Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

BÜTÜN İNSANLIĞA…

Orhan, Kur’ân okuyordu.

Memleketine nisbetle garip kaldığı kara kıta Afrika’nın; zâhiren kara bahtlı insanlarının zor şartlarda yaşadığı bu beldesinde, Kur’ân-ı Kerim daha bir şevk ile sarıldığı yakın bir dostu olmuştu. Okudukça okuyası geliyordu.

Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın sırlı kelâmıydı. Bazen bir âyet-i kerîme, o an kendisi için inmiş gibi onu kalbinden vuruyordu. Her âyet, gökten inmiş bir sofra gibi rûhunu doyuruyordu. Kimi müjdeli âyetlerle coşuyor, şümûlüne girmek için duâlar ediyordu. Kimi âyetler ise onu derin derin düşündürüyordu. Yine bir âyet, onu tefekkür iklimine çekmişti… Meâlini tekrar tekrar okudu:

“Ey Rasûlüm! Biz Sen’i bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik…” (Sebe’, 28)

Orhan düşünceye daldı. Bir tarih muhasebesine başladı…

Evet, Peygamber Efendimiz, Âlemlere rahmet idi. O, bütün insanlığa gönderilmişti. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de göstermişti bunu, çevresindeki bütün hükümdarlara mektuplar yollamıştı.

İşte Afrika’dan da Habeşistan… Daha Efendimiz hayatta iken başta Necâşî olmak üzere bu ülke, İslâm ile tanışmıştı.

Sonra birkaç hamlede bugün İslâm dünyası olarak bilinen haritanın hemen her yerine ulaşılmıştı.

Orada aklına yüreğini sızlatan bir sual geldi…

Aynı hızla devam edilmiş olsa, bugün cihanda her yer İslâm ile tanışmış olmaz mıydı?

Sonra tefekkürü bugüne döndü…

Efendimiz, bugünün insanlığına da gönderilmiş son ve tek peygamber… O’nun mesajının vârisleri ise biz ümmetiyiz. O’nun dâvâsını dünyaya yaymak bizim boynumuzun borcu…

Düşüncesinin burasında; gözünün önüne misyonerler geldi… Nereye gitse, en ücrâ yerde onları görüyordu. Simsiyah insanların arasında sapsarı bir misyoner… Hattâ bazen bir kadın misyoner.

Onlar da dünyaya, güyâ Hazret-i İsa’nın mesajını yayıyorlardı…

Başlangıçta onların azim ve gayretine neredeyse hayran bile olmuştu. Bir rekabet hissediyordu: Onların bâtıl içinde hakkı arayışlarındaki gayreti, hayretle müşâhede ediyordu. Bizim elbette onları geçmemiz gerekiyordu. Necip Fazıl’ın şu beytini hatırladı:

Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın!..

Zenginliğin, konforun, kapitalizmin merkezi olan Avrupa’dan bu mahrumiyet sahasına gelmiş misyonerler hakikaten, fedâkârlıklarıyla hayranlığa lâyık gibiydi.

Fakat iç yüzlerini görmeye başlayınca bu hissiyâtı tamamen değişti.

Çünkü bir daha anladı ki, bâtıl bir itikadın usûlleri de bâtıl ve fâsit idi… İyi niyetli insanların başvuramayacağı kadar kötü…

Orhan, gerçek vaziyeti;

Gözleriyle görüyor, kulaklarıyla işitiyordu.

Misyoner okulları, Afrika’nın zavallı ve perişan insanlarına sundukları imkânları ancak hıristiyan olmak şartına bağlıyordu. Müslüman çocuklarına zorla istavroz çıkarttırılıyordu. Fakirlikten, cahillikten kurtuluşun tek çaresi olarak din değiştirmek gösteriliyordu. 3-4 yaşlarında iken alınıp götürülmüş bir daha haber alınamamış çocukların haddi-hesabı yoktu.

