KİBRİNE TÖVBE ETMESEYDİ!

Handenur YÜKSEL

Çeştiyye velîlerinin büyüklerinden olan ve soyu, baba tarafından Hazret-i Ömer’e dayanan Feridüddin Mes‘ud Genc-i Şeker Hazretleri, 1174’te Hindistan’ın Delhi şehrinde dünyaya geldi. İlim öğrenmek için küçük yaşta Gazne, Bağdat, Buhârâ, Kudüs, Mekke ve Medine’ye seyahatler yaptı. Talebelerine;

“Hiçbir şey kaybedilmiş vakti telâfi edemez.” diyerek zamanın değerini vurgulayan Feridüddin Mes‘ud, canlı bir tevâzu örneğiydi, çok zengin talebeleri olmasına rağmen, sürekli fakirlik içinde yaşadı. 1265’te 91 yaşında iken vefat eden büyük velî, Hindistan’daki Mültan şehrine defnedildi. Mültan’daki türbesi, günümüzde binlerce ziyaretçi ile dolup taşmaktadır.

***

Feridüddin Mes‘ud Hazretleri, bir gün talebeleriyle birlikte bir mecliste sohbet ederken, içeriye pek çok sırlı işin ustası bir yogi girdi. Amacı, uzun süredir şöhretini duyduğu velînin mânevî gücünü ölçmekti. Fakat Genc-i Şeker’i görür görmez kendisini yerde buldu, kalkmak istediyse de kalkamadı. Feridüddin Mes‘ud, ona başını kaldırmasını söyledi, ama o ne başını kaldırabildi, ne de konuşabildi. Israr edilince ise, büyük bir güçlükle başını kaldırdı ve titrek bir sesle şöyle söyledi:

“–Heybetiniz bana o kadar tesir etti ki, konuşamıyorum!”

Bunun üzerine Genc-i Şeker, mecliste bulunanlara şöyle buyurdular:

“–Bu yogi, gücünün verdiği gururla buraya övünmeye gelmişti. Fakat Allah Teâlâ kibirlenmeyi asla sevmez. Eğer kibrine tövbe etmemiş olsaydı, ölünceye kadar bu durumda kalacaktı.”

EĞER PADİŞAH BİZ İSEK!

1432’de Edirne’de doğan Fatih Sultan Mehmed, çok genç yaşta tahta çıktı. Daha çocukluğunda büyük sorumlulukları sırtında taşıdı, Osmanlı tahtında bulunduğu süre içinde kesintisiz seferler ve gazâlarla meşgul olarak 17 devlet, 200 küsur şehir ve kale fethetti.

Ulemâyı, şairleri, tasavvuf erbabını ve sanatkârları daima koruyan ve kollayan, ilmî gelişmeler sağlamak için müesseseler kuran, bu hedeflere ulaşmak için büyük imkânlar harcamaktan çekinmeyen Fatih Sultan Mehmed; 5 Mayıs 1481’de 49 yaşında iken vefat etti. O; İstanbul’un fethiyle İslâm dünyasını neşe ve sevince boğdu.

***

Yıl 1444 idi… Sultan Murad tahttan ferâgat ederek, Manisa sarayına çekilmeye karar vermiş, bu ferâgat üzerine Osmanlı tahtına henüz 13 yaşında bulunan oğlu Şehzade Mehmed geçmişti. Bu değişiklik Devlet-i Aliyye’nin düşmanlarını cesaretlendirmişti.

Karamanoğlu, Macar Kralı’na yazdığı mektupta;

“Osmanoğlu delirmiş, tahta oğlunu geçirdi. Türk’e vurmak için bundan iyi fırsat mı olur?” diyordu. Kardinal Cesarini de, müslümanlara karşı verilen sözden dönmenin sevap olduğunu söyleyerek, Osmanlı ile imzalanan Segedin Antlaşması’nın ihlâl edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Böylece içinde Macar, Leh, Eflâk, Çek, Hırvat, Sloven, Slovak kuvvetleriyle, Venedik donanmasının da katılacağı büyük bir haçlı ordusunun kurulmasına başlandı.

Çandarlı Halil Paşa da; batı dünyasındaki bu gelişmeler üzerine II. Mehmed’e, pederi II. Murad’ı yeniden tahta çağırmasının isabetli olacağını bildirdi. Sultan Murad, tahta geçmesi gerektiği belirtilen bir mektupla yeniden vazifeye çağrıldıysa da, kabul etmemiş, nâzik bir şekilde reddetmişti. Bu defa oğlu Sultan II. Mehmed, babasına şu mealde bir mektup gönderdi:

“Eğer padişah biz isek size emrediyoruz, gelip ordunuzun başına geçin; yok siz iseniz, gelip devletinizi müdafaa edin!”

Bu mektup üzerine tereddütleri ortadan kalkan Sultan II. Murad, başkumandan sıfatıyla ordusunun başına geçerek düşmana doğru yöneldi.

TOZ, NAMUSUNU KİRLETMEZ!

