NİNELERİMİZ, HANGİ FAKÜLTEDEN DİPLOMA ALMIŞTI?

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

RASÛLULLAH -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM-’İN BİR TALEBESİ

Bir gün Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- ve arkadaşları Medine’nin dışına; tenezzühe, gezintiye çıktılar. Gölgelik bir yere sofralarını kurarlarken, yanlarından sürüsüyle beraber bir koyun çobanı geçti ve onlara selâm verdi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- dedi ki:

“–Gel ey çoban, sofraya otur, beraber yiyelim.”

Çoban;

“–Ben oruçluyum.” dedi.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- takdir ve tebrik ederek;

“–Bu şiddetli, boğucu sıcakta oruç tutuyorsun ve bu hâlde koyun güdüyorsun, öyle mi?” dedi.

Abdullah İbn-i Ömer, kendisini tanımayan bu çobanın verâ ve takvâ bakımından hâlini görmek, kalbî derinliğini anlamak için;

“–Çoban, bize bir koyun satar mısın? Hem koyunun parasını veririz, hem de etinden iftar edeceğin kadar bir miktar sana bırakırız, olmaz mı?” dedi.

Çoban hiç tereddütsüz reddetti:

“–Benim sürüm yok. Bu koyunlar efendimin, ben bir köleyim.”

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, muhatabının derinliğini tamamen ölçmek istiyordu. Âdetâ kalbine matkap atarcasına onu bir kez daha denedi:

“–Kayboldu dersin canım. Efendin nereden bilecek ki?”

Çoban, birdenbire heyecanlandı. Yüzünü göğe çevirdi ve parmağını semâya kaldırdı:

“–Allah görmüyor mu, Allah nerede?” dedi.

İbn-i Ömer çobanın bu samimî, şuurlu hâlinden çok müteessir oldu, çobanın sözünü sık sık yâd eder;

“Çoban dedi ki: «Allah nerede, Allah görmüyor mu?» diye tekrarlardı.”

İşte Cenâb-ı Hak’la beraber olan bir kalbin hassâsiyeti…

Hazret-i Abdullah; Medine’ye gelince, çobanın efendisine bir vekil gönderip, sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd edip, sürüyü de kendisine bağışladı.

Bir düşünelim; bu hassas kalpli çobanı kim eğitti?

Düşünelim bu çoban kimin talebesiydi, hangi fakülteden diploma aldı? Ona bu dürüstlüğü, hangi formasyon kazandırdı?

Cevap; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

(Sır ve Hikmet -2-, Osman Nûri TOPBAŞ)

İçinde yaşadığımız zamanda karşılaştığım olayları gördükçe, yıllar önce yaşayan ninelerimizi, annelerimizi düşünüyorum. Sessizce gülümseyen, bakışlarıyla konuşan büyüklerimizin bir kısmı okuma yazmayı da bilmiyordu. Kullukta, ahlâkta, âdâbda farkına varmadan İslâmiyet’in emirlerini yerine getiriyorlardı.

Bizi yoran büyükşehrin hayatı, farkına varmadan yaşayacağımız incelikleri de elimizden alıyor. Çok sevdiğim genç arkadaşlarımla dertleşirken;

“Hocam, ânında söyleyin. Kimse sizden incinmez.” diyorlar.

Gençlerin çözümü de devrimize göre…

Hâlbuki topluluk içinde, o gün olan bir yanlışı değerlendirmek doğru olabilir mi?

Daha önce yaşadıklarımızı hikâyeleştirerek, mukayeseler yaparak, beraberce düşünebiliriz.

Diplomalı ve oldukça önemli yerlerde olan bir genç grupla beraberiz. Yemekten sonra meyve yiyoruz. Tabaklarımız önümüze kondu. Ev sahibine zahmet olmasın diye bir kısmı önündeki tabağı kullanmayarak, erik çekirdeklerini, önündeki peçeteye; bir kısmı ortadaki erik tabağının kenarına koymuştu. Peçeteden, masa örtüsüne dökülen erik çekirdeklerine dalıp gittim. Çocukluğumda yaptığım bir yanlış önce anlatılır, tekrarı olmasın diye bakışlarla konuşulurdu. Topluma yön vermek için proje hazırlayan gençlerle, bakışlarla anlaşmak mümkün mü?

Çok sevdiğim bir doktor hanım, beni içli köfte yemeğe davet etmişti. Gelinlerinin ve kızlarının benimle tanışmasını istiyordu. Hepsi diplomalı, mastır yapan; «İslâmiyet’i yaşıyorum.» diyen gençlerdi. Evin gelini buzdolabını açtı. Bir soda çıkardı, bardağa koydu, masaya geldi. Rahatlıkla sodayı içmeye başladı. Yıllar önce yaşadığım bir olayı hatırladım.

Üst kata bir Alman gelin gelmişti. Bir gün evde yalnız kalmasın diye kayınvâlidesi yanında oturmamı istedi. Kitabımı alıp çıktım. Öğle oldu, tabağına yemeğini koydu ve yanımda yemeye başladı. Yıllar önce Alman gelin konusunda yaşadığım ânı yıllar sonra, tesettürlü bir Türk gelininde yaşamıştım.

Bir devirde modanın yaşandığı bazı caddeler vardı. Biz oralardan alışveriş yapmazdık. Memur maaşımız yetmezdi ve zaten özenmezdik. Yıllar geçti, gençlerin konuşmalarına şahit oluyorum:

“–O caddelerde artık biz de varız. Alışveriş yapıyoruz, pastahânelerde oturuyoruz… Bir kısmının sermayesi de bizlerin…”

Bir ara konuşmaya katıldım:

“–«Biz de orada varız!» diyorsunuz. Modayı takip etmek, pahalı giysiler almak, mağazalara, kafelere yabancı isimler koymak; İslâmî hayatla bağdaşır mı? Osmanlı, gittiği yere İslâm’ın ve Türklüğün mührünü vurmuştur. Oysa biz, bizim olan ülkemizde değişimin öncülüğünü yaparak, değerlerimizden uzaklaşıyoruz.”

