TEHLİKELİ TESLÎMİYET…
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
İnsanoğlu, hayatın virajlarında ya teslîmiyete karar verir, ya da teslîmiyetsizliğe.
Tıpkı toprak üzerindeki bitkiler gibi.
Görüyoruz:
Her ekilen fidan, ağaç olmuyor. Kimi, toprakla bütünleşemeyerek kuruyup gidiyor; kimi de sımsıkı o anneye sarılıp inkişaf ediyor, gelişiyor, gelişiyor ve muazzam bir ağaca dönüşüyor.
Niçin?
Çünkü ekilen fidanın biri; üzerine konan kargaların iğvâsına ve kuru odun derdinde olan güvelerin kışkırtıcı telkinlerine aldanıyor da toprağa karşı üstünlük derdine düşüyor ve velînimeti olan o şefkatli anneyle kavgaya girişiyor:
–Ey toprak; ben yukarılara çıkmak istiyorum, sen ise beni yerin dibine doğru çekiyorsun! Bırak artık yakamı!
–Olur mu ey fidan? Ben sana sadece iyilik yapıyorum.
–Olmaz olsun böyle iyilik. Damarlarımı bile yuttun. Ben mi sana bakacağım, sen mi bana?
–Haksızlık etme. Yutmadım, seni köklendirdim. O damarlardan senin bağrına su ikram ediyorum, meyve olacak gıdalar sunuyorum. Böylece seni dipdiri tutuyorum.
–Hadi oradan, bu bahçede nice fidanlar senin yüzünden perişan oldu. Göz göre göre beni de onlara benzeteceksin, ama ben fırsat vermeyeceğim…
–Yanılıyorsun ey taze fidan! Tecrübesizliğe kurban gideceksin. Tıpkı diğerleri gibi.
–Hiç de değil. Benim güneşle dostluğum var. Havayla sarmaş dolaş vaziyetteyim. O dostlarım beni yalnız bırakmaz.
–Ey fidan, anlamıyorsun. Ben olmasam, o güneş senin cehennemin olur. Kupkuru bir oduna döndürür seni. Ben olmasam; dost sandığın o hava, seni oradan oraya fırlatır. Dağa-taşa çarpa çarpa vücudunu paramparça eder.
–Hayır! Kıskandığın için böyle söylüyorsun!
–Niye kıskanayım ey fidan?
–Onlar tepede sen ayak altındasın da ondan. Sen değersiz, onlar değerli.
–Âh kör fidan! Ben; sadece mütevâzıyım, değersiz değil. Sen göremiyorsun ama, erbabı bilir ki; Allah bana, güneşe de havaya da vermediği hazineler nasip etti. Dikkat et, sen de benim mahsulümsün, havanın ve güneşin değil.
–Onlar bana senden daha sevimli.
–Ben daha fazla hizmetkârım.
–Ama her şeyimle sana teslim olmamı istiyorsun?
–Senin için bu. Sana daha çok hizmet edebilmek için.
–İyi ya işte, bana hizmet etsinler diye havaya ve güneşe teslim olacağım. Madem teslîmiyet güzel, ben de o güzellikten nasibimi almış olurum elbette.
–Fakat sonunda pişman olacağın bir teslîmiyet olur bu!
–Dedim ya kıskanıyorsun diye, hakikaten haset ediyorsun sen.
–Ey fidan, senin ilmin henüz irfana dönmemiş de kavrayamıyorsun!
–Bir de hâline bakmadan beni küçük görüyorsun ha! Bıkmadın mı? Seni ayaklarımın altında çiğnediğim yetmedi mi?
–Ben seni başımda taşımasam; sende ne ayak kalır, ne kol, bunu unutma!
–Göreceğiz. Nasılsa artık seninle işim olmayacak, kendi yolumu kendim belirleyeceğim.
–Yine de bana mecbursun. Yaşamak istiyorsan tabiî.
–Mecbur olan sensin. Güneşe engel olmasam, seni kavurur bitirirdi. Benim gölgemde rahatsın, görmüyor musun?
–Ey fidan! Kendini âlim de sanmaya başladın, ama ne kadar cahilsin. Bilesin ki benim bağrım ateş dolu. Ben o ateşlerin üzerinde buz gibi sular akıtıyorum. Ama sen, küçücük bir kıvılcıma dayanamayacak kadar âcizsin. Üstelik bunu da fark etmeyecek kadar âciz. Tutmuş, beni ateşten koruduğunu zannediyorsun. Ey densiz, eğer benim sana sahipliğim olmasa, acaba o ateşten nasıl korunacaksın?