Avrupalının kibri, bu din tüccarlarının kanına girmişti. Afrikalıları, küçük görüyor, bir sürü gibi yönlendirmek istiyorlardı, o kadar. Bugüne kadar zulmederek sömürdükleri yetmiyormuş gibi, bundan sonra da muharref dinlerinin uyuşturucu iğnesiyle istismar etmek istiyorlardı.

Bütün iyi niyet maskesinin altında sırıtan bu idi.

Gönülleri fethetmeye değil, parayla satın almaya geliyorlardı… Köşeye sıkıştırıp, mecbur bırakıp, zorla…

Kandırarak, iftira ederek… İslâm için; «terör dîni» diyorlardı. «Geri kalmanızın sebebi» diyorlardı.

Tefekkürünü Mehmed’in seslenişi bozdu:

“–Orhan, vakit geldi…”

“–Hadi bismillâh!..”

Gün başlıyordu. Açtıkları Kur’ân kursunda, şehrin çocuklarını Kur’ân, ilmihal, âdâp gibi birçok sahada eğitiyorlardı. Yûnus Dede’nin gönderdiği kitaplar can simidi oluyordu.

Camiye, namaza girer gibi bir huşû ile girdiler sınıfa… Çocuklarla selâmlaştılar. Orhan’ın gözleri bir çocuğu aradı:

–Ahmed yine gelmedi mi?

–Anneannesi salmıyor ki.

–Neden göndermiyor? Burada çok güzel bir eğitim aldığınızı söylemiyor musunuz?

–İnanmıyor ki!

–Neden?

–Yaşlı anneanne; «Beyazlar satar torunumu!» diyor. Bundan korkuyor.

Orhan, bir an durdu. Kadıncağız haklıydı. Böyle ne hâdiseler yaşanmıştı. Okutma, eğitim, spor kampı bahaneleriyle nice çocuklar kaçırılmış, zengin beyazlara satılmıştı.

“–Anlaşılan, dersten sonra gidip şu anneanneye beyaz müslümanların da olduğunu göstereceğiz.” dedi.

Gayrete daha bir şevkle sarıldı.

Vasatını bulan istîdat tohumları nasıl da filiz veriyor, hızla inkişâf ediyordu. Buralara gelinmese, el uzatılmasa bu çocuklar şimdi nerede, hangi istismarcının ağında olacaklardı?

Dersten sonra torununu göndermeyen anneannenin evine doğru giderken, çok sevdiği bir öğrencisi yanaştı yanına…

“–Hocam bir şey sorabilir miyim?”

“–Tabiî ki…”

“–Benim ablam hıristiyan oldu. Onu cennette göremeyecek miyim?”

Orhan artık alışmıştı böyle sorulara… Misyonerlerin uğraşları neticesinde, dînî duyguları zaten gelenekten ibaret olan ailelerde birçok kişi din değiştirmişti. Müslüman anne-babanın çocukları hıristiyan oluyor, hiç yadırganmıyordu.

“–Sizin aileniz müslüman değil mi? Ablan niçin hıristiyan oldu.”

“–Hastalanmıştı.”

“–Eee?”

“–Burada müslüman hastahânesi yok… O da misyonerlerin hastahânesine gitti.

Orada;

«Mademki müslümansın, sana Muhammed’in ilâcından vereceğiz.» dediler. Fakat verdikleri ilâç hiç iyileştirmedi. Bir yandan sürekli;

«Rab İsa Mesih seni iyileştirir!» deyip durdular. Ablamın sancıları çok artınca onların dediğini kabul etti. Bunun üzerine; «Bunu Rab İsa verdi!» deyip başka ilâç verdiler. O zaman iyileşti.”

“–Ablan inandı mı bu yalanlara?”

“–Başta inanmıyordu fakat, hıristiyan olunca peşini bırakmadılar. Sürekli onların çevresinde kalınca, beynini yıkadılar. Tabiî menfaat de tatlı geliyor. Son zamanlarda, İslâm’ı ve Peygamberimiz’i karalayan şeyler öğretmişler. İslâm’a «terör dîni» demişler. «Atalarınız kılıç zoruyla müslüman yapıldı.» demişler. «Cihad, adı üstünde din savaşıdır.» demişler… «Hıristiyanlık ise sevgi dînidir.» demişler.”

