MES’ÛLİYET İLÂCI…
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
İnsanoğlu…
Hayatı ve ölümü tanıyamadığı zaman elindeki emânetleri kullanmayı beceremiyor.
Aklını da gönlünü de kullanamıyor.
Üzerine düşen yığınla vazife karşısında bakıyor ki, geçici de olsa, yapmama imkânı nasılsa elinde. Hemen;
“–Bana ne?” deyip boş veriyor.
Ya da;
“–Sonra…” diyor;
“–Daha sonra…” diyor.
Akıl da, kendi elinde ya, yerine göre bahaneler üretiyor:
“–İnsan bir şeyi isteyerek yapmalı. İçimde bu hususta hiçbir istek yok!”
“–Hem ne gerek var ki!”
“–Göğsüm daralıyor.”
“–Neticesine ben katlanmayacak mıyım? Ötesi beni ne ilgilendirir?”
“–Zaten başımda o kadar dert var! Bir taneye daha katlanamam…”
“–Biraz rahat etmek hakkım değil mi? Bunca koşturma niye? Ne gerek?”
“–Zaten psikolojim bozuk. İntihar mı edeyim?”
“–Fazla yüklenmek, bana gelmez!”
“–Hele sabır, sıkıntı, idealist olmak, fedâkârlık ve zorluğa katlanmak, keyfime uymaz.”
“–Keyfime uymadığı yerde çark ederim. Bunun suçlusu da başkasıdır.”
“–Ne yapıp yapmayacağıma ben karar veririm. Gerisi hikâye!”
“–Sorumluluk mu? Hiç kabul edemem!”
“–Bütün hizmet bana mı düştü? Biraz da başkaları uğraşsın.”
“–Herkes akılllı, bir tek ben mi enayi olacağım?”
“–Değmez!”
“–Umurumda değil, ne olursa olsun!”
“–Hep olumlu mu hareket edilmeli? Biraz ezber bozmak lâzım değil mi? Bence lâzım. Olumsuzluğa sebep olsa bile.”
“–Klişe inanışları da değiştirmek gerek. Ben farklıyım. Farkıma göre yaşarım.”
“–Aklım da başımda. Hür iradem de var. Kim, ne karışır? Öyle de yaparım, böyle de.”
Gafil insanoğlu, buna benzer daha neler diyor. Daha ne bahaneler üretiyor da, mes’ûliyetlerinden devamlı kaçıyor. Rahata kaçıyor. Tembelliğe kaçıyor. Şom ağızlığa kaçıyor. Haksız yorumlara kaçıyor. Kaygısız yaşamaya kaçıyor. Keyfe kaçıyor. Nefse kaçıyor. Şeytana kaçıyor. Sorumsuzluğa kaçıyor. Hizmetten kaçıyor. Dâvâdan kaçıyor. İyilikten kaçıyor. Kötülüğe kaçıyor. Uyduruk bahanelerle haktan da, hakikatten de kaçıyor. Uydurduğu hayalleri ve yalanları inandıracağı aksak ortamlara kaçıyor. Kendini de başkalarını da kandırarak yaşayabileceği cehâlet ve gaflete kaçıyor. Samimiyetsiz, düşüncesiz bir şekilde çoraklaşmaya kaçıyor. Gerçek doğrudan, doğruyu söyleyenden ve doğruluk terazisi ile yüzleşmekten kaçıyor. Peygamber’den kaçıyor. Allah’tan kaçıyor.
Sanki mümkün?
Sanki kaçınca kurtuluş var?
Asla…
İnsanın, asıl, kaçtıkça mes’ûliyetleri daha fazla, daha ağır, daha zor. Fark etse de fark etmese de hüsran girdabında, azap kıskacında. Bitmek bilmez sıkıntıların içinde.
Bu yüzden;
Çileden kaçanlar, gerçek mutluluğu tadamıyor. Sahte bir huzurla gönül avutuyor.
Bu yüzden;
Öyle yapsa olmuyor, şöyle yapsa olmuyor.
Sonra da;
“Bu nasıl bir muammâ?” diye kafa patlatıyor.
Zamâne ise, vurdumduymazlığını tekrarlıyor:
“Kafanı takma. Boş ver! Sen haklısın. Keyfine göre davran. Hayatın tadını çıkarmaya bak. Mes’ûliyetlerden, hizmetlerden, yorucu koşturmalardan sana ne!”
Geçici rahatlayış.
Sonra yine aynı sıkıntılar.
Ne olsa, bu sıkıntılar ile oyalayan kuklalar mevcut. Kukla çözümcüler mevcut.
İşte eğitim dünyasının en zorlandığı nokta burası!
