FAYDALI İLİM, SÂLİH AMEL VE TAKVÂ…
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
Hayat Karnemizi Sağdan Almanın Çaresi
Dünya;
Muazzam bir mektep.
Sayısız talebenin gelip geçtiği bir dershâne…
Hayat;
Ömürlük bir imtihan…
Âdetâ üzerinde metrajı yazmayan bir makara.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmakta:
اَلَّذٖ۪ى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَز۪ٖيزُ الْغَفُورُ
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O; mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (el-Mülk, 2)
Bu imtihan dershânesinin muallimleri peygamberler…
Bizim muallimimiz; hiçbir bedel ödemeden meccânen mazhar olduğumuz, insan terbiyecilerinin en büyüğü Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem-.
Bu mektebin ders kitabı, Kur’ân-ı Kerim…
Bu mektebin müfredâtı; ibâdetiyle, muâmelâtıyla, ukûbâtıyla ve ahlâkıyla İslâm dîni…
Gayesi; talebesine, Cenâb-ı Hakk’ı tanıma ve O’na kulluk şuuru kazandırmak; bu yolda nefsini arındırıp temiz kalp ile Allâh’a vâsıl eylemek, yani mârifetullah…
Kaideleri; helâller, haramlar…
Başarıyla mezuniyetin mükâfatı, cennette ebedî hayat ve daha ötesi cemâlullah.
Cezası, cehennem…
Diploması, amel defterleri…
Bitirme imtihanı; son nefes ve hesap, mîzan ve sırat…
Mektebin sahibi, müdürü; her şeyin müdebbiri ve Hâlık’ı, Cenâb-ı Hak…
Bir eğitim müessesesinin kaidelerine uymayan, programında istenen çalışmayı sergilemeyen, imtihanından geçemeyen sınıfta kalır; belki sonunda mektepten tardedilir. Neticesi mahrumiyet olur.
Hayat imtihanında başarısızlığın neticesi de, -Allah muhafaza- lütuf sınıfından atılmak ve kahr-ı ilâhîye dûçâr olmaktır.
Dînin özü, bu temsilde ifade edilen imtihanı verebilmektir.
Bu imtihanda; kimisi ancak orta dereceyle muvaffak olur.
Kimisi de, en yüksek derecelerde şahâdetnâme ile taltif edilerek mezun edilir.
DERECE FARKI
Adına ihsan, zühd, irfan ve takvâ da denilen tasavvuf; özü itibarıyla İslâm’ı yüksek bir hassâsiyet ile yaşamaktan ibarettir.
Tahrife uğramış, hükmünü yitirmiş ve kökten bâtıl olan dinlerde de; sahte, neticesiz, insan rûhunu tatmin etmekten uzak rûhâniyet arayışları mevcuttur. Mistisizm denilen bu gibi sûret-i haktan görünen bulanık ve müphem cereyanların, hakikî İslâm tasavvufuyla hiçbir alâkası yoktur. Aralarındaki benzerlik; cam ile elmasın, inciyle boncuğun zâhirî benzerliğinden ibarettir.
Tasavvufu; İslâm’ın üstünde, dışında, ötesinde bir şey gibi takdim etmek de böyledir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri; dünya imtihanının üç temel esasını tespit ederek, şöyle buyurmuşlardır:
“Şerîatin (dînî hayatın) üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs. Bunlar tam olarak îfâ edilmedikçe şerîatin îcâbı yerine getirilmiş olmaz… Tasavvufî bir hayatı elde etmekten maksat, şerîati ikmâl etmektir (yani dîni ihlâsla yaşamaktır). Yoksa tasavvuf, şerîatin dışında bir şey değildir…” (Bkz. İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 206, no: 36)
Bu hakikati tefsir ve teşrih ettiğimizde, dînî ahkâmın üç maddesini şöyle hulâsa edebiliriz:
1. İlm-i nâfi (Kur’ân ve Sünnet ekseninde bir ilim),
2. Amel-i sâlih (istikametli, Hakk’a yaklaştıran hâl ve davranışlar),
3. İhlâs ve takvâ (huşû ve vecd hâlinde samimiyet)…
İLİM, FAKAT NASIL İLİM?
Her mektepte talebelere bilgi öğretilir, hüner ve mârifet kazandırılır. Dünya imtihanında tahsil edilecek ilim ve kazanılacak mârifet, insanı ebedî felâha erdirecek mâhiyette olmalıdır.