–Ben korunurum!
–Ateşe teslim olarak mı?
–Orası bana kalmış!
–Peki, sana kalsın bakalım. Ama azıcık düşün; sonunda sana ne kalacak?
İşlerin iyice sarpa sardığını gören yaşlı ve tecrübeli bir çınar ağacı devreye girdi:
–Ey fidan! Kendine gel. Toprak bizim anamız. Canımız. Her şeyimiz. Ondan koparsak, bizden eser kalmaz. Kururuz, çürürüz.
–Ey çınar! Öyle eski lâflarla araya girme! Siz güneşle ve havayla dost olmayı bilemediniz de bu hâldesiniz. Kuruyup çürüyenler de bu gerçeği bilemedikleri için o vaziyete düştüler.
–Yaşın küçük, aklın bir karış havada senin.
–Değişen zamanın uzay nesliyiz biz. Bir dalımızı Mars’a, bir dalımızı Venüs’e uzatacağız.
–Yanlış hayallerden hakikat doğmaz. Dediklerin senin gerçeğine ters.
–Hepiniz göreceksiniz. Biliyorsunuz ki bütün dâhîler sınırsız fikirlerden doğar.
–Sınırsız fikre tamam da; tutarsızlıklar, fikir değil ki!
–Ey çınar! Görmüyor musun, ben bu topraktan bıktım, sıkıldım iyice.
–Biz topraktan bıkamayız ey fidan! O bize can. Eğer bıkarsak, fırsatçılar bizi ateşe tıkar. O zaman kül oluruz.
–Bana hiç de öyle gelmiyor.
–Tâ geçmişten beri değişmeyen bu kaderi hiç okumadın mı?
–Ben değiştireceğim!
–Vah zavallı! Her şeyi olduğu gibi kaderi de ancak sahibi değiştirir, bilmez misin? Senin aklın buna kalkışırsa, sadece kendini yakmaya yeter.
–Ey çınar! Havanın ve güneşin bana verdiği sözleri bilmediğin için öyle konuşabilirsin. Üzerimdeki kuşlar bile benim haklı olduğumu söylüyorlar.
–Söyleyen kuşa bak, kara karganın teki.
–Böcekler de söylüyor ama.
–Söyleyen böcek de güvenin teki. Ona da kuru odun lâzım.
–Ey çınar, köhnedin tabiî. Bu yüzden toprak gibi sen de beni kıskanıyorsun anlaşılan.
–Ey ahmak! Hâlâ anlamıyorsun. Senin nereni kıskanayım? Ben ne kadar yaşlansam bile yeni sürgünlerle toprak beni başında taç eder. Nesil nesil devam edip giderim. Ama sen? Kendi mürüvvetini bile göremeden mahvolup ziyan olursun. Uyan da vakit varken toprağına teslim ol…
–Ey çınar! Sen delisin deli. Söylediklerine de pişman olacaksın. Ben teslîmiyeti, ayağımın altına alabildiğim bir varlığa göstermem. Başımı okşayan güneşe, saçlarımı tarayan havaya teslim olurum ben…
–Sen; toprağın tevâzuuna aldanıp da, onu ayağının altına aldığını zannet bakalım. Yarın kim nerede olur, görürsün…
Fidan dudak büktü. Çınar da toprak gibi sükûta büründü. Artık genç fidanın sözlerden alacağı ders ve nasip kalmamıştı. Artık onun dersi, kaderin acı tecellîsine aitti.
Çok geçmedi.
Topraktan gelen su koridorları, musluk kapatınca; fidan, sararıp solmaya başladı. Köklerinin ucu, sonuna kadar ağzını açsa da; toprak ana, fidan istemediği için bir lokma bile vermez oldu. O açlık ve susuzluk üzerine güneşin harareti, en acımasız bir düşman gibi darbe üstüne darbe indirdi. Hava da sanki bu fırsatı bekliyormuş gibi kuvvetli bir fırtına tokadıyla, gafil ve tecrübesiz fidanı olduğu gibi yere yapıştırdı. Bütün kökleri; topraktan kopmuş, tutunacak hiçbir dayanağı kalmamıştı.
Son nefesini verirken, hâline ağlayacak bir damla gözyaşı bile yoktu içinde. Toprak ana, hicran içinde fısıldadı:
–Ey fidan, ne oldu onca lâkırdılar ve hayaller! Niye vaktinde bu hakikate inanmadın? Şimdi de aynı şeyleri söylesene!
Fidan, o son demde bir an gurur yapıp aynı şeyleri söylemeyi düşündü. Ancak yanı başına gelen bir oduncunun vurduğu ilk balta ile sadece;
“–Âh, eyvah!” diyebildi.
