NE MUTLU, EY HÂFIZ!

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ) seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Hirâ’ya indiği gün Nur Dağı’nda Kutlu Delîl,
Sarıp Muhammed’i; «İkra’» demişti Cebrâil.
O bülbülün dili; «Bilmem» diyordu: «Ben okumak!»
Melek de üç kere; «İkra’» buyurdu tam sararak;
O an Nebî; «Okumaktan kasıt nedir?» dedi ve,
Nüzûle başladı Kur’ân, açıldı son zirve;
Göründü Ahmed’e gökten gelen yegâne doku,
Ve ilk emir: «Yaratan Rabbinin adıyla oku!»1
Nebî, bu emri, hayâtıyla halka anlattı,
O en büyük, yüce Mushaf’la câna can kattı.
Yeşerdi âyet-i Furkān, O’nunla fâş olarak,
Muhammed’in yüreğinden okundu şâhid-i Hak.

Akarsular gibi, Kur’ân’ı, bir okurdu Nebî,
Ederdi müşriği mü’min, gönül dokurdu Nebî.
Ederdi öyle tilâvet, huşû içinde mübîn,
Melek-felek O’nu dinlerdi, Arş olurdu zemîn.
Duyan gönül, O okurken, Ebûbekir oldu,
İşitti her Ömer, Osmân, Alî; bedir oldu.
O bülbül, âyet okurken taşardı nemli gözü,
Yetim gazel gibi titrerdi, titretirdi özü.
Pınâr-ı nûr ile deryâ ederdi çölleri de,
O’nun, tutuştu sadâsıyla gül denen hande.
O denli tatlı, müessir okurdu Kur’ân’ı,
Gönül gönül kuşatır, ağlatırdı insânı.
O anda kendi de hicrân içinde ağlardı,
Bütün yürekleri hayrân edip de dağlardı…

Kulak verip onu bir lâhza dinleyince Tufeyl,
Gönül verip dedi: «–Ey Mustafâ, gün oldu bu leyl!
Sen’in için bana kavmim neler fısıldarken,
O an şaşıp, Sen’i aslā işitmeyim diye ben;
Pamuk dahî tıkamıştım sağır kulaklarıma,
Hudâ kelâmını Sen’den duyunca şimdi ama,
Yanında ben de işittim ki yer ve gök tekbir;
Şahâdet eyledi kalbim, inandı; «Allah bir!»
Ne muhteşem okudun yâ Nebî bu Kur’ân’ı,
İşitmemiş idim ondan güzel gülistânı.»2

Kitâbı ey okuyan, ders alıp da böyle oku,
Gürül gürül oku hâfız; fakat, edeple oku!

Düşün ki taht-ı huzûrundasın Hudâ’nın, hem,
Önündesin yüce Peygamber’in.. Yakıp bu kerem;
Nasıl okur yüreğin titreyip de Kur’ân’ı,
O veçheden oku hâfız, kımıldat îmânı!

Küçüktü oğlu, mübârek Ebûbekir Verrak,
«Elif» deyip onu gönderdi ders için.. Ancak;
O yavru, benzi sararmış, tirildeyip bir gün,
Gözünde yaş, eve erkence döndü, pek süzgün.
Şaşıp bu hâlete, bin bir merakla sordu baba:
«–Ne oldu yavrucuğum, muzdarip misin acaba?
Ne oldu böyle tükendin, neden tutuk o nabız?»
Yatakta haylice bîtap, konuştu yavrucağız:
«–Bugün, hocam bize müthiş bir âyet öğretti,
Meâli, ey baba, eyvâh-ı kalp için yetti..
Yüzüm sarardı, düşündükçe, soldu vicdânım,
Kanım çekildi damardan, tükendi dermânım!
O Hakk’ın âyeti, keskindi sanki neşterden,
Sonunda yok gibi ayrıldı sanki rûh ile ten.»
Süzüldü can baba: «Yavrum, o hangi âyettir?»
Doluktu yavru: «O âyet, şu kavl-i Hazret’tir:

‘Hayatta siz ki, yürüttüyseniz küfürde dizi,
Nasıl korursunuz artık azapta kendinizi?
O kor azap gününün şiddetinde korku kesîr,
Çocukların saçı hattâ ki bembeyaz kesilir.’»3