Evvelâ bu ilmin menşei, Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyiyle mûcize kelâmıdır. Onun mûcize özelliklerinden biri de; mahdut bir muhtevâda, sonsuz sır ve hikmetleri, nâmütenâhî ilim ve irfan esaslarını ihtivâ etmesidir. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا اِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فٖ۪ى ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍاِلَّا ف۪ٖى كِتَابٍ مُبٖ۪ينٍ
“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında, bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahî bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En‘âm, 59)
Bugün bilgi denildiğinde, insan aklının ve asırlardır biriken tecrübesinin mahsûlü olan zâhirî bilgi anlaşılmaktadır. Bu bilgiler ve bu bilgilerin tahsili neticesinde alınan diplomalar, sahiplerine ancak dünyevî, geçici menfaatler sağlayabilirler.
Meselâ; filân mühendislik fakültesinin diplomasını hak eden kişi, filân firmada mühendis olarak işe kabul edilebilir ve bunun karşılığı olan ücreti alır. Ömür takvimi sona erdiğinde; ne mühendislik kalır, ne diplomanın hükmü…
Devrimizde okumak, tahsil, ilim gibi dînimizin kıymet verdiği mefhumlarla; böyle dünyevî meslek kazandırmaktan ibaret diplomaları almanın kastedildiği sanılır hâle gelmiştir.
Hâlbuki ilim Kur’ân’dır. Mârifet, Allâh’ı tanımaktır. Necip Fazıl’ın dediği gibi gerisi ancak çelik-çomaktır. İnsanın bin yılların birikimiyle elde ettiği bilgiler, îcat ve keşifler; ancak Kur’ân’ın peşinde emeklemektedir. Yani Kur’ân dâimâ öndedir, diğer ilimler arkadan gelir.
Zâhirî ilimler ancak, «mârifetullâh»a basamak olduğu takdirde insanın gerçek hayatı olan âhiret âlemine fayda verir. Yoksa bütün dünyevî ilimler, Hakk’ın ilmi karşısında yok hükmünde;
BİR HİÇ!
“Hızır -aleyhisselâm-’ın, Musa -aleyhisselâm-’a acâip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnasında; bir serçe kuşu gelerek bindikleri geminin güvertesine kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hazret-i Hızır, bu manzarayı Musa -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:
«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkātın ilmi; şu kuşun denizden gagasıyla aldığı damla kadardır.»” (Buhârî, Tefsîr, 18/4)
Bilinmelidir ki, insanın ilim nâmına yapacağı gayretler; Cenâb-ı Hakk’ın ilim sıfatından bir kırıntı alabilme iştiyakıdır.
Hakikî ilim sayesinde gerek kâinât üzerinde, gerekse kendimiz üzerinde tecessüsümüz artmalıdır. Enfüs ve âfâka, yani iç ve dış âlemlere serpiştirilen ilâhî kudret ve azamet akışlarını temâşâ etmek, hikmet ve sırlara âşinâ olmak yolunda mesafe kaydedilmelidir.
Bunun nasıl hâsıl olacağı, Kur’ân-ı Kerim’den Efendimiz’e ilk inen vahiyde beyan buyurulmuştur.
“اِقْرَأْ: Oku!” emr-i ilâhîsini ihtivâ eden Alak Sûresi’nin ilk beş âyet-i kerîmesi; okumanın, tahsilin; insana, kâinâta, kitaba ve ilme bakışın nereden başlaması ve nasıl îfâ edilmesi noktasında tâlimatlar ihtivâ eder.
OKU!
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖ۪ى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
1. Okuma, Cenâb-ı Hakk’ın adıyla olacaktır. Allah adına kesilmeyen hayvanın murdar olduğu gibi, Allah adına tahsil edilmeyen ilim; enâniyet ve şeytânî vesveselerin malzemesi olur. Son asırlarda gûyâ bilim adamı olan Darwin, Freud, Marks gibi kişiler, kendi inkârcı düşüncelerini bilim kılıfı altında sunmuş ve Allah adına okumayan kişileri inkârcılığa sürüklemişlerdir.
2. Bu okuyuş, Allâh’ın adıyla olduğu gibi, mevzuu ve gayesi itibarıyla da Allah Teâlâ’nın hilkatteki sır ve hikmetlerini tecessüs ve tefekkür cihetinde olacaktır. Müteakip âyet buna bir misal vermektedir:
خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ
“O (Rabbin), insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.”
