Osmanlı’nın En Güçlü Yılları KANUNÎ DEVRİ -7- (1520-1566)

Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

KANUNÎ’NİN SON SEFERİ VE VEFATI ZİGETVAR SEFERİ (1566)

1562’de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında yeni bir antlaşma yapılmıştı. Sekiz yıl süreli olan bu antlaşmaya göre; İmparator Ferdinand, Erdel’i Osmanlılara bırakacak ve elindeki Macaristan toprakları için, yıllık 30 bin duka altını vergi ödemeyi kabul edecekti. Bir süre sonra sınırlarda her zamanki gibi problemler ve Macaristan’da bazı anlaşmazlıklar çıktı. Avusturya; bu anlaşmazlıkları bahane ederek, gerekli vergiyi iki yıl üst üste göndermedi. Bu arada Avusturya Kralı Ferdinand öldü. (1564)

Sadrazam Semiz Ali Paşa, Avusturya elçisinden birikmiş vergiyi ve geriye kalan altı yıllık antlaşma süresinin yenilenmesini istedi. Yeni imparator II. Maximilian ise; paranın ödenmesini, anlaşmazlıkların çözülmesine bırakmayı uygun gördü.

Bu arada, Osmanlı himayesinde bulunan Erdel Beyi John Sigismund; İmparator’la aralarında anlaşmazlık konusu olan Çatmar veya Zatmar şehrini zapt etti. İmparator da Erdel’e saldırarak, Tokaj ve Serenç (Szerencs) taraflarını aldı. Duruma müdahale eden Budin Beylerbeyi, Erdel Beyi’ne yardım etti. Sadrazam, bu meseleleri görüşmek için gelen Avusturya elçisine; barışın sekiz yıl uzatılabileceğini, ancak Osmanlı Devleti’nin Tisa Nehri ötesindeki bütün topraklarını korumak arzusunda olduğunu bildirdi. Elçinin yeni talimat almak üzere Viyana’ya döndüğü sırada, yeni bir savaşa taraftar olmayan Sadrazam Semiz Ali Paşa öldü ve 1565 yılında yerine bu göreve Sokullu Mehmed Paşa getirildi.

Yeni Sadrazam, Avusturya elçisinden Tokaj ve Serenç’in geri verilmesini talep etti. 1566 başlarında yeni İmparator, Hosszuthoty’yi elçi olarak İstanbul’a gönderdi. Elçi, birikmiş olan vergileri getirmediği gibi, Kruppa Kalesi’nin Avusturya’ya geri verilmesini istedi. Avusturya’nın bu tutumu Osmanlı Devleti’nin harp kararı almasına yol açtı. Sokullu’nun da teşvikiyle Avusturya’ya karşı savaş açıldı.1

Seferden iki ay önce; Vezir Pertev Paşa, serdarlıkla görevlendirildi ve emrindeki kuvvetler, Vidin ve Semendire sipahileri, Eflâk, Kırım ve Boğdan kuvvetleriyle birleşerek, sınıra yakın Göle, Zatmar ve Tokaj kalelerini almak için önden gönderildi.

Padişah ve Osmanlı ordusu, 1 Mayıs 1566’da İstanbul’dan hareket etti. Bu Kanunî’nin katıldığı son seferdi. Yaşlı ve bitkin Padişah, yol boyunca sal üzerinde taşınmış ve yol güzergâhındaki yerleşim alanlarına girildiğinde ise at üzerine oturtularak ordunun ve halkın morali yüksek tutulmaya çalışılmıştır. Padişahın ordusu, meşakkatli bir yolculuğun ardından Belgrat yoluyla Macaristan’a geldi. Burada Erdel Kralı, Zemlin de orduya katıldı. Nihayet Ağustos başlarında, Zigetvar kuşatması başladı. Kale kumandanı, Miklos Zrinyi idi. Önce eski şehir topla dövüldü. Zrinyi, yeni şehri koruyamayacağını anlayınca yıktırdı. Türkler; hendekleri toprakla doldurup, yeni şehir enkazı üzerinden eski şehri aldılar. Kont Zrinyi, kaleye çekildi. Düşman, beklenenin üzerinde bir direniş göstermekteydi ve zafer bir türlü gerçekleşmiyordu. Kuşatmanın on beşinci günü, Sadrazam’ın yönettiği hücum, büyük kayıplara yol açmıştı. Kanunî; gönderdiği hatt-ı hümâyunda, kuşatmanın uzaması ve kayıpların fazlalığından duyduğu üzüntüyü belirtti. Zrinyi, kendisine yapılan teslim teklifini kabul etmedi.