Bu endişeyle çocuk, hastalandı, can verdi,
Kan ağlayan babacık, kabre uğrayıp derdi:
«–Çocukta himmeti gör, ey Ebûbekir Verrak,
Nasıl da sâde bir âyetle can verip o şafak,
Kavuştu Rabbine yıldız misâli, sen ise vâh,
Kitâbı kaç kere hatmeyledin fakat yine âh,
Çocuk kadar bile bir korku yok içinde senin,
Ecel de hâlbuki yaklaştı, gel demekte zemin.
Neden, neden sana Kur’ân’dan akmıyor te’sîr?
İnatçı kaskatı kalbin, demek ki taş gibidir…»

Gönül, kımıldasın artık hatırlayıp Ömer’i,
Hışımlı olsa da, Kur’ân’ı duydu, oldu diri.
Huzûr-i Ahmed’e derhal kanat kanat koştu;
Eşikte baş bükerek; «Yâ Nebî!» deyip coştu:
«Bu nâm Ömer, Sen’i öldürmek istiyordu bugün,
İşitti âyet-i Tâhâ’yı, âşık etti özün!
En özge sevgili oldun cihân içinde bana,
Şahâdet eyliyorum ben fedâ olup da Sana!..»

O bahtiyar kişiler, başkadır tilâvette,
Kitapta çünkü niyet, aşkadır tilâvette..

Coşup sahâbe Üseyd’in de çağlayan cânı,
Gürül gürül okumaktaydı şanlı Kur’ân’ı.
Onun yanık sesi, gittikçe öyle canlandı,
Yanında at bile «Allah!» deyip de şahlandı!
Çekindi, sustu Üseyd; aynı anda sustu atı,
Tutuştu, başladı tekrâr o bülbülün sanatı.
Güzel sadâsı Üseyd’in çıkınca dergâha,
O içli at yine deprendi kalkarak şâha!
Çekindi, sustu Üseyd; aynı anda sustu atı,
Kavurdu kalbini tekrar tilâvetin sanatı.
O ses, kırâat-i Kur’ân’a başlayınca yine,
Bu kez coşan atı şahlandı sanki Arş iline!
Çekindi, sustu Üseyd, aynı anda sustu atı,
Parıldıyordu semânın o anda saltanatı.
Bulut misâli beyaz gölgeler ve kandiller,
İçinde bir sürü yıldız, parıl parıl, ne hüner!
Nebî buyurdu ki: «Olmuştu gök, melekle dolu,
Tilâvet et, oku Kur’ân’ı, ey Hudayr oğlu!
O gördüğün nice yıldız değil, meleklerdi,
Sabâha dek okusan, hepsi, öyle dinlerdi.»4

Ne tatlı söz, ne güzel öz, ne muhteşem bu kitap,
Ne ince dil, yüce kandil, ne muhterem bu kitap!
Yegânedir; eşi yoktur, misâli yok özünün,
Şerîki, benzeri yok, dengi yok bu Hak sözünün.
O tek sadâ, bu nidâ; misli yok, muazzam edâ,
Yolunda harfine kurban, beden de ruh da fedâ!
Evet, yegâne kelâm; Rabbimin kelâmı, sözü,
Çekince besmele, bir noktasıyla dağlar özü.
Hudâ buyurdu: «Kitâbım, ne şüphe, emsâlsiz,
Ki indiren de bu Kur’ân’ı hıfzeden de Biz’iz!”5

Ne mutlu, hâfız olanlar, o mûcizin hüneri,
Ne mutlu, onlaradır göklerin özel değeri.
Ne mutlu, hâfız olanlar, Nebî’ye vâristir,
«Vahiy melekleridir tıpkı..» der, hadîs-i münîr.6
Ne mutlu, Hazret-i Kur’ân’ı hıfz eden gönle,
Ne mutlu, bahçe-i Kur’ân’da taç giyince, güle!
Ne mutlu, ömrünü Kur’ân eden hatırlı kula,
Ne mutlu, hâfıza hizmet eden hayırlı kula!

Ne mutlu ey yüreğim, Hak kelâmı dinlersen,
Okur kitâbı Muhammed, ne mutludur işiten!
Şu an O Server’i duymuş da dinliyorsa yürek,
Yarın da cennet-i Rahman’da Rabbi dinleyecek!
Ne mutlu, Rabbi de Kur’ân okur iken duyana,
Ne mutlu şimdi a Seyrî, duyup da tam uyana!..
_________________________
1 el-Alak, 1.
2 İbn-i Hişâm, I, 407-408; İbn-i Sa‘d, IV, 237-238.
3 el-Müzzemmil, 17.
4 Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc: 11/283.
5 el-Hicr, 9.
6 Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc: 11/248.
Vezni: mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün
(fa’lün)

26 Mayıs 2012; 11:50
GAZİANTEP