KİŞİNİN CENNETİ…

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Düğün hazırlıkları ve heyecanı vardı.

Orhan, Doktor Selim Bey’in bahsettiği ve Yûnus Dede’nin de tavsiye ettiği hocahanım ile huzurlu bir aile yuvası kurma hazırlığı içindeydi. Usûlü çerçevesinde görüşmüşler, Peygamber sünneti üzere hayırlı bir adım atmışlardı.

İki hafta sonra izdivaç olacak ve Afrika’ya giderek hizmet kervanını birlikte yürüteceklerdi. Ârife Hocahanım, her bakımdan Orhan’ın tam dengiydi. Hizmet şuuru, aldığı eğitim ve ebedî gaye itibarıyla da aynı dünyayı paylaşıyordu.

Vakit geldiğinde gerekli her şey yapılmıştı. Lüks ve israftan uzak, mütevâzı bir hayat kuruluyordu. Her şey, sade; her şey, maddî ve mânevî imkâna göreydi.

Düğün öncesi bir akşam Orhan’ın amcasının evinde toplanılmıştı. Bütün sevdikleri, tanıdıkları oradaydı. Doktor Selim, Nasipli Şevket, hizmet arkadaşı Mehmet; sadaka taşı vesilesiyle tanıştığı ve dost olduğu Hasan Amca… Hep beraber yıllarını yaşadığı amcasının evindeydiler.

Orhan bu evde acı-tatlı nice yıllar geçirmişti. Annesiz, babasız yıllar. Önce acılarla dolu, ıstıraplarla dolu, çile ve zehirle dolu yıllar. Karanlık, bulanık ve boğucu yıllar. Sonra hidâyet, sabır, huzur ve lütufla dolu yıllar. Aydınlık, berrak ve ferahlatıcı yıllar. Allâh’a bir daha, bir daha, bir daha şükretti.

Sanki onun bu şükredişini duymuş gibi amcası şöyle konuştu:

–Dostlar, geçen bunca yılların ardından herhâlde bize düşen en büyük vazife, şükür. Allâh’a hamd olsun ki, bu günleri de bize gösterdi. Gecemizi gündüz, yokuşlarımızı düz eyledi.

Nasipli Şevket’in de gözleri parıl parıldı:

–En çok ben şükretmeliyim. Rabbim bana merhamet etti, hiç lâyık olmadığım hâlde elimden tutacak mânevî kılavuzlar ihsân eyledi de istikameti buldurdu.

Diğerleri de aynı duygu içindeydi:

–Sadece sen mi? Hepimiz çokça şükretmeliyiz.

Doktor Selim, bu şükrün edâsı husûsunda bir hatırlatma yaptı:

–Şükrümüz her dâim olmalı. Fakat sadece dil ile değil. Unutmamalı ki, en güzel şükür; bu hakikatten mahrum kimseleri de böyle şükredecek bir vaziyete getirmeye vesile olmak, bunun için gece-gündüz gayret etmek.

Herkes başıyla tasdik etti. Turgut Amca, Orhan’a döndü:

–Ah evlâdım! Rahmetli baban da bugünleri görseydi. Şu güzel atmosferi tatsaydı.

Orhan’ın kafası önüne düştü. Gözleri doldu. Hiç görmemişti babasını. Annesini de hatırlamıyordu. Hatırlamak için; ne kulağında bir ses, ne gözlerinde bir görüntü, ne omuzlarında onlardan bir dokunuş vardı. Sadece isimlerini biliyordu. Hüseyin Bey ve Şükriye Hanım. İsimlerinden başka azıcık da kırık dökük bazı hâtıralar. Ne kadar uğraştıysa da Orhan, içinden fışkıran damlalara mânî olamadı.

Bu vaziyet karşısında Turgut Amca da, duygulandı. Fakat mevzunun daha derinleşip, güzel gecenin sadece hüzne dönüşmemesi için bahsi değiştirmeyi denedi:

–Orhan evlâdım, merak etme. Yerlerini dolduramasak da onların vazifelerini hiç noksansız yapacağız. Düğünün şöyle anlı-şanlı bir düğün olacak. Unutulmayacak bir düğün…

Orhan, mahzun başını birden kaldırdı:

–Hayır amca, mütevâzı bir düğün olacak. İsraf olmayacak. Evlilik, Hazret-i Peygamber’in sünneti. Dolayısıyla her şey, Âlemler Sultanı olan Efendimiz’in sünnetine muvâfık olacak. İnşâallah Fâtıma Vâlidemiz’in düğününe benzer bir düğün olacak Belki zâhiren annemle babamı tanıyamadım, ama ruhlarımız birbirini tanıyor. Onlar da böylesinden daha memnuniyet duyacaklardır.

Gördüğü hisli tablo karşısında Doktor Selim, son noktayı koydu:

–Geçmişlerimizi hatırladık. Onları nasıl memnun edeceğimizi düşünüyoruz. Öyleyse yapacağımız en güzel şey, ruhlarını şâd etmek için şimdi bir Yâsîn-i şerif okumak. Ne dersiniz?

Hep birlikte makul gördüler:

–Üstelik Orhan kardeşimiz hâfız. Onun güzel sesinden bu mânevî ikram çok tatlı olur.

Bunun üzerine Orhan’a o vakte kadar sadece adıyla ya da «evlâdım» diye hitâb eden Turgut Amca ile Doktor Selim, aynı anda;

“–Buyur Hâfız Orhan Hocam! Muhrik nağmelerinle ruhlarımızı ferahlat!” dediler.