Meselâ; insanın «aleka» adı verilen yapışkan azıcık bir sıvıdan, yani küçücük bir pıhtıdan, merhale merhale nasıl mükemmel bir sûrette inşâ edildiği üzerinde, tefekkür ve tahassüs etmek îcâb eder. Okyanusların binlerce metre derinliklerinden, Himalayaların binlerce metre yükseklikteki zirvesine, atomaltı âlemlerden uçsuz bucaksız fezâda meydana gelen devâsâ hareketlere, kâinâtın her köşesi sır ve hikmetlerle doludur. Bunları Hakk’ın esmâsını tanımak ve hisse almak cihetiyle tefekkür etmek îcâb eder.
3. Tefekkür ve tahassüs derinliğinin yanında, ilmin ve okuyuşun bir gayesi de şükre sevk etmesidir. Müteâkip âyet, Rabbimiz’in cömertliğini hatırlatmaktadır:
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ
“Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.”
Okuma ve faydalı ilmin hakkını veren kişi; Ekramü’l-ekramîn / cömertler cömerdi olan Cenâb-ı Hakk’ın, maddî ve mânevî her sahada; bilhassa insan üzerindeki kerem ve ikramlarını idrâk edip, onların şükrünü edâ etmeye çalışmalıdır.
4. İlmin bir gayesi de insanın hiçliğini ve her şeyin kudret-i ilâhiyyeden olduğunu idrâk ettirmesidir. Dördüncü âyet-i kerîmede, öğretenin O olduğu beyan buyurulur:
اَلَّذ۪ٖى عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
“(O Rabbin) kalemle yazmayı öğretendir.”
İnsan; her şey gibi, ilmi de, kalemi de, ilme vesile olan aklı, duyma, görme gibi havâssı (duyuları) da, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığının şuurunda olmalı ve hiçliğini idrâk etmelidir. Bunlar, yalnız insana verilen ikramlardır.
5. İnsan için asıl maksut olan, faydalı ilim; bu merhalelerin tahakkukundan sonra tecellî eder. Beşinci âyet neticeyi beyan buyurmaktadır:
عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ
“(Cenâb-ı Hak) insana bilmediklerini öğretendir.”
İnsanın, Rabbinin adıyla okumaya başlayıp, kendini ve kâinâtı tefekkür etmesi; kendisine bahşedilen nimetleri idrâk edip sâlih amellerle şükretmesi ve Rabbinin ilmi ve kudreti karşısında hiçliğinin şuuruna varıp kalbe intikal eden ilim ve derinleşen takvâ neticesinde; kişinin kalbî durumuna göre, sır ve hikmetler açılır. İlâhî kudret akışları, kalpte tecellî etmeye başlar. Allah, kuluna bilmediklerini de öğretir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“Allâh’a karşı takvâ üzere olun ki, Allah size (bilmediklerinizi) öğretsin.” (el-Bakara, 282)
Aynı rahle başına oturan her kişi, Kur’ân-ı Kerim’den aynı seviyede istifade edemez. İstifade, kalbin durumuna bağlıdır.
Hâsılı, imtihan dershânesinde insandan istenen; «mâsivallah»tan uzaklaştıracak, «mârifetullâh»a götürecek bir ilimdir…
Dünyaya, âhiret için geldik. Din de dünya da âhiret için… İnsanı âhiret yollarında saâdete erdirecek, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl edecek bir ilim lâzımdır…
Bu vasıfları taşımayan bir ilim, faydasız hükmünü alır.
UHREVÎ FAYDASI ÖLÇÜSÜNDE…
Fahr-i Kâinât Efendimiz, faydasız ilimden Allâh’a sığınmıştır. Hâlbuki Peygamber Efendimiz; âyet-i kerîmede;
وَقُلْ رَبِّ زِدْنٖ۪ى عِلْمًا
“…«Rabbim, benim ilmimi artır» de.” (Tâhâ, 114) buyurularak, ilmini artırma gayret ve duâsına çağırılmaktadır. Fakat O -sallallâhu aleyhi ve sellem-.; faydasız ilimden, faydalı ilme sığınmaktadır.
İlmin getireceği netice, yani faydalı ilimden insanın elde edeceği istifade; Cenâb-ı Hakk’a kullukta kurbiyet, yakınlık derecesi elde etmektir. İlmin faydası, kişiyi sâlih ameller işlemeye sevk etmesidir; kulluğunun huşûunu, kalbinin haşyetini, ürpertisini artırmasıdır.