Zorlandıkça çoğu eğitimciler, bu yönde mes’ûliyetin dışında kalmayı yeğliyor. Hattâ bunu eğitim prensibi hâline getiriyor. Hastayı sadece kendi hâline bırakmayı tercih ediyor. Yani onlar da bir bakıma kaçıyor. Ağır mes’ûliyetlerin zorlu yükünden kaçıyor. Böylece; onlar da, iki dünyada da kaldıramayacakları ağır bir yükün altına giriyor. Fakat gözler perdeli, görmüyor.
Buradan sonra söz, yine eğitim bülbülünün:
“Dostlar!
Her şeyin bir ilâcı var.
Her şey, bir şeyler için ilâç. İlim, cehâletin ilâcı. Edep, ahlâkın ilâcı. İbadet, îmânın ilâcı. İman, kalbin ilâcı. Şuur da aklın ilâcı. Hayat ölümün, ölüm de hayatın ilâcı. Şuur aklın ilâcı. Kötülüklerin ilâcı; kötülük değil, tertemiz iyilikler. Yaranın ilâcı; yeni bir mikrop değil, şifa merhemi. Çökmüş memleketlerin ilâcı; işgal ve zulüm değil, gönüllerin fethi. Varlığın ilâcı, gerçek insanlık. O insanlığın ilâcı da, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-.
Bütün bu ilâçların özü de;
Mes’ûliyet hissi.
Mes’ûliyet ilâcı.
Bu ilâç, insanın hem kendini, hem Rabbini tanımasının yegâne reçetesi. İnsanları da en doğru şekilde tanımanın pürüzsüz aynası da bu ilâç. Tanıyarak eğitebilmenin en geçerli çaresi de, bu ilâç.
Onun için Cenâb-ı Hak, insana büyümüşlüğü ancak mes’ûliyetle birlikte veriyor. Mes’ûliyet öncesi herkes, sadece çocuk. Mes’ûliyet sonrası ise adam. Bunun dindeki adı da, mükellef olma.
Mes’ûliyetin hakikati, son derece büyük.
Yazık ki bunu idrak edemeyen insanoğlu, daima mes’ûliyetlerden kaçış hâlinde. Oysa, ölürcesine, canhıraş bir şekilde mes’ûliyete koşması gerekli. Çünkü mes’ûliyetten kaçanlar; insanlığından kaçmış, kendinden de, Allah’tan da kopmuş demektir.
İyi bilmeli ki;
İnsan, ne elde etmek istiyorsa, önce onun mes’ûliyetine sarılmalı. Aksi hâlde nâil olması mümkün değil. Hattâ anlaması bile mümkün değil.
Bu noktada mes’ûliyet;
Anlamanın da anlatmanın da ilâcı, öğrenmenin de öğretmenin de ilâcı, uygulamanın da uygulatmanın da ilâcı. Tanımanın da tanıtmanın da baş ilâcı, tek ilâcı…
Gerçekten de;
Mes’ûliyet sahibi olmayan, ya da olup da mes’ûliyetini yerine getirmeyen kimse, hiç kimseyi doğru-dürüst tanıyamaz. Kendini de, insanları da.
“Tanımasın ne çıkar?” denebilir mi?
Asla!
O zaman hayat durur. İnsan; tanımadığı sürece, var olduğu hâlde akıllı ve vasıflı olarak yaşayamaz. Kendini de harap eder, çevresini de. Çünkü tanımadığı zaman ne kendi hakkında ne de insanlar hakkında olumlu veya olumsuz açıdan doğru bir hüküm vermesi mümkün olmaz. Tanımadığı için hayatını da nasıl değerlendireceğini, neye yönelmesi gerektiğini yerli yerince bir türlü kestiremez. Etraftan gelen şırınga tesirlerin girdabında sağa-sola savrulur durur. Kapıldığı çıkmaz hayaller arasında her gün kendini bir farklı keşfeder. Edindiği her mâlûmat, yine kalın perdelerin önünde kalır, yine asıl mânâsıyla öz hakikatine eremez. Lâkin ermiş sanır da, habire oyalanır, oyalanır. Zanlarını bilgi zanneder, kuru vesveselerini belge farz eder.
Hâlbuki;
Gerçekten tanımadan insan ne kendisiyle ne de başkasıyla doğru bir irtibat içinde olabilir.
Muhatabı tanımadan ticaret yapanın kazancı ne olur, mâlûm.
Muhatabı tanımadan ve hiçbir şeyini bilmeden tedavi yapmaya kalkanın başarısı nedir, mâlûm.
Suçluyu ve suçsuzu tam anlamıyla tanımadan, tanıyamadan hüküm verebilmek, ne kadar doğru!
