Önemli Bir Meselemiz MUKADDESLERİ KORUMAK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Büyük İslâm mütefekkiri İbn-i Haldun; «mağlûpların önemli bir hususiyetinin, galipleri taklit etmek olduğu»nu belirtir. Hakikaten de güçlü, büyük devletler her zaman, diğer cemiyet mensuplarını derinden etkilemişler; kültürel bakımdan bir câzibe merkezi olmuşlardır. Eski Türk metinlerinde, fetret devirlerinde Çin kültürünün yozlaştırıcı etkilerinden esefle bahsedilir. Temessül edilen kültürel değerler; bir girdap gibi, cemiyetleri ait oldukları merkeze çekerler. Güçlü devletler de; önem verip geliştirdikleri ve kendilerini ifade eden bu değerleri, nüfuz sahalarına yerleştirme gayretindedirler. Hattâ çoğu zaman; batılı ülkelerin sömürgelerinde yaptıkları gibi, şiddet kullanarak bu emellerini gerçekleştirirler.

Fertler nasıl yüksek karakter hususiyetleriyle şahsiyet kazanıyorlarsa, milletler de kendilerine has kültür değerleriyle var olurlar ve geleceklerini teminat altına alırlar. İslâm’ın ortaya koyduğu değerler manzûmesi de; câhiliyye âdetlerinden arınmış, insan olmanın fazîletleriyle donanmış, şahsiyet sahibi fertlerden meydana gelen bir rahmet cemiyetinin inşasına yöneliktir. Kendisini, rahmet meltemleri gibi eserek dünyayı saâdet ve huzura kavuşturma vazifesiyle mükellef addeden böyle bir cemiyet; elbette ki, bütün marazî hâllerden ârî, nev’i şahsına münhasır bir içtimâî hayat yaşamalıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de müslümanların diğer insanlarla münasebetleri ile ilgili olarak;

“Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır…” (el-Mâide, 51) buyuruluyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de;

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4);

“Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir.” (Tirmizî, İstizan, 7)… gibi mübârek sözleriyle, gerekli ölçüleri açıkça belirtmişlerdir. Bu cümleden olarak; rahmet cemiyetinin tesisi için, saâdet yolunu diğer insanlara göstermekle mükellef kılınan tebliğ fedâîleri; her şeyden evvel câhiliyye âdetlerinden arınmaları, dînin boyası ile boyanmaları ve başkalarına benzememeleri hususunda îkaz buyurulmuştur. Bu, aynı zamanda; sonraki devirleri yaşayacak olan ümmete de bir vasiyettir. Bu münasebetle böyle bir cemiyet; itikatta, îbâdette, ahlâkta ve muamelâtta, diğer cemiyetlerden hemen tefrik edilebilen, kendilerini yüce bir dâvâya adamış, dipdiri bir vakıf insanlar birliğidir.

İnsanlığın ufkunda tahrîfâta uğramamış tek semâvî din olarak duran ve asırlardan beri çok geniş bir coğrafyadaki tatbikatıyla da bu hususiyetine şahit olunan bahis mevzûu «İlâhî Değerler Manzûmesi», kıyâmete kadar bütün cemiyetlerin yegâne saâdet ve «dirilik» aşısıdır. Bu aşıdan mahrum milletlerin sonu hüsrandır. Bu yüce dinde kendini bulan ve asırlarca ona hizmet etmekle şereflenen milletimizin; varlığını devam ettirebilmesi de, yine bu çerçevede kalmasıyla mümkündür. Nitekim Hazar Denizi’nin kuzeyinden akın akın Avrupa’ya geçerek Roma kapılarına dayanan ve bu ilâhî pınardan içme fırsatı bulamayan kadîm soydaşlarımızdan geriye ne kaldı? Diğer taraftan; bu yüce dînin muhtevâsını kendine şiar edinerek, üç kıtada asırlarca yazdığı fazîlet destanlarını bize miras bırakan tevhid ehli ecdadımızın, bu güç kaynağı başka ne olabilir?