Bu neticenin elde edilebilmesi için; gözlerin okuduğu, dudakların söylediği, zihinlerin depoladığı bilgilerin kalbe intikal etmesi zarûrîdir.
Bunun tahakkuku için de; ilmin, amel-i sâlihlerle perçinlenmesi, kişinin bildikleriyle amel etmesi elzemdir.
Zira;
Îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Zihin ile tasdik değildir. Zihinle tasdik olsa idi, sadece bilmek yeterli olurdu. İslâm’ı araştıran gayrimüslim müsteşrikler de, menfaat îcâbı müslümanlar arasında gezen münafıklar da zihnen o bilgileri taşıdıkları için, mü’min sayılmaları îcâb ederdi.
Hâlbuki, îmânın kalbe intikal etmesi, bütün âzâlara hükmetmesi; yani kişinin amellerinde, muâmelâtında ve ahlâkında îmânının gereğinin zuhûr etmesi îcâb eder. Tıpkı gül ağacının her yaprağında gül kokusunun hissedilmesi gibi.
İmâm-ı Rabbânî’nin dînin ikmâli için elzem üç şartından, faydalı ilimden sonra gelen de budur:
SÂLİH AMEL
Amel; insandan sâdır olan bütün söz, fiil ve davranışlardır.
Bunlardan Allâh’a yaklaştıracak mâhiyette olan, Hakk’ın sevdiği, kullarından istediği fiillere; sâlih amel denir. O’ndan uzaklaştıracak mâhiyetteki amellere de amel-i gayr-i sâlih denir.
Cenâb-ı Hak, sâlih olmayan amellerden uzak durmak hususunda, Hazret-i Nûh’un oğlu Ken‘ân üzerinden çok keskin ve net bir misal vermiştir.
Hazret-i Nuh; tufan başladığında kendisine inanan mü’minleri gemisine aldı. Oğlu Ken‘ân ise, kendisine tâbî olmuyordu. Başlayan tufana rağmen, kibirleniyor, zavallı bilgi ve tecrübesine güvenerek; “Yüksek bir dağa sığınırım!” diyordu. Hazret-i Nuh, evlâdını, tufanın dalgaları arasında kaybetmenin tahassürüyle Cenâb-ı Hakk’a el açtı:
“«Yâ Rabbi, şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin (ehlini kurtaracağım şeklindeki) va‘din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.»
Allah Teâlâ buyurdu ki:
«Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı amel-i gayr-i sâlihtir / kötü bir iştir. O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.»” (Hûd, 45-46)
Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Efendimiz de, bütün ümmetine olduğu gibi, kızı Fâtıma Vâlidemiz ve sâir akrabalarına; sâlih ameller işlemeleri yönünde ısrarla îkazda bulunmuştur:
“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Sâlih ameller, zarûrîdir. Farzları edâ etmek, kulluğun olmazsa olmaz şartıdır. Farzları ikāme edebilmek ve ayakta tutmak için; Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek, duyuştaki derinliği artırmak, ilmi kalbe intikal, îmânı kalbe tasdik ettirmek için de nâfile ibâdetler zarûrîdir.
Sâlih amelleri inkişâf ettirmek de zarûrîdir. Zira; gaflet ve riyâya gömülmüş, cimriliğe çare olamamış bir namaz için Rabbimiz;
“Yazıklar olsun öyle namaz kılanlara!..” (el-Mâûn, 4) buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz; makbul namazlar arasında da, kılınıştaki kalbî huzur farkı sebebiyle, kat kat farklar bulunduğunu ifade buyurmuştur.
Evliyâullah her hâllerinde olduğu gibi sâlih amellerini inkişâf ettirmekte de -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Efendimiz’i fiilî kıstas alırlar. İbâdet ve tâatlerini, bütün davranışlarını, Allah Rasûlü’nün hâliyle mîzân ederler.
Ashâb-ı kiram, bu takibin en güzel misalleridir. Onlar; Efendimiz’in mübârek lisanlarıyla bildirdiği talimat ve tavsiyeler kadar, O’nun îmâ ve işaretlerine dahî büyük bir hassâsiyet göstermişlerdir.