Orhan acıyla doldu. Üç kuruş etmez bir ilâcın yokluğu, burada bu din tüccarlarına zemin oluyordu.

İhtiyaç büyüktü. Doktor, hastahâne, ilâç, hemşire, ebe… Basit ameliyatlar yapılamadığı için ölen ve sakat kalanlar çoktu. Şu yeni misalde şâhit olduğu gibi, misyonerler neşteri önce mâneviyâta vuruyorlardı.

Gitmek görüşmek isterdi fakat, kadınlarla muhatap olmanın birçok güçlüğü vardı. Zaten Doktor Selim Bey ve Yûnus Dede ile görüşmelerinde, burada hanım hizmetleri için yapılması gerekenleri anlatmıştı. Teselli etti:

“–Sen ona, derste konuştuğumuz hakikatleri anlat… Peygamberimiz’i anlat… Peygamberimiz’in bütün insanların peygamberi olduğunu anlat… O’nun sair mahlûkāta dahî kıyamayan şefkatini, merhametini anlat… O’nun, Mekke’de kıtlık olduğunda Mekkeli müşriklere hiçbir kayıt koşmadan nasıl yardım gönderdiğini anlat… Mekke’yi nasıl fethettiğini, fetihten sonra şehre nasıl girdiğini anlat… Hazret-i İsa’nın da geçmiş bir peygamber olduğunu, Efendimiz’i müjdelediğini anlat…”

“–Orhan hocam, sizi dinlemeden önce, din değiştirmenin kötülüğünü bilmiyorduk ki… Efendimiz’i tanımıyorduk ki!.. O da bir dindir, bu da bir din, diyorduk…”

Orhan bu hâdiseyi de defterine özetle yazdı. Yarın İstanbul’a gidiyordu. Çok özlediği Yûnus Dede’nin sohbetine katılacak, sıla-i rahim yapacak ve uzunca bir süredir listesini tuttuğu eksikleri temin edecekti. Doktor Selim Bey de; «mühim bir mevzu var.» demiş ne kadar ipucu istese de vermemişti. Onu da çok merak ediyordu.

Orhan’ı havalimanında Doktor Selim Bey karşıladı. Muhabbetle kucaklaştılar. Uçağın saati tam da sohbet öncesine denk gelmişti. Hemen Hüdâyî Camii’nin yoluna düştüler.

Yûnus Dede kürsüde tane tane anlatıyordu:

“Allah yolunda gayretli olmanın İslâm dînindeki adı «cihad»dır. Cihad, İslâm’ın muhafazasına ve devamına medâr olan her fiili içine alan geniş bir mânâya sahiptir.

Dolayısıyla, cihâdın, düşmana karşı silâhlı bir mücadeleden ibaret olduğunu zannetmemek îcâb eder. Bilmeliyiz ki kılıç, bir demir parçasıdır. İnsanı hidâyete getirmez. En güzel fetihler, gönül fetihleridir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şeriflerde ifade buyurulan mal ve can ile cihaddan kasıt da, yalnızca silâhla savaşmak değildir. Zira silâh, zulmü kaldırmak ve hakkı tevzî etmek için son çare olarak mecbur kalındığında kullanılan bir vasıtadır.

Cihâdın gerçek hedefi fetihtir. Fetihlerin en ulvîsi ise gönüllerin fethidir ki, bunu gerçekleştirebilmek için, başta sözlü ve yazılı tebliğ olmak üzere pek çok yol ve vasıta mevcuttur.

Nitekim cihad âyetlerinin çokça nâzil olduğu Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Onlar, câhiliyye insanlarının zulüm ve terörüne karşı İslâm’ı; yani insanlığı, hakkı, adâleti tevzî ve tebliğ adına sadece bir mü’min şahsiyeti sergileyebiliyorlardı.

