KORKUNÇ SON

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, bilindiği gibi ilk vahiyden itibaren üç yıl kadar gizli davette bulundu. Daha doğrusu ilâhî mesajı güvendiklerine iletti. Bu merhalede hanımıyla-erkeğiyle, yaşlısıyla-genciyle, kölesiyle-hürüyle bir hayli kişi İslâm ile şereflendi.

İlâhî çağrı; nebevî davetle gönülden gönüle intikal ederken, daha ilk günden itibaren Ebû Leheb işin farkına varmış, üstüne vazifeymişçesine olayın takipçisi olmuştu. Fakat bu takipçilik, nasiplenmek için değildi. Çıkarlarını koruma içindi. İlâhî çağrıya karşı tavır koyarken kılı kırk yararcasına dikkatli hareket ediyordu. Bu yüzden ilk aylar ve ilk yıllar, davet herkese ve açıktan yapılmadığı için, o da herkesin yanında ve açıktan bir tavır takınmıyordu. Gelişen durumlara göre tavır geliştiriyor, duruşunu netleştiriyordu.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, ilk açık daveti yakın akrabalarına ve kabîlesinin en önde gelenlerine yapmıştı. Bunun için kendi evinde yemek ziyafeti vererek, evine çağırdığı kırk kadar yakınını ve Mekke’nin en önde gelenlerini İslâm’a davet etti. Fakat bir anda devreye girip, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın sözünü kesen Ebû Leheb; meclisi dağıttı. Bu onun ilk açık karşı çıkışı idi.

Peygamberimiz -aleyhisselâm- aynı topluluğu evine ikinci defa davet etti. Yemek esnasında kalkıp ilâhî mesajı vermeye başladığında, yine Ebû Leheb devreye girdi. Fakat ona fırsat vermeyen Peygamber -aleyhisselâm-, ilâhî mesajı açık ve net bir şekilde verdi. Araya girip Peygamberimiz’in sözünü kesmeyi başaramayan Ebû Leheb fena hâlde kızdı. İleri-geri konuşarak havayı bulandırdı. Toplanan davetliler de herhangi bir şey söylemeden dağılıp gittiler. Bu onun ikinci açık karşı çıkışı idi.

Safa Tepesi genel çağrısı karşısında; Peygamberimiz -aleyhisselâm-’a herkesin önünde çok ağır bir şekilde hakaret edip, saldırgan bir tavır sergileyerek üçüncü açık karşı çıkışını da yapmış oluyordu.

Üç büyük organizasyonda da, karşı koyup ortalığı bulandıran Ebû Leheb, nihayetinde «Tebbet» tokadı yedi! Bundan bir ders çıkarıp tevbe ederek, kendini toparlayacağı yerde; daha büyük çirkinlikler plânlamaya başladı.

Ebû Leheb, öfkesinden kudurmuş bir hâlde eve geldi. Ümmü Cemil, ondan da beterdi. Köşedeki kalınca mindere otururken, kenardaki su kırbasını alıp, öfkeyle fırlattı bir kenara. Kızlar, annelerinin yanı başına sokulmuşlar, artan bir korku ile öfkeli babalarına bakıyorlardı. Her biri büyük bir şaşkınlık şokundaydılar:

“–Nerede bizim haytalar?”

“–Safa Tepesi’ndeydiler ya! Gelirler şimdi.”

Ebû Leheb, ortalığı ayağa kaldırırken gençler de geldiler. İçeri girer girmez ayağa fırlayan Ebû Leheb, öfkeyle bağırdı:

“–Neredesiniz?”

“–Ne oldu baba?”

“–Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen o adamın kızlarını boşayacaksınız! Yoksa babalık hakkımı helâl etmem size! Ey Utbe, O’nun kızını boşa! Ey Uteybe, O’nun kızını boşa!”

“–Tamam baba, boşarız! Bu kadar bağırıp, boğazımıza sarılmaya ne gerek var?”

“–Hemen boşayacaksınız! Boşayın ki onlarla uğraşsın da, gökten haber geliyor demesin! Benimle de uğraşılamayacağını anlasın! Boşayın kızlarını!”

“–Boşadım.” dedi Uteybe!

“–Boşadım.” dedi Utbe!

“–Bu kadarı yetmez, gidip hakaret ile yüzüne tükürün ki akıllansın!”