O’nu bir sâlih amel üzere bir defa görmeleri, o ibâdete dört elle ve bir ömür bırakmamak üzere sarılmaları için kâfî idi. Asla hesap içinde olmaz, farz mı, vâcib mi, sünnet mi diye sormazlardı. Nitekim sahâbeden Enes -radiyallâhu anh- buyurur ki:
“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Efendimiz’i bir gün duhâ namazı kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”
Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der:
“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Faydalı ilim ve sâlih amelin mütemmimi, üçüncü bir madde de, umumî bir şuur ve idrak hâlidir:
İHLÂS VE TAKVÂ
Kur’ân-ı Kerim’de 258 âyet-i kerîmede muhtelif vasıflarda zikredilen takvâ, ıstılahta; Cenâb-ı Hakk’ın yasaklarından kaçınmak, emirlerine sarılmak, bu sûretle ilâhî himayeye girmek, Allâh’a sığınmak demektir.
Takvâ;
Muhabbet ve haşyetin, şuur ve hassâsiyetin, dikkat ve ihtimamın kulluk hayatının her köşesinde hâkim olması; İslâm’ın, hayatın hiçbir yerinde unutulmaması; son nefese kadar müteyakkız bir îman ve ihsan şuuru demektir.
Diğer bir ifadeyle takvâ; iki cihan saâdetimize vesile Kur’ân ve Sünnet’teki yüce talimatları; aile hayatı, ticarî hayat, içtimâî hayat… ezcümle hayatın her safhasına intikal ettirmektir.
Nitekim daha ilk âyetlerinde;
هُدًى لِلْمُتَّقٖ۪ينَ
“O (Kur’ân), müttakîler (Allah’tan korkanlar, takvâ sahipleri) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2) buyurarak; Cenâb-ı Hak, yüce kelâmından istifadenin şartının da takvâ olduğunu bildirmiştir.
Nefsânî arzuların köreltilmesi ve rûhânî istîdatların inkişâf ettirilmesi sûretiyle, kalpte celâl sahibi yüce Allâh’ın gazabından ve azâbından haşyetin artması ve rahmetinin gölgesine girmeye muhabbet ve ümidin de ziyadeleşmesi yolunda gayret etmek demektir.
Amel-i sâlihler hususunda takvâ;
Dînî hükümleri; feyiz, heyecan, vecd ve istiğrak içinde îfâ etmek demektir. Yani Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyette titizlik göstermek, bilhassa günahlardan şiddetle kaçınmaktır.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin de zikrettiğimiz sözünde vurguladığı gibi; tasavvuftan maksat, faydalı ilim ve sâlih ameller vesilesiyle, kullukta ihlâs ve takvâ hâline erip, onu muhafaza etmektir.
Adına ister takvâ, ister tasavvuf, ister zühd, ister ihsan diyelim. Bunların hepsi aynı mânâyı ifade eden muhtelif lâfızlardır.
İslâm; fırtınalı bir denizin ortasındaki bir adaya benzetilirse, o adaya kendini atıp kurtulan müslümandır. Sahilde, yeniden fırtınalı dalgaların tehdidi altında kalmayıp, adanın yüksek ve nimetleri bol bahçelerine tırmanan kişi ise, takvâ yolunda mesafe alır.
Bu sebeple, dînin; farz, vâcib, sünnet, müstehab, mendub gibi ahkâmı derece derece tutulmuştur ki, herkes tedrîcî olarak bulunduğu, kat ettiği mesafeye göre bu sâlih amellerden istifade eder. Farzlar asgarî hududu belirler. Takvâ kıvâmı için farzlarla yetinmemek îcâb eder.
Rabbimiz; bu sebeple, müttakî kullarının, ihsan sahibi kullarının vasıflarını sayarken, farzların ötesinde nâfile ibâdetlere yer verir. Bilhassa gece ibâdetleri…
SEHERLERİ İHYÂ
Cennet ikramları ve Rabbin rızâsına erecek kulların vasıfları arasında Cenâb-ı Hak şu sıfatı da tâdad eder:
وَالْمُسْتَغْفِرٖ۪ينَ بِالْاَسْحَارِ
“(O ikramlara erecek müttakî kullar) seher vaktinde Allah’tan bağış dileyenlerdir.” (Âl-i İmrân, 17)
Demek ki, dînin ikmâli için; zikrullah ve istiğfâr ile seherleri uyanık geçirmek lâzımdır.
