ECEL HASTALIĞI ve EBEDÎ ŞİFÂ…
SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ) seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
(Onk. Dr. Halûk NURBÂKÎ’nin anlattığı ibretli bir hâtırayı şiir diliyle söyleyiş)
ECEL HASTALIĞI ve EBEDÎ ŞİFÂ…
Ok atıp bağrına, vurmuştu ecel hastalığı,
Buna tıbbın yine âcizdi bütün ustalığı.
Kızcağız, tüplü cihazdan çekerek zorla nefes,
«–Dargınım ben size doktor!» dedi cânındaki ses.
Sordu doktor: «–Bu derin, içli şikâyet, ne diye?»
Hasta kız inledi: «–Dindarsınız öyleyse niye;
Bana Allâh’ı, öbür âlemi, mutlak ölümü,
Niye doktor, niye anlatmadınız son düğümü?»
Şaştı, duymuştu ki doktor, kızın îmânı zayıf,
İnce tenkit, ya da târiz sanaraktan bu hayıf,
Dedi: «–Ten sıhhati hakkında tedâvî yolu çok,
Para bas, istediğin doktora git, engel yok!
Ama îmânı tedâvîde gönül şevki gerek!»
Sustu kız, on kere haykırmak için var diyerek!
Dilde güç yetmedi, dil yaptı akan gözyaşını,
Zorla titretti; «evet» der gibi nâçar başını…
O zaman anladı doktor, o hidâyet nûru,
Sararak hasta kızın kalbini, etmişti duru.
Ten tedâvîsi ümitsiz ve bitik hâlde iken,
Can tedâvîsi ümîd oldu sekiz cennetten.
Her cihet, başladı hastânede son ders-i ebed.
Sordu kız: «–Tam ne demem lâzım ölürken bu cesed?»
Düşünüp söyledi doktor: «–Pek özeldir durumun,
Tâkatin yok, sana elfâz-ı şahâdet çok uzun.
Sen ecel geldiği an, sâde ‘Muhammed’ de, yeter,
Seni gökten yüce dergâha yüceltir bu hüner…»
Hasta kız, etti tebessüm, bu cevaptan sevinip,
O Habîbin adı, olmuş idi en zirve tabip.
Dayanılmaz o kadar sancıya rağmen, artık
Rûhu mes’uddu, gönül dersini etmişti katık.
Kalbi her sohbet-i îmanla bulurken kuvve,
Tıpta dermân-ı beden kalmadı hiç, çıktı eve.
Âkıbet, evde ecel vaktine âmâde idi,
Ama gittikçe vücûden, acı son radde idi.
Dedi doktor: «–Seni morfinle uyutmak da gerek!»
Bir vakit geçti bu hâl üzre, fakat kızda yürek,
Bırakıp morfini, her ağrıya gösterdi rıza.
Koştu doktor, bunu öğrendiği an, sordu kıza:
«–Istırâbın o kadar fazla, bu tercih ne diye?
Terk edip iğneyi, çekmek bu kadar sancı, niye?»
Baktı kız, doktora, endîşeli bir hicranla,
Dedi: «–Son demde visâl istiyorum, îmanla;
Ben o morfinle uyurken, bana meçhul kaderim;
Ya ecel vakti Muhammed diyemezsem, n’iderim?
Ben, Muhammed diyemezsem, biten ömrüm yıkılır,
Ben, Muhammed diyemezsem, bu yeter kalbe kahır!
Ben, Muhammed diyemezsem, iki dünyam da harap,
Ben, Muhammed diyemezsem, kavurur türlü azap!
Ben, Muhammed diyemezsem, şu cehennem bana ok,
Ben, Muhammed diyemezsem, ebedî cennet yok!
Bu sebepten, ne kadar olsa da sancım, çengel,
Râzıyım, keşke Muhammed diyeyim vakt-i ecel.”
İstihâreyle sezip son günü kalben doktor,
Dedi: «–Sen iğneyi vurdur, sızılar katlanıyor.
Hiç merâk eyleme, son gün, olacaksın uyanık!»
Çilekeş kız, bükerek boynu, suâl etti yanık:
«–Bana geldikte, ne hâlet görünür Azrâil?»
Dedi doktor: «–O melektir, sana hüsranla değil,
Yüce gufranla çıkar karşına şehzâde gibi!»
Dedi kız: «Öyle nasîb eyle aman yâ Rabbî!»
Geçti günler ne çabuk, vuslat için geldi günü,
Bir saat kaldığı an, attı nefeslik tüpünü.
Pelte bir tenle onun kalkması imkânsızken,
Bir de olmazlara, engellere hattâ, rağmen,
Çıktı dünyâ yatağından, gidip abdest aldı,
Öyle bir kıldı namaz, gözlere hayret saldı.
Şaştı ev halkı, donup kaldı, evet, suskun kız,
Şimdi bülbül idi, ağzında Muhammed’di lafız.
Hem şahâdet getirip etti tebessüm, dedi ki:
«–Bana lutfeyledi Rabbim ne büyük bir mevki!
Söyleyin doktora, gördüm ki şu an Azrâil,
Dediğinden de güzelmiş, yüzü kandil kandil!»
O kızın rûhu, Muhammed dedi, lutfetti Kerîm,
Durma Seyrî, ebedî, biz de Muhammed diyelim…
Son nefes yaklaşıyor, son günümüz, belki bugün,
Çok salât eyleyelim, bizleri rahmet bürüsün!
Vezni: feilâtün / feilâtün / feilâtün / feilün
(fâilâtün) (fa’lün)
05–09 Nisan 2012, 22:37
KAYSERİ / İSTANBUL