak O’ndan neş’et etmekte. Böyle olunca O’ndan uzaklaşıldığı an, gerçek sanattan ve sanatkârdan uzak düşülmekte. Neticede, O’ndan uzaklıkta da asla dengeli ruhları okşayan bir sanat doğmamaktadır. O’ndan uzak eğitimin üretimi, insanı bir varlık gözdesi değil, acımasız bir canavar hâline getirmekte değil mi? O’ndan uzak sanatın üretimi, kaktüs dikeni gibi garâbetlerin gönül darlığı değil mi? O’ndan uzak ilmin üretimi, insanları mahveden makinelerin dişlilerinden ibaret değil mi? O’ndan uzak dînin üretimi, insanın iç dünyasını safsatalarla tahrip eden hurâfe ve sapkınlıkların harmanı değil mi? O’ndan uzak fikrin üretimi, denge ve hakikatin düşmanı değil mi? O’ndan uzak gidişâtın üretimi, cennet yolundan engelleyip cehennem çukurlarını insanlarla doldurmak değil mi?

Hâsılı;

O’ndan gelen insanın O’na yakınlığı şart.

Her şey için şart.

Dünya için de, âhiret için de.

O’na yakın yaşayanların ömürlerine bakın; ölümsüz. Eserlerine bakın; muhteşem.

İşte Süleymaniye, Selimiye.

Rûhu ferahlatan semâvî inceliklerle dolu. Her köşe, ebedî güzelliklerin penceresi gibi.

O’na uzak yaşayanların hayatlarına bakın; kasvetli ve fânî. Eserlerine bakın; ruh çıbanı, ürkütücü, kaçırıcı. Dinlerini tahrip etmişlerin ibâdethâneleri, ruh tahribatıyla dolu. İnsanın oralarda uzun kalması mümkün değil. Niye? Çünkü Hakk’a çok uzak. Bu sebeple rûha uzak, insana uzak, gerçek sanata uzak. İçeri giren gönüller, az sonra kaçmaya meyyal.

Buna mukabil;

Selimiye ve Süleymaniye gibi eserlerde insan içeriden hiç çıkmasa, yine de çıkası gelmiyor. Çünkü Hakk’ın güzellik kundağı gibi. O kundakta her şey, mânevî bir dantel gibi işlenmiş.

Her şey incelik eseri.

Ölümsüz zarâfetin, ebedî hünerinden bir yansıma.

Çünkü sanatkârı, yüce sanatkârdan nasipli.

İnsan, sonsuz mükemmellikte yaratan yüce sanatkârdan ne kadar nasipli ise o kadar mahir, zarif ve ince. Her hâli inci misali.

Çünkü Hakk’ın sanatı, cevher misali yaratmış. O’na sarılanı da incilerden daha nâdîde eyliyor.

İslâm tarihi bunun sayısız örnekleriyle dolu.

Bir müstesnâ sîmâ da;

Bu ay vefatının sene-i devriyesini idrak ettiğimiz merhum Musa Efendi Hazretleri.

O da;

Hakk’a yakınlıkta müstesnâ ve inci bir şahsiyetti.

Pırlanta bir tasavvufî hayatı ve incecik bir gönül dünyası vardı. İncecikti, ama hiç kırılmayan ve kırmayan bir kıvamdı. En ağır yükleri bile taşıyabilen bir incelikti ondaki.

Kendi gibi, her şeyi inciydi.

Hem İslâm harfleriyle, hem Lâtin harfleriyle yazısı da inci gibiydi. Sanki gül dizer gibi yazıyordu. Dikenlerin içinden süzülüp açan güller misali rûha ferahlık veriyordu. Güzel bir bahçe oluşturuyordu yazdıkları. Seyretmesi başka güzel, okuyup tefekkür etmesi daha başka güzel. Mânâ incilerini böyle serpiyordu. Onun kalemiyle «Altınoluk Sohbetleri», apayrı bir inci hazinesi oldu. O inciden, kaleminin inci kelimelerinden «Yüzakı» doğdu. Nurla yoğrulmuş satırların özeti gibi.

Bir defasında bana sormuştu:

“–Osmanlıca biliyor musunuz?”

“–Evet efendim.” cevabını alınca seyrettiğim tebessümü hiç unutamam.

Tebessümü de inci gibiydi. Aydan daha tatlı bir inci gibi. Nûru; gece de, gündüz de kaybolmayan inci gibi.

Çünkü o;

İncecik özelliklerle dolu muazzam bir kıymetti.

