GAZÂ RÛHU

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Savaş hâli; cemiyetlerde millî birliği sağlayan en önemli bir unsurdur.

Bu sebeple;

İnsan rûhunun bu hususiyetini bilen diktatörlükler ve diğer zalim idareler, bu hassasiyeti istismar edip sun’î düşmanlıklar üreterek, icabında savaşarak ülkelerini devamlı savaş gerilimi altında tutmakta ve kirli tezgâhlarını yürütmektedirler.

Ülkenin bütün kaynakları ya yağmalanmış veya silâhlanmaya harcanmış; vatandaşları açlıktan kırılmış, en temel insan hakkından mahrum kalmış, zulüm altında inlemiş; dünyada yapayalnız kalınmış… ne gam.

Bir avuç mutlu ve putlu idareci rahat ya.

En bâriz misaller olarak; geçmişteki «Demirperde ülkeleri», bilhassa da Enver Hoca’nın Arnavutluk’u; şimdi de, onların kalıntısı olan Kuzey Kore zikredilebilir.

Ancak; eninde sonunda bütün müstebitlerin sonu hüsran olmuş, döktükleri kanda boğulmuşlardır. Osmanlı’nın dünya siyasetinden çekildiği, dünyevî (seküler) hususiyetli son asırlar; adâlet mefhumunun da idarede belirleyici olmaktan çıktığı zamanlardır.

Esas olarak tasvip edilmesi mümkün olmayan savaşın; meşrû görüldüğü, kaçınılamaz olduğu şartlar da vardır. Asırları aydınlatan şanlı medeniyetimizde savaş hukuku; değil o zamanda, bugün bile hâlâ ulaşılamayan bir fazîlet seviyesini hâizdir. İnsana Hâlık’ının nazarıyla bakıp; onu, en şerefli varlık mesâbesinde gören bu ulvî muhtevâda; ancak tehdit ve tehlikeye maruz kalma hâlinde, zulmü kaldırıp adaleti yerleştirme maksadıyla silâha başvurulur. İslâm’ın hükümran olduğu yerde, ihtivâ ettiği mânâ çerçevesinde, barış ve huzuru tesis etme esastır. Şayet barış teklifine yanaşılmayıp savaş mukadder olmuşsa; bizzat silâh kullanan askerler dışında kadın, çocuk, yaşlı, din adamı gibi hedef dışı insanlara dokunulmaz; çevre tahrip edilmez.

En güzel örnek (üsve-i hasene), Âlemlere Rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu husustaki tavsiye ve davranışları, takip eden nesillerin şiârı olmuştur.

“Cihad; bir kişi ya da toplumun, yüksek bir gayeye ulaşabilmek için maddî ve mânevî bütün gücünü iyi niyetle Allah yolunda kullanması demektir. O hâlde, kişinin nefsini tezkiye ve terbiye ile uğraşması, Allâh’ın emirlerini ihlâsla yerine getirmesi ve haramlardan kaçınması, müslüman kardeşine nasihatte bulunması, müslüman olmayan birine İslâm’ı delilleriyle anlatıp ikna etmesi hep cihaddır. Bu durumda cihad; kalp, dil, el, mal, can, kültür, ekonomi, silâh gibi her türlü vasıta ile yapılabilir.”1

Es‘ad Erbilî -kuddise sirruhû- Hazretleri;

“Şükür; Allâh’ın kendisine lutfettiği (göz, kulak, akıl, sağlık ve hayat başta olmak üzere) bütün nimetleri, yaratılış maksadı istikametinde kullanmak demektir.” buyuruyor.2 Bu cümleden olarak; cihad, kendisine «halîfelik» gibi ulvî bir vazife tevdî buyurulan insanın, lutfedilen bütün nimetlerin şükrünü en güzel şekilde edâ edebileceği bir fiildir.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allah; mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar; öldürecekler ve öldürülecekler…” buyuruluyor. (et-Tevbe, 111)

Her şeylerini O Varlık Nûru’na fedâ etme düşüncesindeki ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı; şehid olabilmeyi cana minnet bilerek, hayatlarının her ânını cihad hâlinde geçirmeye sevdalanmışlardır.

Âlemlere Rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; son çare olarak başvurulan savaşlarda, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun yarattıklarına karşı rahmet nazarıyla bakmayı, bir savaş hukuku esası olarak ihdas etmiştir.