“Hangi medeniyet ve sanat üstünlüğünü sağlamışsak, hangi ölüm-dirim savaşını kazanmışsak, bu Türk’ün İslâm’la artan birlik ve itibarı sayesinde olmuştur. Selçuklu’yu, Osmanlı’yı ve Cumhuriyet’i, ek yeri bırakmadan bağladığını söylediğimiz cevher budur. Malazgirt gibi, İstanbul fethinde, Çanakkale ve İzmir zaferinde tecellî eden ruh budur.”1

Ulvî değerlerin baş tâcı edildiği zaman dilimleri, İslâm câmiâsının huzur devirleri olduğu gibi; gönül fetihleriyle, diğer cemiyetler için de saâdet vesilesi olmuştur. Öyle ki; zaman zaman gönül rızâsı ile fatihlere şehirlerin kapıları açılmış; savaşmak, menfaatlerini kaybetmek istemeyen müstebitlere ve ortaklarına kalmıştır. Bu cümleden olarak, İstanbul’un fethi sırasında Başvekil Notaras’ın; “Katolik şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” demesi meşhurdur. Avrupa’da Türk asırları denilen bu devirlerde, onlar gibi yaşamak rağbet görmüş, «Türk Marşları» bestelenmiştir. İslâm coğrafyasını gezen batılı seyyahlar, halkta müşâhede ettikleri fazîletleri gıpta ile anlatmışlar; mutaassıp olanlar bile, kıskançlıkla kaydetmekten geri duramamışlardır.

Batının «Rönesans ve Reform» hareketleriyle atâletten kurtulup, sömürgelerinden insafsızca yağmaladığı kaynaklarla gerçekleşen sanayi hamlesiyle öne geçmesi, İslâm âlemini şaşırttı; kendinden şüpheye düşürttü; güçlüyü taklitle tezâhür eden marîz bir ruh hâline dûçâr kalındı. Osmanlı’da son asır, bu vehimlerle malûl olan aydınların ve idarecilerin devletin kolunu kanadını kırdıkları hazin bir devredir. «Batı gibi olabilmek için, onların hayat tarzını taklit etmek» meâlindeki düşünce sahiplerinin, batının desteği ile sömürgecilerin önünde engel durumunda olan Osmanlı’yı tasfiye etmeleri, insanlığa karşı büyük bir ihânet olmuştur. Bu cümleden olarak; İngiliz tarihçi Toynbee; nerede bir zulüm varsa onu söndürme gayesini güden Osmanlı’nın siyaset sahnesinden çekilmesini, «durdurulan imparatorluk» tespitiyle ifade eder.

Osmanlı sonrası, batılılaşma cereyanın alabildiğine hız kazandığı bir devredir. “Tanzimattan beri içine düşürüldüğümüz kültür buhranı, bu buhranın üç devir (Tanzimat-Meşrûtiyet-İlk Cumhuriyet) aydınlarında doğurduğu inanç bunalımıdır. O aydınlar; batıya özenerek, öz kültürümüzden kopmayı mârifet bilmişlerdir. Batılılaşma ve çağdaşlaşma sevdalarıyla mevcut müesseselerimizi yıkıp, hemen bunların Avrupa’da olan şekillerini kurmak telâşına düşmüşlerdir… (Din de bu cümledendir)”2 Ülkemiz, değişen dünya şartları ve bunca yıllık tecrübeye rağmen; Cemil MERİÇ’in tabiriyle, «müstemleke komiserleri»nin elinden, yakasını tam olarak kurtarabilmiş değildir.