En bozuğu bile düzelten ayarlarla müzeyyen bir terazi inceliği vardı. Bırakan değil, ulaştıran bir vasıta dirâyeti vardı.

Sığ olan değil, en derin hakikatlerin deryasında inci idi.

Onun yanında insan;

Âdeta dünya ortamından çıkıyor, âhiret ikliminde yaşıyordu. Hiç konuşmasa bile o kadar hakikatler anlatıyordu ki, sayfalar yetmezdi.

Çünkü o;

Sen çıkarsan aradan,
Kalır seni Yaradan…

inceliği içinde yaşıyordu. Kendini daima aradan çıkarıyordu. Sadece O’na yakınlığa eriştiriyordu.

Bir sabır âbidesiydi.

En azgın dalgaları bağrında eritip de sükûnete dönüştüren muhteşem bir dağ idi o. Ancak üzeri yemyeşil güzelliklerle doluydu. Heybetliydi, fakat korkutucu değildi; cennet bağlarının cazibesini kuşanmıştı. Her hâliyle; fırtınaları engelleyen, dindiren, sakinleştiren bir duruş sahibiydi.

İçtendi.

İç derinliği ve gönülleri içine alışı bambaşkaydı.

Elbette;

Herkeste biraz incilik özelliği olur. Ama en sert taşları bile şekillendirip paha biçilemez incilere dönüştürebilme kudreti, çok ender insanların mânevî mârifetidir. Simya ilmine sahip olan Sami Efendi Hazretleri’nin terbiyesinde Musa Efendi Hazretleri de, o mânevî mârifete nâil olmuştu. Onun simya ilmi, üstâdı gibi gönüllere râcî idi. Bakır gibi gönülleri bile altın hâline getiriyordu. Nice ham ruhlar, onun simyasında pırlanta oldular. Îman ve insanlık pırlantası. Onun eliyle niceleri nefsin çöplüğünden kurtuldu, cennet tahtına oturdu.

Velhâsıl o inci, Kur’ân ve Sünnet ikliminde nice inciler yetiştirdi.

Rabbim şefâatlerine mazhar eylesin, âmîn…

Yolundan gidenlere ve ardındaki emânetlere sahip çıkanlara, ne mutlu!

Hazret-i Mevlânâ’nın şu ifadeleri ne kadar mânidar:

“Hak dostları ile sohbet, hâlis altın gibi kıymetlidir.

Sen Allâh’ın huyu ile huylan da, sana verilen emânetler, eksilmeden kalsın ve kaybolmaktan kurtulsun!

Sakın dostu bırakıp da kuzuyu kurda emânet etme!

Unutma ki;

Bilgisiz kişi, bir müddet seninle gönül arkadaşlığı etse bile, sonunda bilgisizliğinden ötürü, seni yaralar.

Tatlı sözlü bilgisizin dostluğuna aldanma, sözüne de pek kulak asma!

O tatlı sözlü cahil, sana;

«–Ey annemin canı, ey gözümün nûru!» der. Fakat bu hoş sözlerin ötesinde ıstırap vardır, hasret vardır, acılar vardır.

Onlardan kaçıp gerçek dostlara, velîlere koş!

O velîler ki;

Padişahlar gibi yücedir. Onların ululukları vardır.

Bu sebeple onlara karşı, yani velîlere karşı edep ve terbiyeni takın! Yoksa onlardan nasıl faydalanabilirsin?

Onların karşısında iki kat eğilmedikçe, emânetini nasıl olur da sana verirler?

Ne mutlu;

O yiğit kâmil insana ki, çekinmeden, korkmadan konuşmasına devam eder ve atını ateşle dolu hendekten sıçratıverir.

O yalnız Allâh’ı düşünür. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü yummuştur. Ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da…

Eğer niçin söyledin, diye bir pişmanlık duyarsa ve bu pişmanlık ona bir ayıp olursa, o, o gece, o pişmanlığı da ateşe atar, yakar.

Kâmil insan bir işte sebat edince, ayak direyince, yokluktan pişmanlık baş göstermez. Çünkü Allah’ta fânî olmuş, yokluk mânâsına ulaşmış bir velîde pişmanlığın yeri yoktur.”

Çünkü o, ilâhî emânetine sâdık ve riâyetkârdır.

Bilir ki;

Can da emânet, cihan da.

Din de, Kur’ân da, Sünnet de, vatan da.

Ömrünü;

O emânetleri muhafaza yolunda hizmet için Hakk’a adamış, kurban etmiştir.

Fedâ olmuştur.

Böylece;

Fânî nasipleri de, ebedîleşmiştir.

Ne mutlu!