KOVASINI MELEKLER TAŞIYORDU

Mürsel ŞANLI

 

1778 senesinde Bağdat’ın kuzeyinde Zur şehrinde doğan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin nesebi, baba tarafından Hazret-i Osman bin Affan -radıyallâhu anh-’a, anne tarafından da Hazreti Ali -kerramallâhu vechehû-’ya ulaşır.

Ziyâüddin lâkabıyla da anılan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri; daha küçük yaşlarda iken keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam iradesi ve çalışkanlığı sebebiyle zamanının aklî ve naklî ilimlerinde gayet yüksek bir seviyeyi hâiz oldu. Hacda yaşadığı sırlı bir hâdisenin ardından gittiği Hindistan’da, mânevî eğitimini âlim ve mutasavvıf Abdullâh-ı Dehlevî’nin yanında aldı. Döndükten sonra Süleymaniye, Bağdat ve Şam’da irşad ile meşgul oldu. Çok sayıda halîfe bırakan ve asrının müceddidi kabul edilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Nakşibendiyye tarîkatının geniş bir coğrafyaya yayılmasında etkili oldu.

10 Haziran 1826 tarihinde Şam’da vefat eden Hâlid-i Bağdâdî’nin kabri, Şam’ın kuzeyinde Kasiyun Dağı eteğindeki türbesindedir.

***

Hac farîzası esnasında aldıkları mânevî işaretle Hindistan tarafında Delh’e hicret etti. Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin;

“Hâlid kalsın!” buyruğu ile seyr-i sülûku başlamış oldu. Hâlid-i Bağdâdî’ye dergâhın abdesthanelerinin temizliği vazifesi verildi. Bu şekilde aylar geçti. Bir gün helâ taşlarını temizleme işinde bir hayli yorulmuştu. Nefsi, o an Mevlânâ Hâlid’i zayıf bulup gönlüne birtakım iğvâlar vermeye başladı:

“–Ey Bağdat ve Şam’ın ilmini tahsil eden Hâlid! Kim olduğu belirsiz bir kişinin sözüyle kalktın buralara geldin. Hani aradığın bu mu? Ortada ne şeyh var, ne seyr u sülûk! Gece-gündüz helâ temizletmekten başka sana ne öğrettiler? Senin aradığın ledünnî ilim bu muydu?..”

Bu tehlikeli vesvese karşısında hemen gönlünü toparlayan Hâlid-i Bağdâdî, nefsini tekrar ayakları altına alıp haykırdı:

“–Ey nefsim! Eğer mürşidimin verdiği şu şerefli vazifeyi minnet bilmeyip bir an geri edecek olursan, sana yerleri süpürgeyle değil, sakalımla süpürtürüm!..” dedi. Nefsinin son çırpınışlarına da karşı koyup, onu mağlûp eden Mevlânâ Hâlid’i, o esnada Abdullah Dehlevî Hazretleri tebessümle temâşâ ediyordu. O anda gördü ki, Hâlid’in kovasını ve süpürgesini melekler taşıyordu.

ORDUMDA TEK ASKER KALANA KADAR

Sultan Abdülaziz, 1830 yılında Eyüp Sarayı’nda dünyaya geldi. Babası II. Mahmud, annesi Pertevniyal Vâlide Sultan’dır. Haziran 1861’de ağabeyi I. Abdülmecid’in vefatı üzerine Osmanlı tahtına çıkmıştır. Sultan Aziz; yaşadığı müstakim hayatı sebebiyle, halk tarafından velî olduğuna inanılan bir padişahtı.

Abdülaziz’in devlette ve orduda gerçekleştirdiği ıslahat, batı dünyasını endişeye sevk etti. Sonunda birbirini izleyen ihânetler neticesinde, 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildi. Sultan Aziz, 4 Haziran 1876 tarihinde yani hal’inden 5 gün sonra, Hüseyin Avni Paşa’nın kiralık katilleri eliyle, kol damarları intihara benzeyecek şekilde kesilerek şehid edildi ve resmiyette intiharmış gibi gösterildi.

***

Sultan Abdülazîz, dünyanın alâkasını çekmişti. Fransa ve İngiltere’ye davet edildi. 1867’de Dolmabahçe önünden Sultâniye yatına binerek yola çıkan Abdülaziz Han, Osmanlı tarihinde yabancı ülkelere seyahat gerçekleştiren ilk padişah oldu.

Paris’te III. Napolyon tarafından büyük bir törenle karşılandı. Şerefine verilen yemekte, III. Napolyon şu münasebetsiz teklifte bulundu:

“–Ekselans Hazretleri! Girit için en güzel çözüm yolu olarak, adanın Yunanistan’a terkini düşünseniz!..”

Abdülaziz Han celâllendi ve şu cevabı verdi:

“–Ekselans! Osmanlı Devleti, yirmi yedi yıl Girit için kan döktü. Her karış toprağını şehid kanları ile suladı. Ordumda tek bir asker, donanmamda tek bir sandal kalana kadar bu ecdat mîrasını muhafaza etmek mecburiyetindeyim…”

III. Napolyon, beklemediği bu sert ve vakûr cevap karşısında özür dilemek zorunda kaldı.

TÜRKİYAT BENDEN MEZUN!

