CELÂLEDDİN ÖKTEN HOCAEFENDİ

Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

İmam Hatip Okullarının Kuruluş Projesini Hayata Geçiren Eşsiz İnsan

CELÂLEDDİN ÖKTEN HOCAEFENDİ

“Metotsuz bilim olmaz, o sadece bilgi yığını olur…” «İmam-Hatip Okulları» projesini bu düşünceyi göz önünde bulundurarak hazırlayan, müfredat programının tanziminden kurulma izninin koparılmasına kadar işin her safhasında öncü rol oynayan, konu ile ilgili tek sorumlu kendisiymiş gibi yüreğini ortaya koyarak çalışan Celâleddin ÖKTEN Hocaefendi, çevresinde oluşturduğu birkaç kişi ile birlikte, İmam Hatip Okullarının varlık sebebi olarak görülür.

Celâleddin ÖKTEN Hoca, 1882 yılında Trabzon’da dünyaya gelmişti. Dedeleri eşraftan ve şehrin tanınmış ulemâsından Ömer Fevzi Efendi; babaları ticaret işiyle uğraşan ve zaman zaman Çarşı Camii’nde imamlık yapan Sâlih Zihni Efendi’ydi. 1899’da İstanbul’a gelen Ökten Hoca, 1907’de Dârülmuallimîn’in Arapça bölümünü bitirdikten sonra, İstanbul Dârülfünûnu Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.

1912’de İstanbul Sultânîsinde (İstanbul Lisesi) başladığı Arapça öğretmenliğini 1923’e kadar on bir yıl aralıksız sürdürmüş, üç yıllık bir aranın ardından aynı sultânîde -okullardan Arapça derslerinin kaldırılmasına kadar- üç yıl daha Arapça ve siyer dersleri öğretmenliği yapmıştı.

TAHTADA ANLATACAKSIN!

Celâl Hoca, iltimâsa, adam kayırmacılığa, torpile asla geçit vermezmiş…

İstanbul Sultânîsindeki hocalığının üzerinden yıllar geçtikten sonra, bir gün ziyaretine gelen bir subay, hararetle ellerine sarılmış! Hocanın elini büyük bir muhabbetle öptükten sonra;

“Attığınız tokadın hakkı için!” demiş… Hoca, haylaz talebesini hemen hatırlamış. Bu genç subay, babasının rütbesine güvenerek, çalışmadan sınıf geçmek isteyen bir paşa çocuğu imiş! Celâl Hoca, talebesine;

“Bu dersi öğrenmeden gelme, haftaya tahtada anlatacaksın!” demiş.

Fakat talebesi, hocasının bu sözünü hiç önemsememiş ve çalışmadan derse gelivermiş… Bunun üzerine Celâl Hoca tembel talebesine dönerek;

“O zaman ben de sana tahtada öğreteceğim!” demiş ve yüzüne okkalı bir tokat atarak dersini ona kara tahtanın önünde zorla öğretmiş. Ertesi gün, Hoca sınıfta ders anlatırken, okul müdürü tarafından kendisine, ders bitiminde idareye gelmesini belirten bir pusula gönderilmiş. Celâl Hoca, ders sonunda müdürün odasına gittiğinde, talebenin babası olan Paşa Hazretleri, oturduğu yerden kalkıp Hoca’ya iltifatlar ederek;

“Hocam, bu çocuğu nasıl çalıştırdınız merak ediyorum, sizi tebrik ederim!” demiş…

YETER Kİ SINIFTA OTURUN!

Yıl 1948’di… Tek parti döneminin çatırdadığı günlerdi… Medreseler 23 yıl önce kapatılmış, cenâze namazı kıldıracak hoca dahî bulunamaz olmuştu. Zamanın iktidarı, üzerindeki baskıyı hafifletmek için, on ilde on aylık imam-hatip kursları açılmasına karar vermişti. İstanbul’daki kursun idaresine bir yıl önce emekli olan Celâl Hoca çağrılmıştı. O, ilerlemiş yaşına rağmen gecesini gündüzüne katarak çalışmaya başladı. On aylık kurs süresinin bu öğrenim için yetersiz olduğunu her ortamda dile getiriyor, ama derdini kimseye anlatamıyordu. Üstelik öğrenci sayısının 20’nin altına düşmesi hâlinde kursların kapatılma tehlikesi vardı. Celâl Hoca bunun çaresini şöyle buldu. İnşaatlardan amele toplayarak, onlarla şöyle konuştu:

“Evlâtlar, kaç para kazanıyorsanız ben vereyim, yeter ki gelin sınıfta oturun. Müfettiş geldiğinde öğrenci yokluğundan kurs kapatılmasın!”

KENDİ KALELERİNİN DÜŞMESİ!

1950 yılına gelindiğinde;

“–Her müslümanın, içinde yaşadığımız çağın meselesini müdrik bulunması ve çare araması zarurîdir. Yoksa iki asırdan beri bütün dünyayı altüst eden ve milletin sînesinde onulmaz yaralar açan «Maddeci Pozitivizm» tehlikesi, bir yangın gibi saçakları sarmak üzeredir. Binâenaleyh din âlimlerine büyük vazifeler düşüyor!” diye haykıran Celâl Hoca, İmam-Hatip Okullarının kurulması konusunda bürokrasinin kemikleşmiş yapısını bütün gücüyle zorlamış, Talim Terbiye Kurulu üyeleriyle defalarca ve saatlerce konuşarak, onları bu hizmete ikna etmeye çalışmıştı. Fakat muhatapları kendi ifadesiyle; «cahil değil, zırcahildi.»

