ET YEMEZLER MAHALLESİ…

İrfan ÖZTÜRK

Dilin âfetlerinden birisi de gıybettir.

Gıybet; bir kimsenin gıyabında yani hazır bulunmadığı zaman, arkasından, hoşlanmayacağı bir sözü söylemektir. Yani bir kimsenin hâlini, fiilini veya kavlini hazır bulunmadığı zaman söylemek ve onu çekiştirmektir.

Gıybeti iftira ile karıştırmamalıdır. İftira bir kimsenin yapmadığı veya söylemediği bir şeyi ona isnat etmektir.

Gıybet, büyük günahlardandır. Ağır bir vebal, çirkin bir iştir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün ashâbı ile sefere çıkmıştı. Bir konak yerinde çadırlar kuruldu. Yemekler hazırlandı. Bu esnada Selmân -radıyallâhu anh- uyuyordu. Bazı kimseler de aralarında konuşuyor ve;

“–Bir kısım insanlar, hep hazıra konmak isterler. Beklerler ki, her şey hazırlansın, düzeltilsin, yemek önlerine gelsin ve yesinler.” diyorlardı. Derken Selmân -radıyallâhu anh- uyandı. Kendisini Rasûl -aleyhisselâm-’a gönderdiler ve katık getirmesini istediler. Selmân, huzûr-i Rasûlullâh’a vardı:

“–Yâ Rasûlâllah! Arkadaşlar, varsa ekmeklerine katık istiyorlar.” dedi.

Efendimiz büyük bir sükûnetle;

“–Onlar, şimdi katıklarını yediler.” buyurdu.

Selmân -radıyallâhu anh-, geri döndü ve Efendimiz’in sözlerini kendilerine bildirdi. Bir şey anlayamadılar:

“–Biz, henüz katık yemedik. Ama Peygamber Efendimiz de yalan söylemez. Gidelim, bize bu sözü neden dolayı buyurduğunu anlayalım.” dediler ve hep birlikte huzûr-i saâdete gittiler:

“–Yâ Rasûlâllah! Bizim için «katık yediler» buyurmuşsunuz. Sen’i gönderene yemin olsun ki biz yemek yemedik.”

Efendimiz;

“–Sizler, Selmân’ın (gıybetini yapmaktan dolayı, etiyle) katıklandınız.” diyerek nâzil olan Hucurât Sûresi’nin 12. âyetini okudular:

“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (İbn-i Kesîr, Tefsir, IV, 231; Müzekki’n-Nüfûs)

Üç çeşit dedikodu (gıybet) vardır:

1. Nifak İfade Eden Dedikodu:

Gıybetini yaptığı kişinin, adını açıktan söylemeden, fakat kalben bir kişiyi kastederek yapılan gıybettir. Kişi güya isim vermeyerek gıybet etmiyormuş gibi gözükmeye çalışır, fakat îmâlarla, işaretlerle hem kötülük muradına erer, hem dinleyenlerde bir sürü soru işareti bırakır. Bu gıybetin münafıkçasıdır.

Demek ki nasıl olsa adını vermiyorum tarzı îmâlarla da olsa, başkasının arkasından konuşmamalıdır.

2. Günah Olan Dedikodu:

İsim vererek, nifak yapmadan yapılan dedikodudur. Haramdır, kul hakkıdır.

3. Mubah Olan Gıyapta Konuşma:

Fâsık ve zalimlerin yanlışları gıybet kapsamında koruma altında değildir. Onların kötülüklerinin, bilmesi gerekli olan kişilere aktarılması gıybet olmaz. Ancak bir gaye olmaksızın kötülüğün ifşâsı da yine hayırlı değildir. Sadece; başkalarının mağdur olmaması, düzeltebilecek kişilerin bilgilendirilmesi ve yaşanan haksızlığın gerekli makamlara bildirilmesi gibi faydalı gayelerle konuşulabilir.

Gıybette insanın mâneviyatına müthiş zararlar vardır.

Ashâb-ı kiramdan bir zât buyurmuştur:

“Bir gün mescidde oturuyordum. Bazı kimseler, birisi hakkında dedikodu yapmaya başladılar. «Yapmayın!» dedim. Başka bir söz açtılarsa da konuşa konuşa ilk konuştukları dedikoduya konuyu getirdiler. Ben de bazılarına söylendim ve sonra istiğfar ederek çıktım evime gittim.

O gece rüyamda uzun boylu, kara yüzlü birisi bir tabak içinde domuz eti getirdi ve bir parçasını bana vererek;

«Haydi, ye bunu!» dedi.