“–Ben giderim diye atıldı Uteybe!”1

“–Göreyim seni, rezil et O’nu!”

Ebû Leheb ile Ümmü Cemil ikilisinin altı çocukları vardı. Utbe, Uteybe ve Muattib adlı üç erkek; Dürre, Hâlide (Sebia) ve Azze adlarında üç de kız.2

İşte bunlardan biri olan Uteybe, boyundan büyük bir işe giriştiğinin farkında bile değildi. Önemli bir işi başarmak için yola çıktığına inanarak, adımlarını hızlandırıyordu.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-; aile efradı ile evinde muhabbet bağından gül devşirirken, birden olanca edepsizlik ve gürültüyle kapı açıldı. Kızlar, sokuldular anne-babalarına. Canavar gibi içeri giren Uteybe, annesine sığınmış olan kızlara da canavar gibi bakarak, Rasûlullâh’a döndü! Ağzından köpükler saçarak edepsiz bir şekilde bağırdı:

“–Sana inanmıyorum, getirdiğin dîne de inanmıyorum! Seni sevmediğim gibi, kızını da sevmiyor ve istemiyorum! Boşuyorum onu! Al da başına çal! Tüüü!”

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın mübarek gül yüzüne edepsizce tükürerek, el-kol hareketleriyle beraber, pis pis söylenip kapıya yöneldi.

Küfrün, bir derse ihtiyacı vardı:

“–Yâ Rab! Buna, köpeklerinden-parçalayıcı canavarlarından bir canavar musallat et!”3

Bunu duyan Uteybe’nin sesi-soluğu kesildi. Kapı ağzında çakılıp kaldı. Biliyordu ki O, boşuna konuşmazdı. O’nun dediği olurdu. Kendini nasıl dışarı attığını, güneşin yalayıcı alevlerinden nasıl geçip, eve geldiğini bilmiyordu. Bildiği tek şey, evine geldiğiydi:

“–Ne olmuş sana böyle?”

“–Bedduâ etti bana!” diyerek, anlattı anlatabildiği kadarıyla:

“–O boşuna konuşmaz! Mutlaka dediği olur! Uteybe’yi koruma altına almamız lâzım! O; ne demişse, aynen çıkar çünkü!”

“–Ben hiçbir şeyden korkmam baba!”

“–Ahmak herif! O’nu tanımıyorsun sen! O, ne demişse aynen olur diyorum; anlamıyor musun?”

Diğer kardeşler şaşkınlık şoku yaşarlarken, diken dilli Ümmü Cemil de, korkunç küfürlerle beraber bitmez tükenmez bedduâlar yağdırdı! Peygamber -aleyhisselâm-’a lânet etti!

Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, oldukça kalabalık bir güvenlik kordonu içinde, büyük bir ticaret kervanıyla giden Uteybe’yi, bir aslan parçaladı.

Öyle ki;

Hiç kimse bir şey yapamadı! Uteybe’nin korkunç sonu böyle tahakkuk etmişti. Asıl cezası ise âhirette kesilecekti tabiî!

Ebû Leheb ve Ümmü Cemil gibi nasipsiz ailenin çocuklarından Dürre erken zamanda, diğerleri de Mekke’nin fethinde müslüman olup, sahâbîler arasında yerlerini alacaklardı. Yani erkek çocuklarından da Uteybe hariç, diğerleri geç de olsa İslâm ile şerefleneceklerdi.4

Her ne olursa olsun, İslâm güneşi doğmuş; Peygamber Efendimiz bütün herkesi İslâm aydınlığına davet ediyordu.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

______________________

1 Utbe ile Uteybe isimleri kaynaklarımızda birbiri yerine ifade edilerek bir karmaşa ile nakledilmiştir. Bazılarında bu kişi Utbe olurken, bazılarında da Uteybe olarak geçmektedir. Biz burada Uteybe rivâyetini esas aldık.
2 İbn-i Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 2, s. 387; Kelbî, Kitâbu’l-Esnâm (Putlar Kitabı), s. 35; Dımeşkî, es-Sübûlü’l-Hudâ ve’r-Reşâd fî Sîret-i Hayri’l-İbâd, c. 6, s. 105.
3 Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 4, s. 413; Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 160.
4 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, 401; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 4, s. 56; Dımeşkî, es-Sübûlü’l-Hudâ ve’r-Reşâd fî Sîret-i Hayri’l-İbâd, c. 2, s. 453.