Bu geniş mânâsıyla cihad, müslümanlar için çok mühim bir vazifedir. Onun ehemmiyetini şuradan da anlayabiliriz ki, Cenâb-ı Hak; bazı emirlerinde mükellefiyetin hem nisâbını ve hem de nisbetini beyan buyurmuştur. Meselâ zekâtın, ne miktarda mala sahip olunursa ödenmesi gerektiği belli olduğu gibi ne nisbette ödeneceği de bellidir. Namaz, oruç vs. de hep böyledir. Bunlar tayin edilen miktarda îfâ edildiğinde insan borçtan kurtulmuş olmanın gönül huzûruna erişebilir.

Lâkin, cihad için ne nisab, ne de nisbet bildirilmiştir. Hattâ en üst hudut talep edilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah yolunda hakkıyla (nasıl cihâd etmek gerekiyorsa öyle, hiçbir eksik bırakmadan) cihâd edin!…” (el-Hac, 78)

Bu yüzdendir ki, sahip olunan imkânları Allah yolunda son haddine kadar sarf etmek zarûrîdir. Çünkü, ne kadar gayret edilirse edilsin, yine de borcun ödendiğinden emin olunamaz. Bu da, daha fazla gayret imkânını aramaya sevk eder.

Böyle olduğu hâlde, bugün İslâmî esaslar arasında en fazla ihmâl edilen mevzû, maalesef cihaddır. Hâlbuki farzların sıralanmasında cihad, ilk sırayı teşkil eder.

Lâkin insanların çoğu, din gayretiyle İslâm’ın muhafaza ve müdâfaası istikametinde küçücük bir amel işlemekle, bütün mes’ûliyetini yerine getirdiğini düşünmekte, hemen teselliye kavuşup, rehâvete kapılmaktadır.

Çoğu insan, bu hususta miktarı tayin edilmemiş bir borç altında olduğundan habersiz.

Gerçek bir mü’min, îman nimetini kendisine ulaştıran fedâkâr seleflerine şükran borcu duyar ve bu nimetin gelecek nesillere intikalini sağlayacak amellere de dört elle sarılır.

Günümüzdeki en büyük cihad; mü’minin kendini toplumun gidişâtından mes’ûl hissederek emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker’de bulunması, yani İslâm’ı güzel bir üslûp ile bizzat yaşayarak çevresindekilere anlatmasıdır.

Elbette bunun için fedâkârlık zarûrîdir. Efendimiz’in; kızı Fâtıma’ya söylediği şu sözler, hizmet, tebliğ ve cihad erlerinin parolası olmalıdır:

“Kızım Fâtıma! İki dünyada birden rahatlık yoktur. Bu dünyada katlanacaksın ki, âhirette huzûra eresin!”

Allah yolunda gayret sahibi olmak; her mü’min için, hem aslî bir vazife hem de en büyük bahtiyarlıktır. Cenâb-ı Hak, kendi yolunda gayret etmenin kulları için ne kadar kârlı bir ticaret olduğunu şöyle beyan buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Size, elem verici bir azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11)

Bir gün ashâb-ı kiramdan biri, hangi ibâdetin cihâda denk olduğunu sordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz ona, böyle bir ibâdetin bulunmadığını söyledi. Adam ısrarla aynı soruyu soruyor, Efendimiz de aynı cevabı tekrarlıyordu. Sonunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şunları söyledi:

“Allah yolunda cihâd eden kimse neye benzer bilir misin? Cihâda giden yiğit, cepheden dönünceye kadar; hiç ara vermeden namaz kılan, hiç iftar etmeden oruç tutan ve Allâh’ın âyetlerine hakkıyla itaat eden kimse gibidir. Sen bunu yapabilir misin?” (Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, İmâre, 110; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1)

İslâm düşmanları, dînimize dâimâ cihâdı tahrip etmek cihetinden yaklaşmışlardır.

Bir yandan, cihâdı, kılıç zoruyla İslâm tebliği olarak sunmaya çalışırlar. Hâlbuki kılıç sadece zulmü ortadan kaldırır. İslâm gönüllere hitap eder. Bilhassa ikrâh ile zorlamayla, fitneyle bir kimsenin İslâmlaştırılması söz konusu olamaz. Böyle bir müslümanlık makbul de olmaz.