Yine bir başka âyet-i kerîmede ilmi kalbe intikal ettirmiş, hakikî bilenlerin vasıfları arasında da; geceleri secde ve kıyamda geçirmek hususu zikredilmiştir:
“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (ez-Zümer, 9)
Bir başka âyet-i kerîmede de; Rahmân’ın hâlis kullarının vasfı, geceleri ihyâdır:
وَالَّذٖ۪ينَ يَبٖ۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا
“Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler.” (el-Furkān, 64)
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-. de gece ibâdetleri hakkında şöyle buyururlar:
“Farzlardan sonra en fazîletli namaz, gece kalkarak kılınan namazdır.” (Müslim, Sıyâm, 202-3; Tirmizî, Mevâkît, 207)
“Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve şöyle dedi:
«…Hiç şüphe yok ki, mü’minin şerefi (değeri) teheccüd namazındadır…»” (Cem‘u’l-Fevâid, I. 335)
O gecenin loşluğunda; Cenâb-ı Hak ile beraberliği temin edebilmek, vecd ve istiğrak içinde bir kulluğun anahtarıdır. Pek çok insanın uykuda olduğu o anda, riyâ ve süm‘adan / gösterişten uzak bir şekilde Hakk’a kulluk etmek gönlün ihlâsını artırır.
İlâhî sır ve hakikatlerin keşfi için gecelerin kıymetini ifade sadedinde Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Geceler gündüz olmadan bana hiçbir şey fetholunmadı.”
Uykunun bastırdığı, yatağın mıknatıs gibi çektiği o demlerde, vücudu yataktan ayırmak, büyük bir fedâkârlık ister. Bu fedâkârlık ile muhabbetullah arasında karşılıklı bir irtibat vardır. Hakk’ı seven, gündüzleri günahtan uzak duran bir kişiye bu fedâkârlık ağır gelmez.
Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri de gece ibâdetinden mahrûmiyetin sebebi hakkında şöyle der:
“Gece ibâdetine kalkmak, günahlar altında ezilen kişiye ağır gelir.”
Seherler bir mânâda, gecenin karanlığında gönül sabahını bulabilmektir. Bunun için;
Seherler istiğfârın, geride kalan günün muhasebesinin zemin ve zamanıdır. İstiğfar; Cenâb-ı Hakk’ın yeni bir günle açacağı beyaz sayfadan önce, amel defterindeki kusurları, gözyaşlarıyla yıkamaktır.
Kelime-i tevhid; لَا اِلٰهَ diyerek Allah’tan uzaklaştıracak her şeyi kalpten temizlemek, اِلَّا اللّٰهُ diyerek temizlenen kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî vasıflarından tecellîlerle tezyîn ederek, kalpte Allah ile buluşmaktır.
Salevât-ı şerîfe; bizim saâdetimiz için üzülen, mübârek Ravza’sında kıyâmete kadar bizim hatalarımıza istiğfâr eden Efendimiz’e bir vefâ ve şükran borcumuzdur. O’na salât ü selâm ile meşguliyet, bizim için rûhâniyet tecellîsidir.
Zira, her salât ü selâm;
Bizi tevbelerimizin kabulüne yaklaştırır.
Dünyada Efendimiz’e arz olunur, kıyâmette bizi O’na yakın eyler.
Rabbimiz’in bize on katı salât ve rahmet ile mukabelede bulunmasıyla, büyük bir feyz ve rûhâniyete vesile olur.
Duâlarımıza kabul sırrı, nisyanlarımıza hatırlama şifâsı olur.
Gecenin bağrı, karanlığı ve sessizliği ile kabrin kucağını hatırlatır. Geceleri ihyânın mühim bir kısmı da tefekkür-i mevt olmalıdır.
Ölümü Fahr-i Kâinât Efendimiz, «lezzetleri yıkıp geçen» sıfatıyla zikretmiş ve onu sık sık hatırlamayı emretmiştir. İnsan, öldüğünde nefsânî duygulardan mecburî olarak ayrılır. Tefekkür-i mevt, verdiği ürperti ve şuur ile nefsâniyetten ihtiyârî olarak vazgeçişi sağlar. Ölmeden önce ölmek sırrı budur. Ölüm gelip çattığında; idrâkin, tevbenin bir faydası olmayacak, hiçbir telâfi yolu kalmamış olacaktır. Mühim olan ölmeden ölmek, hesaba çekilmeden önce nefsi hesaba çekmektir.
Ölümü hatırlamak; haşri, mîzânı, amel defterlerinin verilişini, sırâtı, cenneti ve cehennemi hatırlamaktır.
Ölümü düşünmek, başlangıcı da düşünmeye götürür. Varlık sebebini, elest bezmini, verilen kulluk sözünü hatırlamaktır.
Hayatı da ölümü de bizi imtihan etmek için yaratan Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek de seherleri nurlandıran bir ibâdettir.
Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeyi dilde ve kalpte bırakmayıp, bütün letâife, bedenin her tarafına sirâyet ettirebilmek îcâb eder.
Pîr-i Ekmel Muhammed Es‘ad Erbilî Hazretleri, buna bir gülü misal verir. Gülün hangi yaprağını alsanız, onda gülün râyihasını bulursunuz. Onun kokusu sadece bazı yapraklarında değildir. Tamamındadır, her zerresindedir. Bunun gibi, «muhabbetullah ve zikrullah»ta gaye; zikrin bedenin tamamını sarması, insanın bütün hücreleriyle Cenâb-ı Hakk’ı zikreder hâle gelmesidir.
Geceyi ibâdetle geçirmek ile, gündüzü dinçleştirmek arasında, akla ters gelen bir nisbet vardır. Geceyi ihyâ edenler, gündüzlerinde de mânevî bir dinçlik bulurlar. Gecelerin feyzinden istifade etmeyip, o hazineyi gafletin derin uykusuna teslim edenler ise; sabaha yorgun ve uyuşuk bir hâlde girer ve gündüzün bereketinden de mahrum kalırlar.
Hayatı gün ve gece periyodu içinde görmek, ayrı bir ilâhî ihtişam ve ibret levhasıdır.
GECEDEN GÜNDÜZE, GÜNDÜZDEN GECEYE
Seherlerde, istiğfar, kelime-i tevhid, salevât-ı şerîfe, tefekkür-i mevt ve zikrullah ile hâsıl olan rûhâniyet; gündüze intikal ettirilmelidir…
Cenâb-ı Hak; gecenin geçip gitmesine ve ardından tan yerinin ağarmasına kasem etmiştir:
وَالْفَجْرِ…
“Fecre and olsun! (…) Geçip gideceği zaman geceye… Şüphesiz bunlarda, akıl sahibi bir kimse için üzerine yemin edilmeye değer bir özellik vardır.” (el-Fecr, 1, 4, 5)
Demek ki, gündüze de bir tefekkür ile başlamak îcâb eder:
Cenâb-ı Hak, ömür takviminden bugün bir sayfa daha açtı. Dün dünyada olup bugün hayatta olmayan çok insan var. Yarına çıkılıp çıkılamayacağı meçhul…
Dün kirâmen kâtibin benim için neler yazdı? Bugün neler yazacak?
Güne bu tefekkür ile girmek, günü bu şuur ve vecd ile doldurabilmek zarûrî… Böyle bir şuur ile girilen gündüzde de, girilecek geceye hazırlanabilmek elzem. Ancak böyle bir teyakkuz, tefekkür ve muhasebe zincirleriyle birbirine bağlı gece ve gündüzlerle; Hakk’a yüz akıyla takdîm edilebilecek bir kitâb-ı âmâl husûle gelir.
Bir adam İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne;
“–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çare öğret.” deyince İbrahim bin Edhem Hazretleri, ona şu cevabı verir:
“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; yani gaflette geçirme ki, geceleri O seni huzûrunda durdursun. Geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, yüce bir şereftir. Günahkârlar ve gafiller, bu şerefi hak edemezler!”
Gece ile gündüzün yerleri değiştiğinde de hakikat aynıdır. Geceleri ihyâ, gündüzleri gönlün Hakk’a isyan etmemesine, O’nun talimatları içerisinde bir hayat sürmesine vesile olur.
Bu feyiz ve rûhâniyetle dolu gece ve gündüzlerin, gergef gibi işlediği bir hayatta, hassâsiyetler artar. Kulluk ölçüleri, oduncu kantarından sarraf terazisine yükselir.
KUYUMCU TERAZİSİ
Oduncu kantarıyla, kuyumcu terazisi arasında büyük bir hassâsiyet farkı vardır.
Bunun gibi, kulluk, ibâdet ve muâmelât mevzularında; avam ile havassın edâ titizlikleri arasında çok fark bulunur.
Oduncu kantarında, ne alan ne satan birkaç kilogramlık bir farkı mühim görmez. Çünkü tartılan şey, nisbeten kıymetsizdir. Karşılığı da ona göre ucuzdur.
Fakat altın gibi kıymetli bir metâ teraziye vurulurken, alan da satan da miligrama kadar hassâsiyet arzu eder. Çünkü kıymetlidir. Hakk’ın sâdık kullarının ibâdetleri, hem kalpteki ihlâs ve huşû, hem şekildeki şer‘î ölçülere riâyet açısından büyük bir titizlik içindedir.