Bu üyelerin büyük kısmı;

“–İmam-Hatip Okulunda Arapçaya ne gerek var?” diyecek kadar konuya yabancı, bir kısmı da kelâm ve siyer kelimelerinin mânâlarını dahî bilmeyecek kadar bilgisiz kişilerdi…

“–Yedi yılda ne öğreteceksin çocuklara?” diyorlardı. Celâl Hoca ise ıstırabını;

“–Böyle ilmî bir kurulun içinde, böylesine cahil kişilerin bulunması beni çok üzüyor!” sözleriyle dillendirecekti. Fakat dâvâsını sonuca ulaştırmada kararlı olan Hoca, projesinin hiçbir noktasından taviz vermiyor, inandığını büyük bir inat ve ısrarla sonuna kadar savunuyor, Arapça okutulmayan bir İmam-Hatip Okulu programına asla rızâ göstermiyordu. İmamların birkaç ayda yetiştirilebileceğini söyleyenlere karşı;

“Yapmayın Allah aşkına! Avrupa’da papazlar 3-4 fakülte bitirirken, siz İmam-Hatiplere lise tahsilini bile çok görüyorsunuz!” diyordu.

Mevcut bürokratik yapı ise bu projeyi, kendi kalelerinin düşmesi ve irticânın zaferi olarak görüyor, bu yoğun gayretlerin başarısız kalması için var gücüyle direniyordu.

CEMAATSİZ CAMİ NEYE YARAR?

Ökten Hocaefendi, dönemin Maarif Bakanı Tevfik İLERİ ile bu konu üzerinde üç defa görüştü. Plân ve projelerini değişik plâtformlarda en ince ayrıntısına kadar anlattı. Bakan da, Hoca’yı dikkatli bir şekilde dinledikten, anlatılanları uygulanabilir ve savunulabilir bulduktan sonra ona kefil oldu ve bu projeyi kendi bürokrasisine kabul ettirdi. Önce direnen bürokratlar, Maarif Bakanı’nın kararlı ısrarıyla -zorla da olsa- bu projeyi kabul etmek zorunda kaldılar. Böylece, sadece; «ölü yıkamak ve cenâze namazı kıldırmak» amacıyla(!) kurulmasına izin verilen bu dînî okullara izin çıktı. Ancak bu iş Maarif Müdürü’nün, Celâl Hoca’nın İstanbul İmam-Hatip Okulu müdürü olarak tayin edildiğini belirttiği konuşmasındaki garip cümlelerle daha da şaşırtıcı bir hâle gelmişti:

“–Hocam, gerçi Ankara’dan böyle bir emir geldi, ama biz bu işi yapamayız. Çünkü tahsisat yok, mektep yok, teçhizat yok!” Yani Ankara’dan gelen yazı, sadece bir izin belgesiydi ve yalnızca; «Bu okulu açabilirsiniz.» anlamına gelmekteydi.

Celâl Hoca;

“–Yarın ne olacağı belli olmaz, izin verilmişken bir an önce açalım.” diye düşünüyordu. Tanıdığı iş adamlarıyla birer birer görüştü; yıllardan beri enkaz hâline getirilmiş, ahır ve depo olarak kullanılmış mescitleri tamir ettiren bu hayırsever insanları «İlim Yayma Cemiyeti» adı altında bir araya getirerek, onlara şöyle dedi:

“–Çok güzel işler yapıyorsunuz, ama cemaatsiz cami ne işe yarar?”

Onları bilgili cemaat yetiştirmek için, bilgili din adamı yetiştirilmesinin gerektiği konusunda ikna etmeyi başardı.

KALBİMDEKİ AŞKI BİLSENİZ!

İstanbul İmam-Hatip Okulunun ilk binası, bugün Şehzadebaşı’nda Vefa Lisesinin hemen karşısında bulunan İlim Yayma Yurdu’nun yerindeydi. O zamanlar orada ahşap, âdeta bir harabeyi andıran ve itfaiyenin; «Beş dakikada yanıp kül olur.» dediği Zeyrek Ortaokulu yer alıyordu. İlim Yayma Cemiyeti, bu harabeyi 25 bin liraya satın alıp, olağanüstü bir çalışma ile iki ayda ayağa kaldırıverdi. Bina Ekim ayına, yani 1951’in eğitim ve öğretim yılına yetiştirilmişti.

***

Şimdi sıra, Vefa’daki bu İmam-Hatip Okulunun sınıfları için sıra toplamada idi…

Temmuz’un sıcak bir günüydü… 70’lik okul müdürü Celâl Hoca, marangoz Reşit ve onun bir-iki arkadaşı fazla okul sırası olduğunu öğrendikleri Yavuz Selim’deki Fatih Kız Enstitüsüne gittiler. Okul sıraları, küçük kamyonete yüklenirken eleman yetersizliğinden Celâl Hoca da boş durmuyor, taşıyanlara yardım etmeye çalışıyordu. Ondaki telâş, gayret ve koşuşturmayı gören enstitü müdîresi dayanamayarak sordu:

“–Bey amca, bırak bu işleri gençler yapsın, şu yaşına rağmen nasıl dayanıyorsun?”

Celâl Hoca, bir taraftan taşımaya yardım ederken, öte yandan genç müdîreye şöyle cevap veriyordu:

“–Aaah hanımefendiciğim, siz şu kalbimdeki aşkı bilseniz!”