SAHÂBENİN ŞEHÂDET ARZUSU

Sami GÖKSÜN

Ne mutlu o kişiye ki, hayatının sonucunda;

Bulur şanlı Peygamberi, şehid olurken başucunda…

Mus‘ab -radıyallâhu anh- yirmi üç yaşındaydı. Uhud Savaşı’nda İslâm ordusunun sancağını taşıyordu.

Yemin etmişti Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-…

Allah Rasûlü’nü, canı pahasına korumak için and içmişti.

Elinden gelen bütün gayreti kahramanca gösteriyordu. Bir ara çarpışma şiddetlendi, toz-duman birbirine karıştı. Tam bu esnada bir müşrik askeri, kılıcını Mus‘ab -radıyallâhu anh-’ın koluna indirdi ve bir kolunu şehid etti. Mus‘ab -radıyallâhu anh-, sancağı düşürmeden öbür koluna aldı; bir müddet de o koluyla taşıdı, bir anda indirilen başka bir kılıç darbesiyle o kolu da şehid oldu. Sancağı müşriklere kaptırmamak için bütün vücuduyla âdeta bir kol oldu, sancağa sarıldı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sarılır gibi sarılıyordu sancağa… Çok geçmedi, şehâdete erdi.

Sancak, şimdi bir başka sahâbînin elindeydi. Fakat Allah Rasûlü, Mus‘ab’ı yine de savaşıyor görüyordu. Ne idi bu hâl?

Hikmeti anlaşıldı:

İslâm sancağı gibi, Hazret-i Mus‘ab’ın yeminini de yerde bırakmadı Cenâb-ı Hak… Mus‘ab sûretinde bir melek indirdi, onun adına yeminini gerçekleştirdi.

Savaş bitti; başta Hazret-i Hamza ve Mus‘ab bin Umeyr olmak üzere yetmiş sahâbî şehâdet şerbetini içmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, savaş meydanında gözyaşları dökerek dolaşıyordu.

Mus‘ab bin Umeyr’in şehid olmuş bedeninin bulunduğu yere gelince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başucuna oturdu ve şöyle bir baktı kanlar içinde kalmış yüzüne;

“Ey Mus‘ab sen ne kadar güzelsin böyle? Saçların ne kadar güzel?” dedi ve saçlarını kan dolmuş hâliyle eline alarak okşadı.

Sahâbe-i kiram Allah Rasûlü’ne bağlılığını öyle bir hâle getirdi ki;

«Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!» diyebilme kıvamına erdiler. Onu korumak için canlarını fedâ ettiler; «Allah Rasûlü’ne bir zarar gelirse bizim hâlimiz nice olur?!.» diye tir tir titrediler.

«Haydi cihada!» çağrısına gözlerini kırpmadan iştirak ettiler. Biliyorlardı ki sonunda cennette Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le beraberlik vardı. Onlar;

“Allah yolunda katledilenleri ölü sanmayın.” âyetine yürekten inanıyorlardı.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde bu konuyu şöyle bildiriyor:

“Allah yolunda katledilenleri ölü sanmayın, bilâkis Rableri katında diridirler. Allâh’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 169-170)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu konudaki arzusunu şöyle dile getiriyor:

“Rûhum kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; Allah yolunda cihad edip öldürülmemi, sonra tekrar dirilip gazâ ederek tekrar öldürülmemi, kezâ dirilip gazâ uğrunda öldürülmemi arzu ederim.” (Müslim, İmâre, 103) Bu arzu, şehidliğin çok yüce bir makam olduğunu ortaya koymaktadır. Allah Rasûlü’nün bu güzel şehidlik arzusu, ashâbına da yansımıştı.

Sahâbeden Sa‘d Bin Ebi Vakkas -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“–Uhud Savaşı’nda; bir ara baktım, Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- yanıma geldi. Dedi ki:

«–Şöyle bir kenara çekilsek, ben duâ etsem, sen «âmîn» desen; sonra istersen sen duâ et, ben âmîn diyeyim olmaz mı?»

Ben de davetine icâbet ettim ve;

«–Olur.» dedim. Bir kenara çekildik. Önce ben duâ ettim:

«–Allâh’ım! Bugün benim karşıma güçlü-kuvvetli birini çıkar, onunla çarpışalım, ben onu öldüreyim. Böylece hem en büyük hizmeti yapmış olayım, hem de ganîmetimi alayım.»

Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- bu duâya;

«–Âmîn!» dedi. Allâh’a yemin olsun istediğim oldu. Sonra Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- duâ etti:

«–Allâh’ım! Bugün benim karşıma güçlü-kuvvetli, zorba birisini çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım. Sonra o beni öldürsün. Bununla yetinmeyip karnımı yarsın. Kulaklarımı, burnumu kessin ve ben o hâlimle huzûruna çıkayım. Sen bana;

‘–Kulum Abdullah! Sana verdiğim âzâları ne yaptın?’ diye sorduğunda ben de;

‘–Ey Rabbim! Emânet olarak verdiğin o âzâları yerinde kullanamadım. Haklarını veremedim. Sağlam olarak onlarla Sen’in huzûruna çıkmaktan hayâ ettim. Bunun için onları Sen’in Rasûlü’nün yolunda harcadım.’ diyeyim. Sen de bana;

‘–Doğru söyledin.’ diyesin ve beni affedesin… »

Bu duâya «âmîn» demek içimden hiç gelmedi. Fakat sözleştiğimiz için «âmîn» dedim. Vallâhi onun duâsı benimkinden daha hayırlı idi. Vallâhi onu akşama doğru şehid olmuş olarak, burnu ve kulağı kesilmiş hâlde gördüm. Burnu ve kulağı bir ipe asılmış sallanıyordu.”

Bir sefer öncesi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tesirli bir konuşma ile müslümanları cihâda teşvik ediyordu:

“Ey ashâbım! Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allâh’a yemin ederim ki her kim, bugün düşmandan yüz çevirmeyip sebat eder ve çarpışa çarpışa şehid olursa; Cenâb-ı Hak, onu mükâfat olarak elbette cennetine koyacaktır. Bugün şehid olacakları Firdevs cenneti hazır olarak beklemektedir.”

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu müjdesini işiten Umeyr bin Humam -radıyallâhu anh- daha bir aşka geldi:

“Ah ne kadar güzel! Cennetle aramızda bir nefeslik mesafe kalmış… Demek ki cennete gitmek için Allah yolunda cihada katılıp şehid olmak kâfî…”

Umeyr bin Humam -radıyallâhu anh- torbasından hurma çıkardı, yemeye başladı ve sonra;

“Şu hurmaları yiyinceye kadar yaşarsam bu uzun bir süredir.” dedi ve hurmaları atarak düşman saflarına daldı. Orada şehid oldu. (Müslim, İmâre, 145; Ahmed, III, 137)

Sahâbe-i kiram cihad duygusu ve şehidlik arzusu ile dopdolu idi. Cihad meydanları onlar için Allâh’a en yakın meydanlardı.

Peygamber Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbe önce cihad sonra şehidlik noktasında aynı duygu birliği içindeydiler. Bunlar arasında genç sahâbîler çok önemli bir yer tutmaktadır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Harbi’ne çıkmadan önce orduyu gözden geçiriyordu. Savaşa katılmak isteyen fakat yaşı küçük olan gençleri eliyordu. Semüre bin Cündeb ile Râfi‘ bin Hadic de henüz küçük oldukları için geri çevrilmişti. Züheyr bin Râfi‘ -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Râfi‘ iyi bir okçudur.” diyerek harbe katılması arzusunu belirtti. Râfi‘ bin Hadîc anlatıyor:

“–Ayaklarımda ayakkabılarım vardı. Parmaklarımın ucuna basa basa sünerek uzun görünmeye çalıştım. Rasûlullah orduya katılmama izin verdi. Bana müsaade edildiğini duyunca, Semüre bin Cündeb de üvey babası Mürey bin Sinan’a koştu ve şöyle dedi:

«–Babacığım! Rasûlullah Efendimiz, Râfi‘e müsaade etmiş. Hâlbuki ben güreşte onu yenerim.»

Mürey bin Sinan -radıyallâhu anh-;

«–Yâ Rasûlâllah! Benim oğlumu geri çevirip Râfi‘e izin vermişsiniz. Fakat oğlum güreşte Râfi‘i yener.» dedi. Allah Rasûlü, Semüre ile bana;

«–Haydi, güreşin bakalım.» dedi.

Güreştik, neticede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona da izin verdi.”

İşte sahâbe-i kiram; genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla Allah Rasûlü’nün cihad emrinin yanında yer alabilmek için, böyle çırpındılar.

Aynı hissiyâta, Malazgirt’te, Haçlı seferleri karşısında, İstanbul’un fethinde ve Çanakkale müdâfaasında da şahit olmaktayız. Peygamber Efendimiz’in ashâbı üzerinden bize kazandırdığı bu idrak olmasa, ne fetihler gerçekleşebilirdi, ne de akın akın gelen düşman istilâsına karşı konabilirdi.

Cenâb-ı Hak, bizlere ve nesillerimize de sahâbe-i kirâmın bu teslîmiyetinden ve cihad aşkından hisseler nasip eylesin. Âmîn…