«MIH»I MİHVER EDEN ALLAH, TABUTA MIH DÖVDÜREN ALLAH

Elif MENCET

Yıllar önce bugün bile hatırlayamadığım kendimce fazla büyüttüğüm bir sıkıntım olmuştu.

Rahmetli Karamanlı Sıdıka Teyze’yle telefonla görüşürken;

“–Bana duâ eder misin biraz moralim bozuk.” deyince bana hiç unutamayacağım şu sözleri söyledi:

“–Evlâdım burası cennet mi? Biz buraya yiyip, içip, eğlenmeye; gezip, tozmaya mı geldik? Elbette sıkıntılar, imtihanlar olacak sabredeceksin, bu biterse her şey düzelecek mi sanıyorsun? Kim bilir kaç tane sıkıntı seni bekliyordur. Bunu unutursun, belki de daha zoru gelecek.”

O kadar etkilendim ki üzerinde durmadım unuttum gitti. Demek ki üzülmeye değmezmiş. Eskiden ya evlerimizde ya da yakınlarımızda büyüklerimiz olurdu, en küçük bir problemle karşılaşsak onlar hemen nasihat eder, örnek gösterir kendi hayat tecrübelerini anlatırlardı. Sabır tavsiye eder; «beterin beteri var ileri gitme», «öfkeyle kalkan zararla oturur», «ellerde daha neler var» gibi sözlerle teselli eder, insanı ferahlandırırlardı. Psikologların adı bile yoktu. Bugün bile;

“–Bir psikologa git!” denilince;

“–Ben deli miyim?” diyorlar çünkü o zamanlar artık tamamen muhakeme melekesini kaybetmiş kişiler giderdi. Şimdi çocukların bile psikologu var. Bugünün insanı, hep kendisiyle baş başa çözülebilir en basit bir şeyi bile kendine dert edinip, rûhunda travmalar yaşıyor. Psikolojik danışmanlık, tıbbın en fazla meşgul edilen dalı hâline geldi.

Hâlbuki, eskiden aile büyüklerine danışılırdı. Güngörmüş, tecrübeli, hikmetli büyüklere…

Büyüklerimizin sözleri hep kulaklarımıza küpe olurdu. Ne zaman bir olayla karşılaşsak bize hemen bir hikâye anlatırlardı. Ne zaman bir sıkıntımız olsa rahmetli ninem;

“–Üzülmeyin gün doğmadan neler doğar, sabahın sahibi var.” derdi.

“–Aman nine, sabahın sahibi var da akşamın sahibi yok mu?” derdik o anki öfkeyle.

“–Öyle demeyin.” der başlardı konuyla ilgili bir hikâyeye.

Zorba bir hükümdar, nerede güzel bir kadın görse, duysa onu haremine alırmış. Eğer evliyse, kocasını bir bahaneyle ortadan kaldırırmış.

Memleketin bir köşesinde güzel ve akıllı bir hanım; eşiyle gayet mutlu yaşıyormuş, onun güzelliği de bu hükümdarın kulağına gitmiş;

“–Hemen alıp saraya getirin.” demiş.

“–Ama efendim o evli, mutlu bir yuvası var. Kocası ne olacak?”

“–Her şeyin bir bahanesi olur.” demiş. Adamcağıza mesleğini sormuşlar, o da;

“–Demirciyim, ekserî hayvanların nalına mıh (çivi) yaparım.” demiş. O zaman;

“–Hükümdarın emri var 80 ser at, 90 doru at, 100 bin kır at nalıyla, mıhıyla ne ederse onu 40 gün içinde yapacaksın!” demişler.

Eyvah ki ne eyvah, bugünkü gibi makineler yok ki yapsın. 40 günde değil 40 ayda bile yapamaz. Günde üç-beş taneyle bir orduya yetecek kadar çiviyi nasıl yapsın? Bunun bir bahane olduğunu anlamış. Bitkin, çaresiz bir hâlde evine gelmiş. Hanımı her zamanki gibi onu güler yüzle karşılamış;

“–Nedir bu hâlin, üzülme. Her şeye bir çare bulunur.” demiş.

“–Aman hanım, sen ne diyorsun? Bugün başıma gelenleri bir bilsen…” diyerek anlatmış.

Hanımı;

“–Sen üzülme, Allah kerimdir. Hele 40 gün olsun bakalım.” demiş. Artık adam işe gitmez olmuş.

“–Hiç olmazsa bu son günlerimi senin yanında geçireyim, birbirimize doyamadık.” diye günlerini saymaya başlamışlar. Eh sayılı, kaygılı gün çabuk geçer. «Şu kadar gün kaldı.» diye her gün sayıyorlarmış. Nihayet 39. gece uyumamışlar;

“–Eh hanımcığım, bugün son günümüz. Gün ağarınca askerler gelir, beni alır, götürürler. Hakkını helâl et, sen iyi bir eştin. Kader buraya kadarmış.” diye içini çekerek konuşuyormuş. Eşi de ona;

“–Bey, ümidini yitirme. Sabah ola hayrola…” derken daha gün ışımadan dışarıdan gürültüler gelmiş. Kapıyı tak tak diye hızlı bir şekilde çalmışlar. Bir sürü atlı askerler kapıda, eyvah direnmenin faydası yok. Kapıyı açarlar, adam;

“–Ben hazırım, bir tane bile mıh yapmadım.” deyince;

“–Ne diyorsun be adam! Hükümdarımız öldü, onun tabutuna mıh lâzım. Kaç tane hazırlayabilirsen hazırla da gelip alalım.” deyip uzaklaşmışlar.

Ninem;

“«Mıh»ı mihver eden Allah, tabuta mıh dövdüren Allah! Hemen ümidinizi kesmeyin.” derdi. Rabbim kimseyi ümitsiz bırakmasın.