Kendini kaybetti. Bir zaman sonra da, amansız bir sobanın kavurucu ateşinde acılar içinde sıçradı, sıçradı, sıçradı. Fakat ne çare! Hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Bir yandan pişmanlığın yalazları, bir yandan da sobanın alevleri olmak üzere; iki ateşin ortasında yana yana kül oldu. Sonra çöplüğe döküldü. Sonra da havanın rüzgârı, onu kül hâlinde bile bir arada tutmadı. Öyle savurdu ki her zerresi bir kuytuda kayboldu gitti.
Yaşlı çınarın gözleri yaşardı:
–Toprak ana! Nankörlerin ne hâle geldiğini bir kere daha gördüm. Ne olur bizi bırakma! Benim teslîmiyetim; ne havaya, ne güneşe. Sadece sana ve Yaratan’a…
O sırada eğitim bülbülü de, ötelerden uçtu geldi, çınarın dalına kondu:
“Ey gören gözler, ey işiten kulaklar!
Teslîmiyet bahsinde her zaman büyük imtihanlar yaşanır.
Şeytâniyet ve nefsâniyet, bu hususta daima bütün maharetini sergiler. Müthiş bir cambazlık ve ustalık gösterir. O kadar ki bazen;
«Teslîmiyet göster!» diyerek bile insana âdeta yalvarır. Türlü diller döker. Telkin üstüne telkinde bulunur.
Niçin?
Sağdan yaklaşmaktan daha beter bir tuzağa düşürmek için.
Çünkü o tuzakta;
Şeytan da, nefis de, sanki tevbe etmiş iki derviş ısrarıyla hareket ederler. Âdeta bu ısrarlı teslîmiyet servisine itiraz etmek, imkânsız hâle gelir.
Bir de idrak;
Teslîmiyet hususunda şeytan ve nefsin yelken indirmelerini, bir zafer kabul eder. Hele onların da şiddetle teslîmiyet taraftarı olmalarını ise; kaçırılmaz bir fırsat olarak görür.
Hâliyle râm olur.
Tam bu noktada, tabiri caizse, dananın kuyruğu kopar.
Çünkü çaresiz bir av gibi tuzağa yakalanmıştır. Şeytan teslîmiyetine aldanmıştır. O mel’unun ters oyunlarına mağlûp düşmüştür.
Teslîmiyet zannettiği şeyin, sinsi bir şeytânî isyandan başka bir şey olmadığını görememiştir. Şeytanın uzattığı teslîmiyet ekmeğinin içindeki isyan zehri, onun kalbini de rûhunu da perişan etmiştir.
Buna rağmen gafil dili; «Bütün bunlar başıma hep teslîmiyet yüzünden geldi!» diye feryat etmektedir.
İşte;
Bu tehlikeli teslîmiyetin anahtarını şeytan ve nefsin kullandığını görmek gerek. Ne kadar derviş kılığı uzatılsa da, netice nefret kapısına çıkmaktadır. Bunun sayısız belirtileri var. Özellikle üzerinde durulması gerekenlerden bazıları şöyle:
«–Benim aklıma yatarsa tamam.» (Teslîmiyeti nefsin tercihine bırakmak)
«–Bu bana gelmez.» (Yine nefsi merkeze alan yaklaşım)
«–Ben böyleyim.» (Yanlışı savunucu bir avukatlık ve teslîmiyetin gerçeğine itiraz)
Bunlara benzer bütün davranışlar ve ifadeler, aynı kategoride yer alır. Hepsinin teslîmiyet hususunda tek parantezleri, nefsin ve şeytanın onayladığı tehlikeli teslîmiyet.
Onayın şeytana ait olduğu her teslîmiyet, ancak isyandır. Gaflet ve cehalettir.
Doğru olan;
Kendi nefsimizin ve şeytanın değil, ancak teslim olunacak merciin onayladığı teslîmiyettir. Çünkü o teslîmiyetin başı ne kadar acı olsa da; sonu baldan tatlı, bağdan huzurlu olur. Önce çile, fakat sonra hayr-ı ebedî.
Yani gerçek merciin istediği teslîmiyet, ağaç köklerinin toprağa gömülmesi hakikatinden ibarettir. Adı teslîmiyettir, ama mahiyeti ise kısa veya uzun vadede her yönüyle bereket, inkişaf, menfaat ve faydadan başka bir şey değildir. Cefâsı da şifâ dolu, ezâsı da safâ doludur. Zahmetinden de sayısız rahmet fışkırır.