Hücumlar artırıldı. Kont Zrinyi, kaleden çıkış hareketinde bulundu ve vuruldu. Nihayet 34 günlük kuşatmadan sonra 7 Eylül 1566 tarihinde kale ele geçirildi. Kuşatmanın son gününde Kanunî Sultan Süleyman Han, kalenin alınışını öğrenemeden vefat etti. Sokullu, Padişah’ın ölümünü ordudan gizledi. Kütahya valisi Şehzade Selim’e haber gönderip durumu bildirdi. Vezir Pertev Paşa kumandasında gönderilen kuvvetler de Gyula (Göle) Kalesi’ni ele geçirdiler. Padişah’ın iştirak ettiği bu on üçüncü ve son sefer de zaferle noktalanmıştı. Ancak Padişah’ın vefatı yüzünden ordu, İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı. Süreci çok iyi yöneten Sokullu Mehmed Paşa, Padişah’ın ölümü sırasında oluşabilecek boşluğu, aldığı tedbirlerle önlediği gibi bu vefatı saklayarak muhtemel karmaşanın da önüne geçmişti.

KANUNÎ’NİN ŞAHSİYETİ

Sultan Süleyman; yarım asra yaklaşan saltanatı müddetince, doğuya ve batıya birçok seferler düzenlemişti. Vefatı da muharip bir hükümdara yakışacak şekilde oldu. Hasta olarak katıldığı Zigetvar Seferi’nde savaş meydanında vefat etti. Muhteşem hükümdar; babasından 6.557.000 kilometrekare olarak teslim aldığı Osmanlı topraklarını 14.893.000 kilometrekareye çıkarmayı başardığı gibi, denizlerde de batı dünyasının uykularını kaçıran hamleleriyle Osmanlı Devleti’ni Akdeniz’in hâkim gücü hâline getirdi.

Bütün hıristiyan âlemi kaygılıydı. Nitekim Kanunî döneminde Avusturya adına İstanbul’da elçilik görevini üstlenen Busbecq mektuplarında endişelerini kendi tabirleriyle şöyle ifade etmekteydi:

“Osmanlı’nın girişimleri; Kral Louis’in ölümüne, Budapeşte’nin zaptına, Transilvanya’nın köleleştirilmesine yol açtı. Aynı âkıbetin kendi başlarına da gelmesinden korkan komşu ülkeler arasında paniğin oluşmasına sebep oldu. Bu olaylar, hıristiyan yöneticilere bir ders olmalıdır. Emniyet içerisinde yaşamak istiyorlarsa, düşmana karşı istihkâmlarını sağlamlaştırma konusunda daha özenli olmaları gerektiğini kavramalıdırlar. Türk orduları, belli bir yatağın yolunu izleyen ve sınırsız yıkıma yol açan yağmurla kabarmış muazzam nehirler gibidirler. Son derece korkunç etkileriyle Türkler, kendilerine engel olan duvarları bir kez yıktıklarında her yere yayılır ve tahminleri aşan boyutlarda tahribata yol açarlar.’’2

Kanunî kabına sığmayan muharip kişiliği yanında, gerektiğinde uzlaşmayı da bilen bir liderdi. Nitekim Rodos Şövalyeleri’nin uzun kuşatmaya rağmen teslim olmamaları üzerine onlarla anlaşmış, adayı terk etmelerine izin vermişti. Öte yandan doğudaki büyük rakip Safevîler üzerine üç sefer düzenlemiş, ancak 1555 yılında Amasya Anlaşması’nı imzalayarak nihâî hedefinin barış olduğunu ortaya koymuştu.

Şüphesiz her hükümdar için, hattâ her fânî için yapılabilecek eleştiriler bu büyük hükümdar için de yapılmış; ancak hemen hemen bütün araştırmacılar onu dünyaya yön veren az sayıdaki büyük liderler arasında saymıştır.

Dönemi, her bakımdan Osmanlı’nın zirve yılları olarak kabul edilmektedir. Üst üste elde edilen askerî zaferler, donanmanın şaha kalkışı ve Akdeniz’in bir Osmanlı gölüne dönüşmesi, Balkanlar’da otoritenin kesin olarak temini, Yemen’e kadar istikrarlı bir idarî yapının tesis edilmesi, klâsik Osmanlı asrının gerçekleştiği yıllar olarak kabul edildi. Sinan’la mimarîde şâhikalara ulaşılması, şiirde Bâkî’nin ve Fuzûlî’nin edebî zevklerin çıtasını yükseltmesi, dönem şair ve yazarlarının şiirlerinde ve dili kullanmadaki gösterdiği titizlik ve ses bütünlüğü, dönemin zevk-i selîmini ortaya koymaktaydı. Bizzat Kanunî bile;

“Devrimde, Bâkî gibi bir şair yetişmiş olmasından dolayı iftihar ediyorum.” demekten kendini alamamıştır.

