VAH YAVRUM VAH!

İrfan ÖZTÜRK

İnsanları, meleklerin derecesinden daha yüksek ve daha yüce makamlara yükselten ve yücelten, güzel ahlâk olduğu gibi; insanları hayvan derekesine ve hattâ bir bakıma hayvandan da aşağı bir duruma düşüren de çirkin ve kötü ahlâktır.

İnsanları, melekler kadar; hattâ meleklerden üstün derecelere yükselten ve yücelten güzel ahlâk, ahlâk-ı Kur’âniyyedir ki, bu güzel ahlâkın tek ve benzersiz örneği; Efendimiz’in ahlâkıdır. İşte bu ahlâk ile ahlâklanmak veya hiç değilse O’na ahlâk bakımından benzemeye özenmek ve çalışmak; Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmak demek olur.

Allah korusun, bunun zıddı olarak insanları hayvanlaştıran ve hattâ hayvanlardan da aşağı hâle düşüren ahlâk ise; Allah Teâlâ’nın sevmediği çirkin ve kötü huylardır ki, şeytanın dahî şeytanlığı ile insanoğlunu iğvâ ve iğfal edip çirkin ve kötü hareketi yaptırdıktan sonra;

“Ben böylesine, bir suç işlemek hususunda Allah’tan korkarım!” dediği kötü iş ve davranışlardır.

Vurana vurursan, sövene söversen, döveni döversen, çalandan çalarsan, seni mahrum edeni sen de mahrum edersen, sana zulmedene sen de zulümle mukabelede bulunursan; vuranla, sövenle, dövenle, çalanla, mahrum edenle, zulmedenle ne farkın kalır? Bir merkep seni tepse, sen de onu tepmeye kalkışır mısın? Seni tepen merkebe, sen de bir tekme vurursan merkepten farkın olur mu? Onun dört ayaklı ve senin iki ayaklı olman, seni merkeplikten kurtarır mı? Seni ısıran köpeği sen de ısırmaya kalkacak olursan, köpekten ne farkın kalır?

Ey kardeş;

İntikama heves etme, öç almaya kalkışma! Kötülüğe, iyilikle mukabele et ki, aziz olasın. Yalnız dostlarını bilmekle kalma, düşmanını da dost edinmeye çalış ve alış! Ârifler;

“Bir düşman çok, bin dost azdır.” buyurmuşlardır. İyi ve güzel huy; sahibinin şânını artırır, şerefini çoğaltır.

Güzel ahlâk sahibi, hangi meclise girse, herkes ona ikram ve itibar eder, başköşeye oturtur. Zira onlar, kalp kazanmayı bilirler. Konuşmayı bilirler. Herkese seviyesine göre hitap etmeyi bilirler. Kimseyi kırmaz ve incitmezler. İnsanların akıllarına göre, anlayış mertebelerine göre sohbet zemini hazırlarlar. Kılıç zoruyla fethi mümkün olmayan kalpler, güzel ahlâkla zaptedilebilir. Top ve tüfekle ele geçmeyen birçok şeyler, iyi ve güzel ahlâkla elde edilir. Onun için güzel ahlâk sahiplerinin rızıkları bol, dünya hayatları müreffeh olur. Güzel ahlâk, gözyaşlarını siler, nazargâh-ı ilâhî olan kalpleri fetheder. Parayla, malla, altınla elde edilemeyen birçok şey; güzel ahlâkla, tatlı dille, güler yüzle elde edilebilir. Güzel ahlâk sahipleri, birçok kötülüğü iyiliğe çevirebilir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şeriflerinde;

“Halkı, mallarınızla hoşnut ve râzı edemezsiniz. Güzel ahlâkınız ve güler yüzünüz, halkı sizden hoşnut ve râzı kılar.” (Hâkim, Müstedrek, 1/124) buyuruyorlar.

Şu kıssayı dikkatle oku ve ibret al! Ahlâkı güzel olan insanın neler yapabileceğini gör ve öğren:

Gece ve gündüz içmeyi itiyad etmiş ayyaşın birisi, sâlihlerden bir mü’minin evini kira ile tutmuştu. Bu adam; her gece zilzurna sarhoş gelir, bağırır, çağırır ve yalnız ev halkını değil, bütün mahalleliyi rahatsız ederdi. Yedisinden yetmişine kadar bütün mahalle halkı, kendisinden yaka silker, edepsizliğinden ve terbiyesizliğinden şikâyet ederlerdi. Bizzat kendi ana ve babası, eşi ve çocukları, onun nârasını duyar duymaz tir tir titremeye başlar, korkularından ne yapacaklarını şaşırırlardı. Bu sarhoştan rahatsız olmayan ve şikâyet etmeyen, yalnız o dindar ev sahibi idi. Kendisine, konu komşusu birkaç defa;