Çağdaşlık, modernlik, ilericilik… gibi pembe kılıflar içinde takdim edilen ve yine Cemil MERİÇ’in «milletimize giydirilmek istenen deli gömleği» olarak tavsif ettiği bu cereyanın en bâriz vasfı; hayat tarzıyla alâkalı olması, âdeta nefsânî hislerle tezâhür etmesi, mücadelenin onun galebesi için yapılmasıdır. Bu hissiyâtı terbiye edemeyip öne çıkarma, onun hâkimiyetine girme meselesi; Kur’ân-ı Kerim’de, «hevâsını ilâh edinme» olarak tavsif buyuruluyor. Bu zihniyet adına mücadele edenlerin mesaîlerini; kalkınma, sanayileşme, barış, demokrasi… gibi halkın gündemi ve ülkenin refahı üzerinde değil; içki, cinsî serbestlik, müstehcenlik… gibi daha ziyade cemiyetin mukaddeslerine zıt, nefsî temâyüller üzerinde yoğunlaştırdıkları müşâhede ediliyor.

Nefis öyle bir cevherdir ki; terbiye edilebildiği takdirde, insanı kemalât ufuklarına kanatlandıran bir küheylân; aksi durumda ise, zaptedilemeyip uçurumlara, bataklıklara uçuran azgın bir attır. Onun mahiyeti ve terbiye edebilmenin önemine binâen, Kur’ân-ı Kerim’de;

“Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 9-10) ve;

“Ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder…” (Yûsuf, 53) buyuruluyor.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetine örnek olarak;

“Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!” (Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 58) diye yakarıyor.

Dünyevî (seküler) zihniyetin uzun yıllar yıpratıcı tesirine maruz kalan içtimâî yapımızda vahim yaralar açılmıştır. Dinden uzak tutulan nesillerin, onun fazîletlerinden mahrum kaldığı bir hakikat. Bugün herkes karşılıklı münasebetlerdeki şiddet davranışı, sevgisizlik, saygısızlık, bencillik… gibi gönülleri dilhûn eden kötü hasletlerden şikâyetçi. Ne var ki; bu insanlarımız içimizden çıkıyor; başka bir dünyadan gelmiyor… Hâlbuki; bunun sebebi de, çaresi de belli… Meseleye, bir de karşı açıdan bakabilmek elzem.

Cemiyetimizin değer hükümlerine göre; zinâ fiili en ağır, haysiyetsiz vâkıalardan biri. Birkaç sene önce, bu fiilin en hafif tarzda bir suç olarak telâkki edilmesi gündeme geldiğinde, birtakım kadın derneklerinin, partilerin, aydınların… sokaklara dökülerek karşı çıkmaları esefle hatırlanıyor. Bugünlerde de; kürtajın sınırlandırılması gündeme gelince, yine bir kısım kadın derneklerinin «bedenime karışma!» sloganlarıyla sokaklara dökülmelerine, polislere saldırmalarına şahit olunuyor. Edep, iffet ve hayâ herkeste güzeldir; fakat kadında daha da güzeldir. Ancak; kadının ziyneti olan câzibesi, süflî emeller ve kazanç hırsıyla sanatta ve ticarette, en pespâye tarzlarda kullanılarak istismar edilmekte; âdi bir reklam ve teşhir malzemesi derekesine düşürülmektedir. «Eşitlik» vehmiyle, en sarp yamaçlara sürülmektedir. Bu uğurda, fıtratına hiç de uygun düşmeyen güreş, boks, halter… gibi ağır sporlarda yarışmaktadır. Mesele öyle çığırından çıktı ki; bu yılki Gençlik ve Spor Bayramı’nda, kadın ve erkek güreşçilerin birbiriyle güreştirilmesine de şahit olundu. Hâlbuki; «özgürlük» nâralarıyla insanı yücelten mukaddeslere savaş açmak, ondan sıyrılmak, «hevâsını ilâh edinmek»; insanı, ancak nefsinin kölesi yapacaktır.