Ahmed Cevdet Paşa; 1823’te, Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğdu. Devlet hizmetine 21 yaşında Premedi kazâsı kadılığı ile başladı. 1850’de Dârülmuallimîn müdürlüğüne getirildi, bir yıl sonra da Encümen-i Dâniş âzâlığına seçildi. 1853’te (1774-1826 devresi) Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirilen Cevdet Paşa, bir yandan da zamanın siyasî olaylarını anlatan Tezâkir-i Cevdet’i kaleme aldı. 1863’te Anadolu kazaskerliğine tayin edilen Cevdet Paşa, üç yıl sonra vezâret rütbesiyle ödüllendirildi. Şûrâ-yı Devlet üyeliğiyle Evkaf, Adliye, Dâhiliye ve Maarif nâzırlığı da yapan Paşa, 26 Mayıs 1895’te Bebek’teki evinde vefat ederek, Fatih Camii hazîresine defnedildi. Kendisine şöhret kazandıran en büyük hizmeti, Hanefî fıkhına dayalı bir kanun kitabının (Mecelle) hazırlanmasıdır.

***

Ahmed Cevdet Paşa 1863 yılında Bosna eyâletini teftişle görevlendirilmişti. O sırada Sırplar, sıkı bir şekilde askerî eğitimle meşgul olduklarından, bahar mevsiminde Bosna taraflarına saldıracakları söylentisi çıkmıştı. Bu ihtimale karşılık, orduya destek olmak ve masrafı bölge halkından karşılanmak üzere iki alaydan oluşan yeni bir askerî birliğin teşkil edilip silâhaltına alınması ve hızlı biçimde eğitilmesi plânlanmış; bu düşünce, Cevdet Paşa tarafından süratle hayata geçirilmişti.

Aradan sadece bir ay geçmişti, sancak teslim töreni yapılacaktı. Paşa, yeni askerin kışladan şehir meydanına doğru talimli biçimde yürüyerek, halkın mâneviyatını yükseltmesini istiyordu. O gün Bosna halkı, şehir meydanını hıncahınç doldurmuştu. Bosna 1. Taburu’nun talimli neferleri tüfekleriyle, yürüyüş talimi öğrenebilmiş olanları ise tüfeksiz olarak kışladan çıkıp meydana doğru yürüyüşe geçtiler… Yeni askerin kısa sürede kazandığı bu olağanüstü seviye, ahâliyi o derece duygulandırmıştı ki, pek çoğunun gözlerinden sevinç gözyaşları dökülüyordu. Dersaâdet’ten gönderilen alay sancağını Vali Bey tutuyordu. Cevdet Paşa da sancağın bir yanından yapışıp tabura şöyle seslendi:

“Gazi Boşnaklar! İşte Bosna birinci alayının sancağı budur. Bu sancak, şevketli padişahımızın Bosna’ya emânetidir ki, bu birinci alay için büyük bir iftihar vesilesidir.

Gaziler! Bu sancağın şan ve namusunu koruyacağınızdan şüphe duymuyorum. Fakat sancağın namusunu korumaktan ne anlıyorsunuz? Üzerine toz konmasın diye kapalı bir yerde tutmak mı? Hayır, öyle değil… Toz, toprak ve kurşun yarası onun namusunu kirletmez. Belki kurşun taneleriyle delik deşik olsa şan ve şerefi artar. Onun namusu ancak düşman önünde ayaklar altına düşerse kirlenir. Sizler bunun için canınızı fedâ edeceksiniz!” diyerek, sancağı alayın başındaki subaya teslim etti. Sancağın tesliminden sonra tabur imamı duâ etti. Ardından yeni askerler üç defa;

“Padişahım çok yaşa!” diye bağırdılar, sonra da kaleden yirmi bir pâre top atıldı.

ELMA KOKUSU!

Romancı ve yazar Abdülhak Şinasi HİSAR, 1887’de İstanbul Rumelihisarı’nda doğdu.

On bir yaşında Galatasaray Sultânîsi’ne girdi. 1905’te oradan ayrılarak Paris’e gitti. 1908’e kadar Paris’te École Libre des Sciences Politiques’e devam etti. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra (1908) Türkiye’ye dönen yazar, İstanbul’da Osmanlı Bankası ve Reji İdaresi’nde, 1931’den sonra ise Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. 1948’de İstanbul’a dönen Hisar, bir süre Türk Yurdu Dergisinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Abdülhak Şinasi, 3 Mayıs 1963’te İstanbul Cihangir’de vefat etti.

***

Meyve ile arası hiç de hoş olmayan Abdülhak Şinasi, davet edildiği yemek masalarına meyve konulmasını istemezdi. Meyveye olan bu alerjisi sebebiyle manavların önünden geçerken bile yüzünü ekşitir, gözlerini çevirip tezgâhlara bakmazdı. Bir defasında bindiği taksiyi hemen durdurmuş, dışarı fırlamıştı. Şaşkınlıkla kendisine bakakalan ve bu davranışının sebebini soran şoföre şöyle çıkışmıştı:

“Bu arabada elma kokusu var!”