Ben, yemek istemedim. Zorla ağzıma soktu, uyandım. O etin kokusunu ağzımda buldum. 30-40 gün kadar o etin kokusu damağımdan gitmedi ve her defasında beni tiksindirdi.”

Büyük zâtların gıybet konusundaki ölçüleri de büyüktür. Bakın Müzekki’n-Nüfûs adlı eserde anlatılan Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh-’in şu ibretli kıssasına:

Bir gün bir cenâze namazına gittim. Biraz bekledim, bir derviş geldi ve halktan para toplayarak dilendi. Kendi kendime;

“–Ne hoş derviş olurdu ama, keşke dilenmeseydi.” diye hatırımdan geçirdim. Bu mesele üzerinde fazla bir şey düşünmedim ve zikrimle meşgul oldum. Namaz kıldım ve odama gidip oturdum. Murâkabeye vardım. Birisi, üzerinde bir adam ölüsü bulunan bir sini getirdi; önüme koydu;

“–Şunu ye!” dedi. Örtüsünü kaldırdım baktım. Cenâze namazı kılmak için beklerken dilendiğini gördüğüm ve içimden kınadığım derviş idi.

“–Ben, insan eti yemem!” diyecek oldum;

“–Cenâzede bunun etini yemiştin. Şimdi neden yemiyorsun?” dedi.

“–Ben, onu dilimle söylemedim, gönlümden geçirdim.” deyince;

“–Dervişlerin gönlüne gelen de gıybettir.” cevabını verdi.

“–Hemen kalktım, gittim, o dervişi buldum. Hakkını helâl ettirdim. Bir daha gönlümden dahî gıybet etmeyeceğime tövbe ettim ve gıybetin ne olduğunu anladım.

Ey kardeş!

Gıybetin âhiretteki cezası da, kul hakkı olarak çok ağırdır. Gıybet eden kişinin, emek emek yaptığı hayırları, tuttuğu oruçları, kıldığı namazları, bütün bu ibâdetlerin sevapları alınıp, gıybet ettiği kişiye verilecektir.

Yarın kıyâmet gününde herkese beratları verilirken, bazı kimseler defterlerinde işlemedikleri bazı güzel amellerin de bulunduğunu görürler ve niyazda bulunurlar:

“–Yâ Rabbî! Ben bu amelleri, bu oruçları, bu namazları, bu iyilikleri dünyada iken işlemedim. Acaba bu berat bana yanlış mı verildi?”

Hak Teâlâ buyurur:

“–Ey kulum! Bazı kullarım senin için dedikodu ettiklerinden, o günahları işleyenlerin sevaplarının da senin defterine yazılmasını irade buyurdum. Onların bütün güzel amelleri, oruçları, namazları, iyilikleri hep senin defterine yazıldı.”

Hasan Basrî -rahmetullâhi aleyh-’e geldiler ve dediler ki:

“–Filân kişi, seni zemmetti.”

Hasan Basrî Hazretleri, hemen o adama hediyeler gönderdi ve;

“–Şunları lütfen kabul etsin. Sevabını bize vermiş. Gerçi bu hediye, bu sevabın karşılığı değil ama mazur görsün.” diye haber gönderdi.

Vaktiyle İstanbul’da, Et Yemezler Mahallesi diye bir mahalle varmış. Merak eden bir zât İstanbul’a gelerek bu mahalleyi bulmuş, gezmiş, lokantalarında yemek yemiş, evlere misafir olmuş, görmüş ki; hem lokantalarda hem de evlerde et yenmektedir. Hayret etmiş. Et yenen mahalleye, neden «Et Yemezler Mahallesi» şeklinde levha asılmıştı?

Meraklı zât, o mahallenin eşrafından birisini bulup merakını gidermek için bu işin esrarını sormuş. O zât;

“–Evlât, bizim mahallemize bu ad, et yemedikleri için değil; gıybet etmedikleri için verilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Hucurât Sûresi’nin 12. âyetinde;

“Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” buyuruyor diyerek meraklı kişinin merakını gidermiş, hem de kıyâmete kadar gelecek ümmete önemli bir mesaj göndermiş.

Ey kardeş! Ne olur, bizim de mahallemiz et yemezler mahallesi; evimiz, et yemezler evi; ağzımız, et yemezler ağzı; dilimiz, et yemezler dili olsun.

Allah, Et Yemezler Mahallesi levhasını gönlümüze asarak bu çirkin günah ve âfetten kurtulmayı nasip ve müyesser eylesin.

Koymuşlar mahalleye,
Et yemezler ismini…
Hiç kimse dişlemeye,
Kardeşinin cismini… (Gülzâr-ı İrfan)