Doğru görünen yalancıyı ve yalancı görünen doğruyu liyâkatle tanımadan ve bilemeden düzgün ve yerinde hareket, elbette imkân dışı.
Tanımak şart.
Fakat ille mes’ûliyet gözü ile tanımak şart.
Çünkü;
Her tanıma, yerine getirilen diri bir mes’ûliyetin neticesidir. Yani ancak mes’ûliyet sahibi olmanın şuuruna göre yaşayan kimse, tanımaya başlayan kimsedir.
Dolayısıyla;
Her insan için henüz mükellef olduğu dakikada, gerçek tanıma başlamalı. O dakika, idrak de gönül de, mes’ûliyetlerini / sorumluluklarını bütünüyle ve liyâkatle üstlenmeli.
Bu üstlenme ne kadar vaktinde başlarsa, insanın tanıması o kadar geniş olur. Her yaşa nüfuz edici ve herkese vâkıf olucu bir şekilde gerçekleşir. Daha sonraki yaşlarda mes’ûliyet idrakine eren kimse de, elbette çok kârlıdır, ancak önceki yaşlarla ilgili olarak tam bir liyâkat elde edemez. Bu bakımdan mes’ûliyet hususunda insan; gecikmemeli, mükellef olduğu dakikada âgâh olmalı. Zira otuzunda aklı başına gelen kimse; on beş ve yirmili yaşlardakileri de belki tanır, ama tam mânâsıyla tanıyamaz. O, o yaştakileri tam olarak tanıma fırsatını kaçırmıştır. Bilgi olarak öğrenebilir, fakat bu, gerçek bir tanıma değildir. Böyle tipler, yaşlılık yıllarında kuşak çatışması yaşar, ardındaki gençlere şifâ ve devâ olamaz, ne yapsalar olamaz.
İşte vaktinde mes’ûliyet bu kadar mühim.
Çünkü;
Vaktinde, yani daha küçük yaşlarda mes’ûliyet alıp da bütün vazife ve sorumluluklar, aşk ve devamlılık ile yerine getirilirse; insanda çok müstesnâ bir özellik daha gelişmekte:
«Kuruculuk vasfı»
Evet;
Erken mes’ûliyet, insanı «kurucu» özelliklerle donatır. Başka şekilde insan; imkânı yok, bu özellikten nasibini tam ve kudretli bir vasıfta alamaz. Mayasında bu kabiliyet olsa bile alamaz. Bunun en güzel örneği Osmanlı şehzadeleri. Yükseliş devirlerinde onlar, erken yaşlarda mes’ûliyet alıyorlardı. Küçücük yaşlarına rağmen şehirlerde valilik vazifesini üstlenerek yetişiyorlardı ve tahta geçtikleri zaman dehâ seviyesinde başarılı ve muzaffer oluyorlardı. Sonraları bu yapı kalktı ve mes’ûliyet alma yaşları ileri senelere sarktı, böylece bu yöndeki kabiliyetleri körelmiş bir vaziyete düştü. Telâfi edici ayarlar işe yaramadı. Çünkü her özellik zamanında gelişir, ne kadar erken başlanırsa o kadar verim elde edilir. Boşuna dememişler:
«Ağaç yaşken eğilir.»
Özellikler de yaşken şekillenir. Kuruduktan sonra şekil vermek imkânsız gibidir. Kıra kıra yapmak mecburiyeti hâsıl olur. Bu, yarım yamalak bir şey ortaya çıkarsa da hiçbir zaman doğru-düzgün ve mükemmel olmaz. Nihayet yıkılır.
Nitekim;
Bu incelik ve dengeye riâyet ederek yükselen Osmanlı, bu husustaki ihmali yüzünden güçlü olduğu hâlde yıkıldı.
Mes’ûliyette gecikme bile böyle olunca, ondan kaçış ise, her türlü kaybın içine düşmek demektir.
İnsan niye mes’ûliyetten kaçar?
Kendince rahat etmek için.
Fakat bu, mes’ûliyetten kaçan kimseler için bir anlık geçici rehâvet dışında hiçbir şey kazandırmaz. Arzu edilen kalıcı bir rahatlık, hiçbir zaman gerçekleşmez. Aksine dünyevî ve uhrevî bin bir belâ, can yakar. O mes’ûliyetten kaçanlar, kendilerini gaflet uçurumundan cehenneme atan zavallılara dönüşürler.
Çare?
Mes’ûliyete koşmak.
Çünkü;
Mes’ûliyet, her mevzuda en doğru ilk ilâç.
Hayatî bir tercih mi yapılacak, en doğru tercih, mes’ûliyet duygusu ile yapılandır. Yığınla tercih arasında şaşkınlaşanlar, mes’ûliyet ilâcından mahrum kimselerdir.