Ord. Prof. Dr. Fuad KÖPRÜLÜ, 4 Aralık 1890’da İstanbul’da, Sultan Mahmud Türbesi’nin karşısındaki konakta doğdu. Köprülü Mehmed Paşa ailesindendir. Ayasofya Rüştiyesi ve Mercan İdâdîsinde okudu. Bir müddet Mekteb-i Hukûk’a devam etti, 1909’da bu fakülteyi bırakarak edebiyat, felsefe ve tarih alanlarında özel olarak çalışmaya başladı. Kendi gayretleriyle Fransızca öğrendi. Dünyaca takdir edilen, 1500’ün üzerinde ilmî eser telif eden bir ilim adamı oldu.

İstanbul Darülfünûnunda görev yaptığı sırada Türkiyat Enstitüsünü kurdu. 1929’da Ord. Prof. oldu. Çok partili döneme geçiş sırasında Demokrat Partinin kurucuları arasında yer aldı. Dışişleri Bakanlığı yaptı. 28 Haziran 1966 tarihinde gözlerini dünyaya yumdu.

Başladığı hukuk tahsilini neden ikmal edemediğini Fuat KÖPRÜLÜ şöyle anlatıyor:

“…İlme olan aşkımdan, yüksek bir mektep bitiremedim. Anlatayım: İdâdîden sonra hukukta üç sene okudum. İmtihanlarımda gayet muvaffak oldum lâkin büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaştım. Tedrisat, son derecede fena idi. İslâm hukukunu okutan hocalardan istifade etmediğimi söyleyemem ancak, yeni Avrupa ilimlerini okutanlar lisan bilmezlerdi. Ellerine geçmiş yalan yanlış tercümelerden, eminim kendileri de bir şey anlamayarak, ders verirlerdi ki ben bu eserleri, elimde bulunan asıllarından okumayı tercih ederdim. Hattâ bazı dersleri, bazı bahisleri, onlardan daha önce ve daha iyi öğrenmiştim. Hukukta fazla kalmak, zaman kaybetmekten başka bir şey değildi.’’

Dünyaca ünlü bir ilim adamı olmasına rağmen, katılmış olduğu bir toplantıda densizin biri kendisini utandıracağını sanarak şu soruyu sordu:

“–Acaba siz hangi üniversiteden mezunsunuz”

Fuat KÖPRÜLÜ, gayet rahat şu cevabı verdi:

“–Vallâhi ben herhangi bir üniversiteden mezun değilim ancak İstanbul Türkiyat Enstitüsü benden mezundur…”

NA‘T BEREKETİYLE…

Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU, 1902 yılında Urfa’da doğdu. Osmanlı Meclisi Urfa mebuslarından Ömer Edip Bey’in oğludur. İlk tahsilini Urfa’da İrfâniye, İstanbul’da Menbau’l-irfan mekteplerinde; orta tahsilini Urfa Rüşdiyesinde, İstanbul Muallim Nâci Mektebinde tamamlayan Kürkçüoğlu; 1941 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klâsik Şark Dilleri Bölümünden mezun oldu. Arapça ile Farsçaya ve bu iki dilin edebiyatlarına hâkim idi. Batı dillerinden Fransızca ve pek az İngilizce bilirdi. Kürkçüoğlu 15 Nisan 1977’de İstanbul’da vefat etti.

***

Kemal Edip Bey;

Ebediyyen sevecek cân O’nu cânân olarak,
Şart-ı peymân olarak, gâye-i îmân olarak.

matlaı ile başlayan na‘tini yazmaya başladığı sıralarda hastalığa yakalanır. Hem de zamanımızın çaresiz dertlerinden biri olan kanser hastalığına. Tedaviler, ilâçlar, derken şifâ ümidi iyice azalır. Nihayet doktorlar, yakınlarına vaziyeti açıklayarak şöyle derler:

“–Artık hastayı evine götürün! Tıbbın yapabileceği bir şey yok. Kanser bütün vücudu perişan etmiş. Bari son günlerini evinde geçirsin.”

Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU da durumu hissetmiş ve anlamıştır. O anda içindeki Aşk-ı Peygamberî çırpınmaya başlar, çünkü na‘tini henüz bitirememiştir. Mahzun ve çaresiz bir şekilde ellerini açarak yaşlı gözlerle Allâh’a ilticâ eder:

“–İlâhî! Habîbin Muhammed Mustafâ’nın şefaat ve iltifatına nâil olmak kastıyla kaleme almaya gayret ettiğim şu na‘t-i şerîfi tamamlamayı ihsan eyle! Onu bitirebilmek için bana afiyet ve fırsat ver Allâh’ım!..”

Gönlü o an nasıl bir aşk ve samimiyet içerisindedir ki, doktorların da hayret bakışları arasında çok geçmeden Kemal Edip Bey, tamamen iyileşir, sıhhat bulur. Yazdığı na‘ti yedi senede tamamlar. Sonra mübârek topraklara giden çok sevdiği bir dostuna verir ve ısrarla bu na‘ti huzûr-i Peygamberî’de okumasını istirham eder. O şahıs, o hengâmda bunun biraz zor olacağını söylese de Kemal Edip Bey, âdeta yalvarırcasına talebini tazeler. Nihayet ahbabı, kendisini kıramayıp na‘tini alır. Hikmet-i ilâhî bir fırsatını bulur ve o içli na‘ti huzûr-i Peygamberî’de okur.

Hem de tarif edemeyeceği bambaşka bir huzurla. Çünkü o an öyle hikmetli bir andır ki, Kemal Edip Bey de o demde vuslat diyarına kanat açmıştır.*
__________________

(M. Ali EŞMELİ, En Mükemmel; En Güzel, s. 209-211)