“–Yahu bu sarhoşu evinde ne tutuyorsun? Kapı dışarı et keratayı!” demişlerse de o daima;

“–Sizin hiç insafınız yok mu? Böyle bir adama hanginiz evinizi kiraya verirsiniz? Haydi diyelim ki, kendisine acımıyorsunuz; çoluk çocuğunu da düşünmüyor musunuz? Ben onu kapı dışarı edince onlar da sokakta kalmazlar mı?” cevabını verir ve o ayyaşın ıslāh-ı hâl etmesi için dilinin döndüğü kadar duâ eder ve kendisinden şikâyet eden komşularına da;

“Siz de benim gibi yapın, onun bu kötü huyundan vazgeçmesi için niyazda bulunun. Ola ki birimizin duâsını Rabbimiz kabul eder.” tavsiyesinde bulunurdu.

Günlerden bir gün, sarhoş yine körkütük eve gelmiş, ev halkına ezâ ve cefâya başlamıştı. Çoluk-çocuk, korku ile feryat ediyor, sığınacak yer arıyorlardı. Bir aralık; evin bütün camlarını, pencerelerini kırıp dökmeye başladı. Kendine mâlik olamadığı için elleriyle vuruyor, her vuruşunda elleri kesilip parçalanıyor, kan revan içinde kalıyordu. Allah Teâlâ’nın bir sanat öğrenmek, güzel yazılar yazmak, din ve devlet düşmanlarına karşı kılıç ve silâh tutmak, hayırlı ve güzel işlerde kullanmak için ihsan buyurduğu o elleri; Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun işlerde değil, günah ve isyanda kullanıyordu. Ne yazık ki, bunun isyanlarının cezası olduğunu ve âhirete gitmeden, hesaba ve mîzana yetmeden azabı tatmaya başladığını bir türlü fark edemiyordu.

İşte, tam bu sırada ev sahibi olan sâlih mü’min; bir elinde kalın bir sopa, diğer elinde bir bez parçası bulunduğu hâlde sarhoşun oturduğu kata inmişti. Ev sahibinin nur gibi parıldayan îman dolu yüzü ve bütün mahlûkata şefkat ve merhametle bakan gözü ile karşılaşınca, sarhoş birden irkildi. Adamcağız sükûnet ve mülâyemetle ona yaklaştı, kanayan ellerine acıyarak baktı ve sesi titreyerek;

“–Vah yavrum vah!” dedi. “Camları, ellerinle kırdığın için ellerin parça parça olmuş, yazık değil mi a çocuğum? Yarın, bu ellerle nasıl çalışacak, çoluk çocuğun için ekmek parası kazanacaksın? Mademki camları kırmaktan hoşlanıyor ve zevk alıyorsun, hırsını cam ve pencereleri kırmakla teskin ediyorsun; hiç olmazsa al şu sopayı da camları onunla kır. Ellerine daha fazla zarar gelmesin. Şu bezle de getir yaralarını saralım. İnşâallah yakında iyileşirsin, bir şeyciğin kalmaz.”

Dediği gibi de yaptı. Âdeta donup kalan sarhoşun yaralı ellerini sildi, temizledi, bezle sardı ve sopayı da kendisine uzattı. Ev sahibinin bu şefkat ve merhameti, bu rikkat ve mülâyemeti sarhoşun üzerinde birden tesir etmişti. Bu Muhammedî hamiyet ve nezâket; onu ayıltmış, bir anda aklını başına getirmişti. Kendisine uzatılan sopayı almak şöyle dursun, ev sahibinin ellerine sarılmış ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak yalvarıyordu:

“–Ayaklarının türâbı olayım amcacığım, ne olur beni affet. Sen ne güzel insansın, sana kurban olayım amca!”

Evet, o dakikadan itibaren; o azılı sarhoş, gerçekten hoş bir adam olmuş, meyhanelerin yollarını terk ederek, Allah yolunu tutmuştu. Artık zevki ve sarhoşluğu; şarap kadehlerinde değil; aşkullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah’ta arıyor ve buluyordu.

İmam kardeşlerimizden birisi de şöyle bir olay anlatmıştı:

Bir gece, yatsı namazı için camiye geldim ve vakit de olduğundan; çay ocağının önüne oturdum. Ben çayımı yudumlarken, bir sarhoş da kaldırımın kenarına oturmuş, kafayı çekiyordu. O gün, birisine fena hâlde kızmış olmalı ki, ağza alınmayacak galiz küfürler ve meçhul birisine tehditler savuruyordu. Bir aralık öfkesi o kadar arttı ki, elindeki şarap bardağını fırlattı ve bardak parça parça olarak caddeye dağıldı. Başka bir bardak buldu geldi ve doldurdu. Bir dikişte hepsini içti ve o bardağı da aynı hışımla yolun ortasına fırlatarak kırdı. Kendi kendisine homurdanıyordu:

“İşte, ben adamı böyle paramparça ederim!”