Bir kimseye iyilik mi yapılacak, yine ilk ilâç, mes’ûliyettir. Çünkü mes’ûliyet duygusuna sahip olan kimse; fakir de olsa, o iyiliği gerçekleştirir. Ya kendi dişinden, tırnağından artırır, ya da kuvvetli bir vesile olur. Mes’ûliyetten uzak bir zengin ise, pintiliğin Kārûn’u kesilir.
Acı ve ıstırapların en tatlı ilâcı da mes’ûliyettir. Şahsiyete dair türlü türlü aksama, sıkıntı ve hastalıklar da, bu ilâçla giderilir. Mâneviyatta ince damar tıkanıklıklarının bertaraf edilmesi de, yine bu ilâçla mümkündür. Şayet, maddî ve mânevî bütün doktorlar, mes’ûliyet reçetesinden mahrum olsalardı, insanların hâli, pür-melâl olurdu.
Onların da ilâcı, mes’ûliyet reçetesi.
Mes’ûliyet ki, hayır ile şerri, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı birbirinden ayırmada en keskin basîrete ve ölçülere sahip. Mes’ûliyet ki, bir bakışta helâl ve haramı fark ettiren gözlük. Gafillerin mikroskopla baksa bile göremediği gerçekleri gösteren bir gönül gözlüğü. Ona sahip olmayanların gözlerinde haram da helâl de karmakarışıktır. Bu durumda imkânsız meselelerde girift bilmeceleri çözebilmeleri hiç mümkün değildir! O mes’ûliyetsizlere göre çözmek de, zaten gereksizdir. Herhangi bir yaptırımı da yoktur. Sonrası ise, bin bir çıkmaz sokak.
Çare?
Yine mes’ûliyet ilâcı.
Îman da mes’ûliyet ile alâkalıdır, amel-i sâlihler de.
Takvâ, mes’ûliyet ilâcı ile dirilir, yeşerir, artar.
İnsanları hakka ve hayra yönlendirmek de, mes’ûliyet ile mümkün.
Sabır, ancak kuvvetli bir mes’ûliyet duygusunun meyvesi.
İnsanın istikamete girmesi de, mes’ûliyete bağlı. İyilik sahibi olmak da mes’ûliyet ile.
Çünkü;
Beşeriyet, mes’ûliyet ile insandır.
Bu bakımdan;
İnsana ait her şey, mes’ûliyet neticesinde kıymet kazanır.
Meselâ;
Mes’ûliyet ilâcı katılan yemeğin bile lezzeti bambaşkadır. Çünkü onda lezzeti bozucu hiçbir ihmal ve noksanlık olmaz.
Mes’ûliyet iksiri bulunan her iş, bambaşka kalitede neticeye nâil olur. Çünkü detaylar gözden kaçmaz.
Bu bakımdan mes’ûliyet;
İnsanın aczini kudrete çeviren ilâhî bir iksir.
Noksanlıklardan mükemmellikler doğuran bir maharet.
Böyle bir mes’ûliyet;
Dili tutukları bülbül eder.
Cahilleri âlim eder.
Âlimleri ârif eder.
Ârifleri, âbid ve âşık eder.
Âşıkları mecnun, mecnunları leylî, leylîleri vâsıl eder.
Çölleri gülşene döndürür.
Cehennemî ateşleri söndürür.
Hayattaki her şeyi, küçücük bir yaprağı bile kocaman bir hakikat dîvânı olarak okutur.
Çünkü mes’ûliyet;
Fânî nefesleri sonsuzluk mîrâcının merdiveni yapar.
Şayet mes’ûliyet olmasa, insanoğlu bu çileli hayatta delirirdi. Bu yüzden mes’ûliyetsiz kimseler hayatın ağır imtihanları ve sorumlulukları karşısında çıldırmaktadır.
Öyleyse;
Gelin;
Yerine getirdiğimiz mes’ûliyetlere aşk ile devam…
İhmal ettiklerimize de şevk ile bismillâh!..
Eğitimin temeli,
Şahsiyetin omurgası,
İşte bu…
Unutmamalıyız ki;
Hepimiz, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mes’ûliyet duygusu neticesinde mü’miniz. Îmânımızı O’nun mes’ûliyetine borçluyuz.
Unutmamalıyız ki;
Üzerinde yaşadığımız cennet toprakları, vârisi olduğumuz fazîletler medeniyetini ve göğsümüzü kabartan âbide eserlerimizi; Hazret-i Peygamber uğrunda pervâne olmuş şanlı ecdadımızın, canları pahasına edâ ettiği mes’ûliyete medyûnuz…
Rabbimiz, bizlere de aynı mes’ûliyet ilâcını ihsan eylesin!
Âmîn…”