Tatlı bir Kur’ân sesi, bütün gönülleri kuşattı. Bulundukları odanın duvarlarını aşarak semâlara yükseldi. Gökten yağan feyz-i ilâhî ile gözden akan damlalar kardeş oldu. Hâfız Orhan okudukça, dinleyenlerin kalbi şöyle diyordu:

Oku hâfız; bu kelâm çünkü Hudâ güftesidir,
Ne kadar tatlı, güzel, çünkü Nebî bestesidir.
Oku; sesler sesi, Kur’an’daki âyet sesidir,
Tatlı meltem de o sesten bize rahmet sesidir…
Şu latif kuş sesi, Kur’ân’a muhabbet sesidir,
Suların nağmesi, Kur’ân ile sohbet sesidir…
Oku hâfız, bu şeref tâcı konulsun başına,
Oku hâfız, oku, ihlâs akıtıp gözyaşına… (Seyrî)

Kur’ân tilâveti bitince, güzel bir duâdan sonra birer birer kalkıldı.

Düğün günü geldiğinde herkes Hüdâyî Camii’ndeydi. Hâfız Orhan, nezih ve sade bir damat kıyafeti içinde idi. Kalbini, bugün Yûnus Dede’nin yapacağı sohbete odaklamıştı. Hayatının bu tarihî gününde; sohbette her söylenecek husus, onun için apayrı bir ehemmiyete sahipti.

Her zaman olduğu gibi Yûnus Dede, yine vakur bir edâ ile kürsüye çıktı ve huzurlu bir sedâ ile sohbete başladı:

“Kardeşlerim,

Aile yuvası, hem Allah muhabbetine vazgeçilmez bir basamak hem de nesillerin devamı için bir ilâhî kanun. Hem bedenî bir ihtiyaç ve hem de rûhânî gelişmenin ilk ve esaslı zemini. Aile ortamının insan yaratılışına en uygun tanzimi bu çerçeve. Bunun tersi, asla insan yaratılışına göre değil.

Bu bakımdan;

Evlilikle arzu edilen maksatları gerçekleştirmek ve ev ortamını bir huzur cenneti hâline dönüştürmek için riâyet edilmesi gereken pek çok ince noktalar ve önemli meseleler vardır.

İlâhî muhabbete basamak olacak bir aile hayatı kurmak için yapılması gerekenler var.

Evlerimizi birer huzur ve saâdet cenneti hâline getirmek için dikkat edilmesi gereken hususlar var.

Tüm ailece, hayat yolculuğumuzun sonsuz vuslatta noktalanması için nasıl yaşanması gerektiği en güzel şekilde idrâk edilmeli ve uygulanmalı.

Dünyada saâdet, âhirette de saâdet olabilecek bir kıvâmın neye bağlı olduğu kavranmalı ve tatbik edilmeli.

Bu hususta en ideal başarı, huzurlu aile yuvasının en güzel ve en mükemmel örneği Hazret-i Peygamber j Efendimiz.

Dolayısıyla;

O’nun aile hayatını her yönüyle öğrenmek, anlamak ve örnek almak mecburiyetindeyiz. Çünkü her nesil için;

Hatîce-i Kübrâ, örnek aile,
Mutluluk Muhammed Mustafâ ile

(Seyrî)

O örnek yuvada özetle ne var:

–Hanımların erkeklere karşı vazifeleri,

–Erkeklerin hanımlara karşı vazifeleri,

–Hanım ve erkeğin birlikte vazifeleri,

–Çocuk terbiyesi…

Tabiî bunların her biri, nebevî ölçüler içinde.

Maalesef bu ölçüler, bugün birileri tarafından batının ruhsuz ambalâjlarına sarılıyor ve müslüman gençlere öyle şırınga ediliyor. Neticede boşanmalar, gittikçe artıyor da artıyor. Nesle yazık oluyor, evlâtlar ziyan oluyor.

Bu itibarla;

Yukarıdaki maddeleri; öncelikle yabancı ambalâjlardan, feminist duygulardan, şiddet tehlikelerinden temizlemek, arındırmak gerek.

O zaman aileler; tekrar en ağır depremlere de dayanıklı, en sert rüzgârlara da mukavemetli hâle gelir. Bir cennet yuvasına dönüşür.

Evet;

Kişinin bu dünyadaki cenneti, evidir. Evlerimizi cennet hâline getirmek vazifemiz.

Cennet nedir?

Sadece güzelliklerin yaşandığı, lütuf ve merhametin, ebedî sayısız nimetin devşirildiği özel mekân. Affın neticesinde ulaşılan yüce nasip. Kulluk ile nâil olunan rahmet. Mes’ûliyetlerimizi yerine getirerek elde edilen büyük mükâfat.

Rabbim, hepimizin hânesini birer cennet yuvası eylesin. Âmîn.”

Sohbet sonrası el öptüler. Bir hafta sonra da Hâfız Orhan Hoca ile Ârife Hocahanım, büyüklerden müsaade alıp Afrika yollarına birlikte «bismillâh» dediler.

Havaalanında onları yolcu eden akrabalarından biri dayanamadı:

–Kızım el âlem, balayına gider. Siz Afrika’ya gidiyorsunuz! Bari biraz tatil yapsaydınız da öyle yola çıksaydınız!

Ârife Hocahanım, sözü Hâfız Orhan’a düşürmeden dedi ki:

–Teyzeciğim; mesele, gerçek bir cennet hayatı yaşamak. O da ancak hizmet ile. Gerisi yalancı cennetler, sonu da eyvahlarla dolu. Biz sonu şükürle biten gerçek bir cennet hayatına talibiz. Bunun için nerede olursa olsun hizmete âşığız.

Hâfız Orhan, içten içe bir daha şükretti:

–Elhamdülillâh! İşte kişinin cenneti!