Havass; Rabbimiz’in katına, çok kıymetli, tertemiz, pırıl pırıl ameller götürürler. Cenâb-ı Hak da, böyle kullarına dünya ve âhirette aynı kıymette ve zarâfette mükâfatlarla mukabelede bulunur.
Bir kuyumcu terazisini hafif bir rüzgâr dahî sarsabilir. Zirveye doğru çıkıldıkça hassâsiyet artar. O zirvelere de o hassâsiyeti gözetebilecek zâtlar çıkabilir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:
“Bir keresinde gaflete düşüp unutarak abdesthâneye girerken sağ ayağımı önce attım. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün bütün mânevî hâllerden mahrum kaldım.”
Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:
“Bu seher benden ilham kesildi. Her zaman lutfedilen tulûat ve sunûhat olmadı. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi.”
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin; fâizden bir şûbe olur korkusuyla, kendisine borcu olan kişinin evinin gölgesinden dahî istifade etmekten imtinâ etmesi böyledir.
Hattâ bu hususta; «Hasenâtü’l-ebrâr, seyyiâtü’l-mukarrabîn» denilmiştir.
Yani; “Sâlih kimselerin yaptığı ve hasene olarak, sâlih amel olarak kabul gören nice davranış vardır ki; daha yüksek havass ölçülerindeki mukarrebûna vâsıl olmuş kimseler için onlar hata ve kusur addolunur.”
Seriyy-i Sakatî -kaddesallâhu sirrahû-, şehirde çıkan yangında evinin yanmadığını haber alır ve «elhamdülillâh!» der.
Âfetten kurtulmuş bir mü’minin Hakk’a hamdetmesi güzel bir davranıştır. Fakat kuyumcu terazisi; o hamdden önce, yangında ev ve eşyaları yok olan mü’minlerin dertleriyle dertlenmenin lüzumunu ve evleviyetini (önceliğini) hisseder. Böyle bir noktada o hassas gönül;
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmek, kendi necâtın için hamd etmekten önce gelmeliydi!” der ve o düşüncedeki tertip kusuru için 30 yıl tevbe ve istiğfârı sürdürür.
Her hususta Allah Rasûlü’nün rehberliğinde hareket etmek isteyen İmâm-ı Nevevî’nin; Efendimiz’in karpuzu nasıl yediğine dair bilgi bulamayınca, yememeyi tercih etmesi de böyle bir inceliktir.
Altmış üç yaşından sonra, yerin üstünde dolaşmayı âdetâ edebe aykırı addedercesine, kabir sûretinde yaptırdığı çilehânesinde ibâdet, tâat ve irşad ile ömrünü sürdüren Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri böyle bir hassâsiyet gözetmektedir.
Bunlar şahsî tercihlerdir. Başkası yapmaya kalksa dahî sun‘î olur. Fakat o mübârek zâtlar tam bir ihlâs ve samimiyetle bu kararlarını tatbik etmişlerdir.
Kişilerin mânevî seviyeleri nisbetinde hassâsiyetleri de değişir.
Meselâ şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte, doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gafil olarak yemek israftır.
Mârifette ise, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği nimetlerde sergilediği ilâhî tecellîleri tefekkür etmeden yemek israftır.
Oruç, namaz, zekât, hac ve benzeri ibâdetlerde de bu duyuş ve edâ dereceleri vardır.
Dikkat edilirse, şerîat dairesinin üstündeki daireler, şer‘-i şeriften başka bir şey değil; onu daha geniş bir hassâsiyet ve titizlikle ihâta eden dairelerdir. Şuur ve idrâkin bu seviyeleri elde etmesi için de; zikrettiğimiz faydalı ilimde derinleşme, sâlih amellerle îmânı tescil ve bütün hayatı ihlâs ve takvâ şuuruyla tezyîn etmek gerekir.
Cenâb-ı Hak bizleri, şu imtihan dershânesinde hayat ve ölümü gerçek mânâda idrâk eden kullarından eylesin. Mârifetullâh’a yaklaştıracak faydalı ilim, sâlih amel ve takvâ hususlarında, bizlere Hak dostlarının kıvâmından hisseler nasîb eylesin.
Mahşer meydanında, amel defterleri sağ taraflarından verilen, şahâdetnâmelerini sürur ve saâdetle alan bahtiyar kullarından eylesin.
Âmîn!..