ÜÇ TARZDA DİN EĞİTİMİ

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

İslâm medeniyeti cami merkezli bir medeniyettir. Dolayısıyla İslâm’da eğitim de hep cami ile irtibatlı olmuştur. Mescid-i Nebevî, icrâ ettiği birçok fonksiyonun yanı sıra aynı zamanda bir eğitim merkeziydi. İslâm, fetihlerle genişleyip yeni merkezler kurulduğunda da mescidin bu fonksiyonu devam etti. Basra, Kûfe, Şam, Fustat gibi şehirlerin mescidleri aynı zamanda bir üniversite vazifesi görüyor; mescidlerde bir taraftan Kur’ân ve kıraat öğretimi ve hadis rivâyeti gibi faaliyetler yapılırken; bir taraftan da fıkıh, tefsir, kelâm ve nahiv gibi değişik ilimler müzâkere ediliyordu.

Hicrî V. asırda Selçuklular, İslâm âleminin merkezini oluşturan Orta Doğu’ya hâkim olunca; Mısır ve Kuzey Afrika’da müessir olan Şiî-İsmailî düşünceyle ve Hasan Sabbah’ın propagandasını yaptığı zararlı fikirlerle mücadele etmek için medreseleri kurdular. Vezir Nizâmülmülk’ün adına nisbetle Nizâmiye Medreseleri diye anılan bu medreseler ile tedrisat her ne kadar cami dışına çıkmış olsa bile camiden kopmadı, merkezinde caminin yer aldığı külliyelerin en önemli unsurlarından biri oldu. Aynı asırda, Ebû Zer el-Gıfârî -radıyallâhu anh- örneğinde olduğu gibi tâ sahâbe devrinde görülen ve özellikle hicrî II. ve III. asırlarda tekâmül eden tasavvufî düşünce de tekke ve zâviyelerle müesseseleşti. Tekke ve zâviyelere çokça kaynak aktardığı gerekçesiyle Sultan Melikşah tarafından tenkid edilen Nizâmülmülk’ün kendisini şöyle savunduğu rivâyet edilir:

“Sultanım! Sizin için öyle bir ordu hazırladım ki, siz uyurken onlar ribatlarda nöbet beklerler!”

Vezirin bu savunması, tabiî ki öncelikle tekke ve zâviyelerdeki şeyh ve dervişlerin; sultanın ve müslümanların selâmeti için duâ ettikleri mânâsına gelir. Ancak bu sözden; tekke ve zâviyelerin, medreseleri andırır bir şekilde Şiî-İsmailî düşünceyle mücadele misyonunu üstlendiği anlamı da çıkarılabilir. Çünkü Şiîler, çok büyük önem atfettikleri ve masumiyetine inandıkları imamların; ilham yoluyla birçok bilgiye mazhar olduklarını ileri sürüyorlardı. O zaman çok büyük yetkilere sahip olan ve belki de o yetkileri sebebiyle kıskanıldığı için -bir iddiaya göre- sultan ve çevresi tarafından öldürülen vezirin; Şiîlerle mücadelede büyük ölçüde akıl ve nassa dayanan medreseyi, sünnî tasavvufun şer‘î ilkelerle kayıtlı keşf ve ilhamıyla desteklemek istediği ve bu sebeple tasavvufun örgütlenmesini finanse ettiği mülâhaza edilebilir.

Ne var ki, daha sonraki zamanlarda; Nizâmülmülk’ün plânlarının aksine, medrese ile tekke yan yana yürümek yerine, zaman zaman gerilim içine girdi. Medrese, nassa ve akla dayalı bir yorumu benimsiyordu. Hattâ burada da bir ayrıma gitmek gerekir:

Selef âlimleri ve sonraki çağlarda onların yolunu izleyen İbn-i Teymiyye’nin başını çektiği Selefiyye ekolü nassa bağlıydı. Ehl-i sünnet’in kelâm metodunu benimseyenleri ise özellikle Cüveynî ve talebesi Gazâlî’den sonra aklı nassa öncelemeye başladı. O kadar ki, bunlar içerisinde yer alan Fahreddîn er-Râzî, akıl ve nassın çelişmesi durumunda aklın esas alınıp nassın tevil edilmesi gerektiğini söyleyerek bu konuda Mu‘tezile ile aynı çizgide buluştu. Sünnî tasavvuf ise bilgi kaynağı olarak nassı dışlamamakla birlikte ilhama da geniş bir yetki tanıyordu. Sonunda Kuşeyrî gibi âlimlerin tasavvufu şer‘î ilimlerle mezcetme ve böylece onu medreselilere onaylatma anlamındaki teşebbüsleri; kendi içerisinde muvaffak olmakla birlikte, beklendiği gibi geniş bir kabule mazhar olmadı. Böylece, özellikle uzun Osmanlı asırları boyunca, devlet ve toplum tasavvuf etkisinde olmakla birlikte, medrese ve tekke arasındaki gerginlik zaman zaman nüksetti. Hususiyle XVII. asırda Kadızâdeliler denilen ulemâ grubuyla Sivâsîler denilen mutasavvıflar arasında bu gerginlik had safhaya çıktı.

XVII. asırdan itibaren başlayan gerileme, asrın sonlarında ilk önce askerî başarısızlıklarla görünür hâle gelince zaten başlamış olan ıslahat teşebbüslerine Avrupa’daki gelişmeler de dikkate alınarak hız verildi. Islah ihtiyacı duyulan alanların en başında da tabiî olarak askerî alan geliyordu. Bu ıslahat teşebbüsleri sebebiyle XVIII. asrın yarısından itibaren Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun ve Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun gibi askerî mektepler açıldı. XIX. asırda ise bu tür batılı tarzda tedrisat yapan mektepler; mülkiye, hukuk, tıbbiye, ziraat, baytarlık örneğinde görüldüğü gibi hayatın her alanına teşmil edildi. Böylece batılıların ve ekalliyetlerin açtığı okulları saymazsak XIX ve XX. asırlarda Türkiye’de takip edilen üç farklı eğitim tarzı vardı:

Sekiz-dokuz asırlık bir mâzîye ve dolayısıyla köklü bir geleneğe sahip olan akıl ve nassa dayalı medrese; ortaya çıktığı coğrafyanın bir gereği olarak pozitivizme, akıl ve tecrübeye dayanan mektep ve günümüzün yaygın eğitimi şeklinde anlayabileceğimiz tekke.

Cumhuriyet kurulduktan sonra, birçok alanda olduğu gibi tercih; batı menşeli olan mektepten yana yapılarak medrese ve tekkeler kapatıldı. Bununla birlikte tasavvuf eğitimi, kurumlarından mahrum bırakılsa da derûnî bir şekilde muhafaza edilmeye çalışıldı. Aynı şekilde medrese tarzı eğitim de medreseler kapatılmasına rağmen, bazı hocaların hususî gayretleriyle devam ettirildi. Dolayısıyla dînî eğitim çerçevesinde değerlendirirsek şu anda da mektep, medrese ve tasavvuf eğitiminin mevcudiyetinden söz edebiliriz.

Dînî sahada mektepleri ilâhiyat fakülteleri ve diğer ikisini ise bu yolda hususî gayret gösteren hocalar temsil etmektedir. İlâhiyat fakülteleri zengin müfredatları ve ihtisasa yönelik yaptırdıkları araştırmalar sebebiyle, şüphesiz vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Ancak bu kurumlarda talebeyle daha yakından ilgilenme ve tedrisâtın birebir takip edilmesi güçtür. Bu açıdan bu okullardaki eğitimin, medrese usûlü tedrisat ile desteklenmesi gerekir.

En ideal olanı ise medrese tarzı eğitimde hocadan birebir eğitim alan ve bu eğitim neticesinde elde ettiği birikimi, fakültede nasıl kullanacağını öğrenen talebenin, tasavvuf eğitimi ile gönül ve rûhunu da terbiye etmesidir.