Dînimize bu iftirayı edenler ise, tam tersine kılıcı bu maksatla kullanmışlardır. Haçlı Seferleri ve Endülüs, bunun en canlı şâhididir. Yedi asır boyunca müslümanların hükmettiği İspanya’da yapılan zorlamalar; zulüm, işkence ve baskılar neticesinde hemen hemen hiç müslüman bırakılmamıştır.

Hâlbuki, on dört asır evvel fethedildiği ve o günden beri, müslümanların elinde bulunduğu hâlde, Irak ve Şam bölgesindeki gayr-i müslim unsurlar hâlen varlıklarını sürdürmektedir.

İslâm düşmanları bir yandan da, müslümanlar cihâdı bıraksın isterler. Cihâdı karalayarak, müslümanları cihad vazifesinden soğutmaya uğraşırlar.

İsterler ki İslâm, vicdanlara hapsolsun.

İsterler ki, İslâm da; onların bâtıl ve muharref dinleri gibi, yanlışa müdâhil olmasın, düzeltmesin, güzelleştirmesin…

İsterler ki, kendini bile müdafaa edemeyen kısır bir inanç olarak kalsın!

Hâlbuki hakikat böyle mi?

Asla!

Cenâb-ı Hak, bizleri gerek nefislerimize karşı sulhu hiç olmayan büyük cihâdımızda, gerekse İslâm’ın güler yüzünü cihana tevzî etmek gayretlerimizde muvaffak ve muzaffer eylesin.

Âmîn!..”

Orhan bambaşka duygularla âmîn dedi. Aylar sonra katıldığı sohbette yine kendisine özel yazılmış gibi gönül reçetelerini almıştı.

Yûnus Dede’nin huzûruna girdi, elini öptü. Duâlarını aldı. Orhan; Afrika’da yaşadığı hâdiselerin, oradaki ahvâlin bir hulâsasını yaptı. Hanımların eğitimindeki ihtiyacı dile getirdiğinde, Yûnus Dede tebessüm ederek konuşmaya başladı:

“–Orhan evlâdım, Doktor Selim Bey’in de sana bir teklifi var. Buyurun Selim Bey evlâdım…”

“–Efendim, size de daha evvel arz ettiğim üzere, hemşire bir kardeşimiz var. Kendisini Kur’ân kursumuzda dînî bilgiler açısından da güzelce yetiştirmiş, şefkat ve merhamet dolu, hizmet âşığı bir kardeşimiz.

Orhan kardeşimizin izdivaç yaşı da geldi. Eğer gönülleri de birbirlerine ülfet ederse, iki kanatlı, maddî-mânevî şifâya vesile, bir hizmet ailesi teşkil ederler…”

Orhan, hicâbından kızarmış, başını eğmişti.

Yûnus Dede’nin;

“–Ne dersin evlâdım?” suâline pür edep ve sessizce;

“–Siz nasıl münasip buyurursanız efendim…” şeklinde cevap verdi.

Sessiz duruyordu fakat içinde bir şükür nehri coşmuştu. Hizmetlerine mânî olmaması için, fedâkârlık edip erteleme yolunu seçtiği evlilik; tam da bir hizmet desteği mi olacaktı?

Yıllar önce kalbinin şifâsında, hidâyetinde vesile olan Selim Bey; şimdi de bir baba gibi, evlâdının mürüvvetini düşünüyordu.

Yûnus Dede’ye ve Selim Bey’e şükran hisleriyle doldu. Şimdi daha bir şevk ve feyiz enerjisiyle dolmuştu. Artık yarım ve tek kanat da olmayacaktı. Allâh’a hamd ederek kendine;

“Bütün insanlığın yegâne ihtiyacı olan Fahr-i Kâinât Efendimiz’i insanlığa duyurmaya yepyeni bir şevk ile devam!” dedi…