Hakikî teslîmiyet budur.
Bu teslîmiyet;
Hakk’adır. Hazret-i Peygamber’edir. Hak dostlarınadır.
Bu teslîmiyet, doğruyadır. Fazîletedir. Kardeşliğedir. Hizmetedir. İlâhî rızâyadır.
Bu teslîmiyet, iki cihanda da huzûrun kapısıdır. Saâdet tâcıdır.
Bu teslîmiyet, insanları, dünyaya kölelikten kurtarır, göklere sultan eder.
Bu teslîmiyet, olgunlaştırır.
Bu teslîmiyet, basîreti artırır. Şeytanı da, nefsi de, şerri de en doğru şekilde tanıtır ve onlara aldanıştan muhafaza eder.
Anlatılır:
İblis, bir gün oldukça yaşlı ve sâdık bir derviş hüviyetine girer ve gencecik bir velî olan Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne gelir. Eşikte boyun büker:
–Efendim, yaşım geçti ama mürîdiniz olup himmetinizle yol almak isterim…
–Bu yol çilelidir.
–Olsun efendim; bilirim ki çile, kalbin gıdasıdır.
–Pişmek gerek. Bu da, insanı çatlatır. Terk etmeye zorlar.
–Olsun efendim; bilirim ki, olgunluğun başka yolu yoktur.
–Bazen tahammül etmek imkânsızlaşır. Kaçar gidersin.
–Olsun efendim, kurban olurum.
–Peki öyleyse… Hizmet senden, himmet bizden…
Hazret’ten bu şekilde izin koparan iblis, dergâha kapak atar. Maksadı bellidir: Ne yapıp edip Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne onun gençliğinden ve gûyâ toyluğundan da istifade ederek iğvâda bulunabilmek. Onu vesvese girdabına çekebilmek.
Otuz yıl uğraşır.
Fakat nafile.
Küçücük bir vesveseye bile bulaştıramaz mübârek velîyi. Sadece her türlü hizmetin ırgatı gibi çalışmaktan başka bir şey yapamamıştır. Öfkeden çatlar. Hasedinden patlar. Nâçar kalmıştır. Son çare, plân değiştirir:
–Madem ey Cüneyd, sana vesvese veremedim. Ben de başkalarının kalbine vesvese sokarak, senin hakkında sû-i zanlar üretir, sana buğzettiririm. Bu da bana yeter.
O akşam işe başlar.
Karanlıkta Cüneyd Hazretleri’ne refâkatçi olur. Onun fenerini tutma hizmetini üstlenmiştir. Ancak Cüneyd Hazretleri dinç bir yaştadır, şeytan ise doksanlık bir ihtiyar vaziyetinde. Evlerin önünden geçerken şeytan düştü düşecek gibi titreye titreye yürümeye başlar. Sanki hastalanmış da, üstadı buna rağmen ona istirahat vermeyip eziyet edercesine hizmet ettiriyormuş intibâını verir. Mahirâne rol kabiliyeti ile onlara uzaktan bakan bir şahsa kendini iyice acındırır. Nihayet adam başlar içten içe verip veriştirmeye:
–Şu Cüneyd Hazretleri’ne de bak! Gûyâ Allah dostu! Yazık, yanındaki zavallı ihtiyara nasıl da zulmediyor. Kendisi sapasağlam keyifle yürüyedursun, bîçâre ihtiyarcık düştü düşecek yahu. Belli ki hasta. Bu nasıl bir velîlik? Doksanına gelmiş yaşlı ve hasta birini perişan edercesine çalıştır, kendin de saltanatlı saltanatlı yürü! Oh be, ne âlâ!
Adamın içi daha kaynayacaktı ki Cüneyd Hazretleri; bir mü’minin kalbi çamurlanmasın, temiz kalsın diye adımlarını ona çevirdi. İyice yaklaşınca sordu:
–Efendi, yanımdakinin bir mel’ûn-i meşhûr ve iblîs-i makhûr olduğunu söylesem, yine aynı şekilde düşünür müsün?
Adam henüz bir şey demeden iblis, elindeki feneri fırlattığı gibi otuz metre geri kaçtı:
–Benim iblis olduğumu ne zaman anladın?
–Mürid olmaya geldiğin an…
İşte; ne güzel bir basîret nümûnesi!
Hakk’a doğru teslîmiyetin bereketi.
Allah katında mahrum ve mahcup etmeyen ne güzel bir ahlâk olgunluğu.
Aynı nasibe erenler, ebediyyen bahtiyar…
Teslîmiyetin tehlikesindeki nasipsizler ise heyhaat…”