“Cinsî uyaranların bombardımanı sonucu, insan beyninde neler oldu? Son yıllarda insan beyni ve hissî sistemimizle alâkalı pek çok inceleme ve araştırma çalışmaları yapılmıştır. Bunlarda biri; çocukların görüntü yoluyla (televizyon-internet) hissî davranışları öğrendiğine dairdir. Çocuk; seyrettiği filmdeki davranışı, en ince detayına kadar beynine kaydediyor. Ve aynı şeyi kendisi yapıyor. Üstelik bu sonuca tek bir izleyişle varılıyor.”3

Kadın istismârının bir felâket hâline geldiği günümüzde; filmler, televizyon programları, sanat dalları, reklâmlar, basın… gibi vasıtalarla, fertler tamamen cinsî uyaranlarla kuşatılmış durumda. Bu ruh hâli içtimâî yapımızdaki problemleri derinleştiriyor: Cinsî sapmalar artıyor; gayr-i meşrû hayat yaygınlaşıyor; okullar, aileler kavgalarla, cinayetlerle sarsılıyor; çocuklarda ergenlik yaşı düşüyor; evlenme yaşı gecikiyor; boşanmalar Avrupa nisbetlerine yaklaşıyor…

Üstad Necip Fazıl merhum, «Sultânü’ş-Şuarâ» seçildiği zamanki hitâbesinde, bugünkü vaziyeti şöyle mihenge vuruyor:

“İnsan beyninin bir kişniş tanesi kadar küçültülüp; onun hazmî, tenâsülî bütün faâliyetlerinin urlar gibi büyütüldüğü günümüzde; içinde hâlâ şiir ve edebiyat zevki taşıyan sizleri hürmetle selâmlarım.” Bugün cemiyetleri derinden sarsan müstehcenlik, teşhircilik, gayr-i meşrû cinsî alâkalar «sanat» kılıfıyla meşrûlaştırılmaya çalışılıyor. «Sanatçı» denildiği zaman, sınırsız bir «özgürlük»(?) tanınması, her fiilinin hüsn-i kabul görmesi isteniyor. Bazı şehirlerimizde, gençliği temsilen dikilen müstehcen heykeller var. Halkın tepkisine rağmen, söz söylemenin cesaret istediği bu eserler, sadece eski Yunan ve Roma şehirlerine duyulan bir hasretin ürünü müdür; yoksa mukaddeslerinden sıyrılmış «özgür»(?) gençlik tahayyüllerinin de bir ifadesi midir?

Millî Eğitim sisteminde son yapılan değişiklikle, müfredâta Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı ve Kur’ân-ı Kerim dersleri konulması; bir kesimi fevkalâde rahatsız etti. Nesillerimiz için can suyu olacak bu değişikliğin milletçe kabul görmesi ve bahis mevzuu derslerin seçmeli olması bile, «dindar gençlik» istemediklerini söyleyen bu kesimi teskin edemedi. Oysa istiklâl şairimiz Mehmed Âkif, hasret duyulan gençliği şöyle ifade ediyor:

Âsım’ın nesli diyordum ya… Nesilmiş gerçek,
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Millet, tarihinde kendisine hayat kaynağı olan mukaddesleriyle yaşar. Bu kalıptan çıkmak; başka bir kalıba girmek, onun değerlerini kuşanmak, onun boyasına boyanmak demektir. Mâzîdeki korkularını tekrar yaşamak istemeyen batının gönlünde yatan da budur. Mukaddeslerinden kopmuş Halûk’un nesli, ancak sömürgecilerin değirmenine su taşır. Geleceğimizin teminatı, mukaddesleriyle donanmış «Âsım’ın nesli»ni yetiştirebilmektedir.
_________________

1 Ahmet KABAKLI: Temellerin Duruşması, Türk Ed. Vakfı Yay., İst. 1990, s. 110.
2 Ahmet KABAKLI: a.g.e., 54 v.d.
3 Dr. B. Nefise İNAL: Şebnem Dergisi, Mayıs 2012.