Kanunî; vakûr, azim ve irade sahibi, yaratılış itibarıyla sakin bir kişiliğe sahipti. Vereceği kararlarda acele etmez ancak verdiği karardan da dönmezdi. Her şeye rağmen bazı tayinler yüzünden de eleştirilmiştir. Pargalı Damat İbrahim Paşa’nın3 silsile takip edilmeden sadrazam tayin edilişi, bazı devlet erkânının şöhret ve debdebe içerisinde yaşamaları; maliye açısından olumsuzlukların ortaya çıkmasına yol açmış bu durumu bozulmaların ilk işaretleri olarak ele alanlar olmuştur.4

Kanunî dönemi, dünyanın en büyük değişimlerinin yaşandığı bir dönemdi. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile gerçekten etkili bir rekabet içerisine girilmiş, Osmanlı Devleti’nin kararlılığı bu zirve hükümdarın ömrünün son gününe kadar açıkça ortaya konmuştur. Ancak bu amaçla gerçekleştirilen seferler, devlet ricâlini ve orduyu yormuş; mâlî açıdan daha sonra açıkça hissedilen sıkıntılara yol açmıştı.

Öte yandan yerinde bir müdahale ile Katoliklere karşı Protestan başkaldırı hareketleri etkili bir şekilde desteklenmiş; ancak coğrafî keşiflerin batıya sağladığı yararlar ve geliştirdikleri sömürgeci açılımlara karşı, en azından İslâm coğrafyasında yeterli önlem alınamamıştı.

Bu zirve yıllarında sanatçılar, gerçekten teşvik edilmiş; ancak Avrupa Rönesans hareketlerinde olduğu gibi İslâm dünyasında da benzer kültür sıçraması gerçekleştirilememiştir.

Kanunî Sultan Süleyman, hayatının son yıllarında kendini dîne vermişti. Kanunî bu dönemde dînî vecîbelerini daha hassas bir şekilde yerine getirmeye özen gösteriyordu. Tıpkı batıdaki en büyük rakibi ve akranı Kutsal Roma Germen imparatoru Şarlken gibi. Avrupa’nın en büyük İmparatoru; 1557 yılında İspanya’dan Macaristan’a kadar uzanan ülke topraklarını evlâtları arasında paylaştırarak, İspanya’da Yuste manastırında inzivaya çekilmişti.

Kanunî, yakalandığı gut hastalığı, çok sevdiği avlanmasına mânî olduğundan, sıkıntı içindeki rûhunu; alçakgönüllülükle Allâh’ı överek, Allâh’ın mutlak gücü karşısında kendi hiçliğini anlatan şiirler yazarak rahatlatıyordu.5

Kendisine «Kanunî» denmesi, yeni kanunlar icat etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanunî Sultan Süleyman, adaleti seven bir padişahtı. Bu sebeple devletin bütün topraklarında istikrar sağlanarak barış ve huzur ortamı gerçekleştirilmiştir. Mısır’dan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır valisini değiştirmesi bunun açık delilidir.

Muhteşem Süleyman, büyük dedesi Fatih’in, Sahn-ı Semân isimli hukuk ve ilâhiyat ağırlıklı medreseleri yanında; kendi adını taşıyan Süleymaniye medreselerini oluşturdu. Sahn-ı Süleymâniye diye meşhur olan bu medreselerde tıp ve riyâziye ağırlıklı eğitim verilmekteydi.

Günümüzde İstanbul ve Anadolu’da birçok şehir ve kasabada mevcut selâtin camileri; Süleymaniye, Şehzadebaşı, Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa, Sultan Murad Camileri gibi çok sayıda camii, Kanunî döneminin ihtişamının şehirlere yansıyan kalıcı gölgeleriydi. Yine bu dönemde çok sayıda saray, mescid, medrese, kervansaray, köprü, hastahâne, hamam ve yol yapılmıştır. Hiç şüphesiz günümüze kadar ulaşan ölümsüz eserleriyle Mimar Sinan, Kanunî dönemi ihtişamının ayrılmaz bir parçası olmuştur.

_______________________

1 Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. 2, s. 409.
2 The Turkish Letters of Ogier Ghiselin de Busbecq, s. 14-15.
3 Makbul İbrahim Paşa ölümünden sonra Maktul İbrahim Paşa olarak anıldı.
4 Koçi Bey Risâleleri, s. 81, Kabalcı Yayınevi.
5 Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı Tarihi, c. 2, s. 651, Yeditepe Yayınları.