Oysa kırılan bardağın keskin parçaları, gelip geçen otomobillerden birisinin lâstiğine saplanarak patlatabilir veya yalınayak gezen bir fakirin ayağına batarak yaralayabilirdi. Kendisine hiçbir şey söylemeden kalktım ve sokağın ortasına yayılan bardak kırıklarını toplayıp çöpe attım.

Tam yerime dönüp oturacağım sırada, o sarhoş bu defa da elindeki koca şarap şişesini yolun ortasına fırlattı ve şişe patlayarak kırıkları caddeye yayıldı. Oturmadan, o şişe parçalarını da topladım ve bir kenara bıraktım. Bu defa sarhoş bana sordu:

“–Sen, bizim bu caminin imamı değil misin?”

“–Evet, beni nereden tanıyorsun?”

“–Bayram namazlarını, senin arkanda kıldığımı bilmiyor musun?” cevabını verdi. Bir süre sustu ve tekrar sordu:

“–Neden benim kırdığım cam parçalarını topluyorsun?”

“–Biliyorsun ki, burası oldukça işlek bir caddedir. Otomobiller geçerken bu camlar lâstiklerine saplanır ve patlatır veya yalınayak gezen bir fakirin ayağına batarak onu yaralar. Bir yetim veya yoksul kişinin zarar görmesini sen de istemezsin değil mi? Kaldı ki, benim bu yaptığım; Rasûl-i Zîşan Efendimiz’in emirleridir. Zira;

«Yollardan halka ezâ ve cefâ verecek şeyleri kaldırın.» (Bkz. Müslim, Îmân, 58; Mesâcid, 57) buyurmuşlardır. Onun için bu mühim emri yerine getirdim ve bir mü’min olarak îmânımın gereğini yaptım.”

Sarhoş adamcağız, bir süre daha daldı. Düşündü, düşündü ve sordu:

“–Senin sevap kazanman için, benim günaha mı girmem lâzım.” dedi.

“–Orasını sen düşün!” cevabını verdim. “Ben, sana bu hususta bir şey söylemek istemem.”

Dikkat ettim, gözleri yaşardı; sarhoş ağlıyordu. İçini çekerek dert yandı:

“–Ben de seninle camiye gelmek isterdim ama, bu hâlimle nasıl geleyim?”

“–Ne varmış senin hâlinde?” diyecek oldum;

“–Daha ne olsun?” dedi. “Sarhoşum, ağzım leş gibi içki kokuyor. Üstüm-başım da temiz değil. Bu hâlimle camiye girmem, cemaatten utanırım.”

“–Sana bir şey söyleyeceğim ama sakın bana kızma! Sen bu hâlinle Allah ve Peygamberi’nden utanmıyorsun da, kullardan mı utanıyorsun?”

Uzun zaman cevap veremedi, derin düşüncelere daldı. Söylediklerimden bir şey anladı mı bilemiyorum, fakat bir zaman sonra, tekrar bana döndü;

“–Efendi, ben bu hâlimle Allâh’ın huzûruna nasıl çıkarım?” dedi.

“–Sen şimdi, şu hâlinle Allah Teâlâ’nın huzûrundan ayrı mısın? Allah Azîmü’ş-şân, şu anda senin nerede ve ne hâlde olduğunu bilmiyor mu, görmüyor mu sanıyorsun? Yoksa, sadece namazlarda Allah Teâlâ’nın huzûrunda bulunulduğunu mu zannediyorsun?”

“–Evet, haklısın. Rabbimiz; bizi her zaman ve her yerde görüyor. Ne yaptığımızı ve ne ettiğimizi biliyor, ne konuştuğumuzu da işitiyor.” dedi ve ağlaya ağlaya evinin yolunu tuttu.

Ertesi sabah, cami-i şerîfe geldiğim zaman; onu oturmuş, namaz vaktini beklerken buldum. Birlikte sabah namazını kıldık. Namazdan sonra, cemaat dağılınca elimi tutarak;

“–Efendi, bana tövbe ettir!” dedi.

Tövbe ettirdim ve ona dedim ki:

“–Sen, şimdi âlâ bir müslüman oldun. Zira;

«Günahlarına tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibi olur.» (İbn-i Mâce, Zühd, 30) buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, seni ve beni tövbelerinde sâdık ve muhlis kullarından eylesin.

Evet, o sarhoş da pek hoş bir mü’min olmuştu. Yıllarca beraber bulunduk. Ev-bark sahibi, ırz ve iffet ehli bir dindar olarak yaşadı ve o tövbesiyle Hakk’ın huzûruna vardı. (Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn…)

Gönül tezgâhını tevhidle doku,
Tevhiddir bilesin, îmânın kökü,
O hâlde tevhîdi aşk ile oku…
Râzı olsun senden Hak Sübhânehû… (Gülzâr-ı İrfan)