Gençlerimizle örnek eserleri beraber okuyup tartışmadıkça, köşe yazarlarımız köşe yazılarında İslâmiyet’in inceliklerini anlatmadıkça, belediyelerimiz kadınlarımız için açtıkları el becerileri kurslarında unutulmaya başlayan hassâsiyetlerimizi dile getirmedikçe; diplomalı gençlerimizin sayısı çoğalırken, inceliklerimiz azalacak, bir devrin annelerinin bakışları ve konuşmaları filmlere konu olacaktır.

İslâm, hayatımızın her alanını kuşatacak şekilde prensipler getirmiştir. Hiçbir alan boş değildir. Oturmak, şakalaşmak, gülmek, gülümsemek, konuşmak, ses tonu, mâlâyânî şeylerle meşgul olmak, cömertlik, cimrilik, israf, hediyeleşme… Bu konuları ayrı ayrı okuyup örneklerimizi vermezsek; sadece örtülerimizle İslâm’ı yaşadığımızı sanan kitleler olarak tebliğ görevimizi de yapmamış oluruz.

BİZ, BİZİ UNUTTUK

“Osmanlı ve Türk tarihi bana göre; dünyanın bir başka ülkesi ve hanedanına ve tarihine nasip olmamış, hârikulâde bir sahne ve senaryolar kaynağıdır.

Ama kendi öz tarihimize unutkanlığımız, kayıtsızlığımız ve sahifeleri çevirmedeki üşengeçliğimiz; bu emsalsiz sahnelerdeki belgeleri hatırlamamıza engel. Dünyanın en muhteşem tarihine karşı, dünyada bir başka milletin işlemediği nankörlük ve nâdanlığın da sahibi olmuşuzdur. Tarih ki, bir milletin hâfızasıdır. Kendisini unutanları; sayfalarından da, millet vasfından da kaldırıp atar.” (İlhan BARDAKÇI)

Değerli tarihçimiz İlhan BARDAKÇI’nın yeni yayınlanan «Biz, Bizi Unuttuk» kitabını dikkatle okuyorum.

BU ESER, OYNANMAZ

Voltaire’nin Bejazet (Beyazıt) adlı eseri, İngiltere Kraliyet Tiyatrosunda sahnelenecektir. Repertuar altı ay öncesinden ilân edilir. Müslüman ülkelerin liderleri de seyredecektir. Gaye; Türkiye ve hilâfet konusunda, seyredenleri zehirlemektir. Bugün Ermeni ve PKK konularında olduğu gibi…

Abdülhamid Han, eserin oynanmaması için çareler aramaktadır. Fikir hürriyeti diye savunmaya geçebilirler. Notayı Hâriciye Nazırı yazacak; mektup kraliçeye veya hükûmete değil, İngiliz sefâretine verilecektir. Sultan’ın kaleme aldığı mektup, padişahın haberi yokmuş gibi sefârete verilir:

“Bu eserin sahnelenmesi; Sultanımız Efendimiz’i ve iki ülke yakınlığını rencide edeceği kanaatinde bulunduğumdan, gereğinin yapılmasını beklemekteyim.” Son cümle, rica değil ikazdır. Bir hafta sonra İngiltere Başbakanı’nın imzasıyla cevap gelir:

“… Bejazet isimli eser, görülen lüzum üzerine kaldırılmıştır…” ifadeleri mektupta yer almaktadır. İngiltere Başbakanı’nın dışişlerine cevabında;

“Majestelerinin, Hakan Sultan Hamid’e beslediği saygı sebebiyle…” ifadesi ilgi çekicidir.

Şimdilerde PKK televizyonunu İngiltere desteklemektedir.

“Devletin başı devletli ise şayet, devlet devlet olur.” Bilen ve düşünen var mıdır bu sonucu? Vah ola bize ki, unutmuşuzdur.

Benzer bir hâtırayı rahmetli Ziyad Ebuzziya Bey’den dinlemiştim. İtalya’da oynanan bir oyunda Osmanlı’ya sataşmalar vardır. Sultan Hamid’in bir mektubuyla oyun repertuardan çıkarılır.

Kitaptan bir başka hâtıra gözlerimizi yaşartıyor. İzmir’de bir İtalyan gazeteci 14 Eylül tarihinde şu haberi yayınlar:

“İzmir’de o heyecan içinde kimsenin fark etmediği bir hâdise patlak verdi. Türklerin şehri geri almalarından bir gece evvel, bütün şehir on binlerce Türk bayrağı ile donandı. Hangi teşkilât dağıtmıştı bu bayrakları? Asıl cevaplanması gereken sual buydu. Ordu, beraberinde getirmiş olamazdı.” Sonra bu olayın esrarını çözer ve der ki:

“Erkekleri cephede olan bu kadınlar, evlerinde bir yıldan fazla bir zamandır bayrak dokuyorlardı. Hattâ bazı bayrakların kenarında Kur’ân’dan âyetler işlenmişti. Kentteki Rumlar ve Ermenilerin telâşla firara hazırlandıkları o son gece sırasında bayraklar evlerden alınmış ve İzmir’in her tarafına asılmıştı.”

Belki okul diploması olmayan bu müslüman-Türk kadınlarının millî ve dînî hassâsiyeti dileyelim her şeye rağmen hâlâ devam etsin. Etmesi için duâ etmekle beraber elimizden gelen çareleri de aramalıyız.