O «Rahîm ve Raûf» sıfatlarıyla müzeyyen olan Efendimiz, yavrularını emziren köpeğin rahatsız olmaması için, ordunun güzergâhını değiştirmek; Bedir Harbi’nde susuz kalan müşriklerin su kuyularından faydalanmalarına müsaade buyurmak; Mekke’nin fethi gününde umumî af ilân etmek; alınan esirleri misafir olarak karşılamak… gibi sayısız fazîlet örnekleriyle yol göstermiştir. Çünkü bu ilâhî değerler manzûmesinde;

“Bir insanı suçsuz yere öldürmek, bütün insanlığı öldürmek; bir insanı diriltmek de bütün insanlığı diriltmek gibidir.” (el-Mâide, 5) Nitekim; Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bütün savaşlarında, her iki taraftan şehid olan ve ölenlerin sayısı, birkaç yüz kişiyle sınırlıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavsiye buyurduğu savaş hukukuna ait esaslar, İslâm orduları tarafından her devirde uygulanmaya devam edilmiştir. «Nizâm-ı âlem» için sefere çıkan, gazâ rûhuyla mücehhez bu serdengeçti gaziler; sair işgal orduları gibi etrafı kan ve ateşe boğmamışlar; rahmet meltemleri gibi eserek, öncelikle gönülleri fethetmişlerdir. Cihad ve gazâ; «asr-ı saâdet» iklimini cihana yaymak gayesindeki mücâhidlerin gönüllerini tutuşturan bir sevda ateşidir.

Kendisini, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olabilmeye adayanların sonuncusu olan Sultan İkinci Mehmed Han; Fatih olarak şehre girerken, tezâhürat yapan etrafındakilere tevâzu ve hamd ile şu hitâbede bulunarak, gazâ rûhunun esasını hatırlatır:

“Lisân-ı Peygamberî’nin şereflendirdiği mübârek askerler, siz oldunuz. Gazânız mübârek olsun! Kesinlikle çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen ihtiyarları öldürmeyin, kadınlara dokunmayın! Peygamber Efendimiz’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olun!”3 Fatih Sultan;

İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur niyyetim;
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.

diye ifade ettiği ulvî maksat çerçevesinde; köhne Konstantiniyye’yi, Dersaâdet hâline getirir.

Horasan erenleri, Gāzîyân-ı Rum, Bâciyân-ı Rum’un himmetleri ve gayretleriyle Anadolu’nun İslâmlaşmasından sonra; gazâ bayrakları daha da batılarda dalgalanmaya başladı. Hissiyatlarına tercüman olan «Mehter Marşları»nın;

Merdân-ı gazâ aşk ile tekbirler alınca;
Titretti yine rûy-i zemîn Arş u semâyı.
Allah yoluna cenk edelim şân alalım şan:
Kur’ân’da zafer va‘dediyor Hazret-i Yezdan.

nağmeleriyle coşan «nizâm-ı âlem» fedâîleri, üç kıtayı rahmet çerağlarıyla aydınlattılar.

Osmanlı’daki, ordunun önünü açan, Avrupa içlerine kadar atlarıyla fırtına gibi esen akıncı ocakları; denizleri kâfir gemilerine dar eden leventler de, gazâ rûhunun dâsitânî temsilcileridir. Malkoçoğulları, Özdemiroğulları, Mihaloğulları… karalarda; Salih Reisler, Turgut Reisler, Hayreddin Reisler… denizlerde, asırlarca yazdıkları destanlarla tarihe şan vermişlerdir. Bu akıncı rûhunu, Yahya Kemal şöyle aksettiriyor:

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün, dev gibi bir orduyu yendik.

Şanlı mâzîdeki ecdadımız, cihad aşkı ve gazâ rûhuyla izzet buldu; dünya ölçeğinde rağbet gördü. Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi, «nizâm-ı âlem» rüyalarıyla piştiler. Osman Gazi, gazâ ile devlet olma hakkının meşrûlaştığına inanarak, bunu ilân etti. Anadolu Türkmenleri, Osmanlı’nın açtığı gazâ bayrağı altına koştular. Dünyada ve âhirette saâdete vesile olan bu aşkı, Gazi Giray Han şöyle ifade ediyor:

Râyete meylederiz, kāmet-i dil-cû yerine,
Tûğa dil bağlamışız, kâkül-i hoş-bû yerine.

Bugün de, milletimizin bekāsı, dünyevî (seküler) cereyanların yozlaştırıcı tesirlerinin durdurulması için; mukaddeslerin korunması, cihad aşkı ve gazâ rûhunun diri tutulması elzemdir.

_____________________

1 Dr. Murat KAYA: İslâm, Altınoluk Yay. 11, İst. 2009, s. 493.
2 M. Es’ad Erbilî: Mektûbât, s. 67, no: 38.
3 Dr. Murat KAYA: a.g.e., s.: 501.