Câhiliyye Şiddetinin İlâcı KUR’ÂN VE SÜNNET’İN RAHMET İKLİMİ…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

AİLE SIRRI

Cenâb-ı Hak; ehadiyyeti, tekliği Zâtına mahsus kıldı. Yarattığı her şeyi çiftler hâlinde halk etti. İnsanı da erkek ve kadın olmak üzere, bir çift hâlinde yarattı.

Erkek ve kadını; Zâtının / kendinin adıyla birbiriyle nikâhlayarak, aile müessesesini teşkil etti. İnsanlık, Hazret-i Âdem ve Havvâ Vâlidemiz’in Allah adına kurdukları ilk aileden helâl ölçülerle neş’et etti.

Cenâb-ı Hak; insanı, doğduğu andan itibaren yıllarca anne şefkatine, baba terbiyesine ihtiyaç duyacak zayıflıklar ve âcizlikler içerisinde yarattı. Fânîlik sırrı ve yaşlanma hikmetiyle, ilerleyen yaşlarda da anne-babayı evlâtlarına muhtaç kıldı.

Böylece, birbirlerine; meveddet, muhabbet, şefkat, merhamet, itaat, hamiyet, sadâkat ve vefâ gibi güzel ve mûtenâ hislerle bağlı bir toplum meydana geldi. Bu cemiyetin en büyük babası, Hazret-i Âdem aynı zamanda bir peygamberdi.

İlâhî hikmet, erkek ve kadına fıtrî husûsiyetlerine münasip hak ve vazifeler verdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurdu:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ulsünüz… Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, evinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Vesâyâ, 9)

Cenâb-ı Hak; bir imtihan sahnesi olan dünyada, Hak rızâsına uygun bir cemiyetin dokusunu, ailelerin teşkil etmesini murâd etti.

Bu hikmetle;

Peygamberleri asil, nezih, tertemiz ailelerden, sülâlelerden seçti. İnsanlığa, ilâhî tâlimatlarını tebliğ ederken, hâlleri, davranışları ve ahlâklarıyla, Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulluğu da sergileyen peygamberler, ümmetlerine uyguladıkları terbiyeyi evvelemirde ailelerinde gösterdiler.

Peygamberler Sultânı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Efendimiz de; Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail zürriyetinden gelen, nurlu alınlardan, helâli gözeten izdivaçlardan müteşekkil bir aileden dünyaya geldi.

İffetli, tertemiz, nezih bir gençlikten sonra; yirmi beş yaşında Hazret-i Hatice Vâlidemiz ile, cihanın en huzurlu, en mesut, en güzel saâdethânesini kurdu. Sonraki izdivaçlarıyla da, mübârek kerîmeleri Hazret-i Fâtıma, damatları Hazret-i Ali ve cennet delikanlıları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin ile de cihanın en mesut, en hayırlı ailesinin, ehl-i beytin ve saâdetin şifresini insanlığa takdim etti.

Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi, üsve-i hasene hükmündeki ahlâkı bizim için; aile hayatımızda da huzûrun mihengi…

AİLE SAÂDETİNİN KISTÂSI…

Bizim kıymet ölçümüz, Peygamberimiz’dir. Bizim saâdet mîzânımız Fahr-i Kâinât Efendimiz’dir. O’nun rûhânî dokusundan ne kadar nasîb alınabildiğinin mihengi ve ölçüsü de, ashâb-ı kiramdır.

Erkek veya kadın, koca veya hanım, erkek evlât veya kız evlât; her kim, kendi vasfını o mübârek aileye ne derecede benzetebilirse, iki dünyada saâdet ve huzûru o kadar tahsil edebilecektir.

Ümmet-i Muhammed’in 14 asrı aşan tarihi boyunca, fert ve cemiyette bu ilâhî kıymet ölçüsüne riâyet edenler; rahmete nâil oldular. Bu ölçüden uzak kalanlar da, şiddet ve mihnete dûçâr oldular.

Günümüzde; Efendimiz’in rahmet vesilesi olan sünnet-i seniyyesinden uzak, hantal yürekler, kaba kuvvetin esiri olarak, kadına şiddetle muâmelede bulunuyor.

İslâm’ın; anne vasfıyla, cenneti ayaklarına serdiği, hanım vasfıyla hukukunu deruhte ettiği, evlât vasfıyla üzerine titrenen, süsler içerisinde yetiştirilen nâdîde bir çiçek olarak takdim ettiği kadın; hoyrat, merhametsiz ellerde dövülen, evden atılan, fuhşa zorlanan, ırzına saldırılan, yaralanan, öldürülen, her hâlükârda sömürülen bir varlık hâline getirildi. Bir vitrin malzemesine dönüştürüldü. Nefsânî arzuların hoyratlığına dûçâr edildi.

Oysa;

Bir pırlantanın çöp tenekesine düşmesi ne kadar hazindir! Çöpe düşen pırlanta ne kadar talihsizdir! Tıpkı kaldırım kenarlarında açan çiçekler gibidir ki, ayaklar altında ezilmeye mahkûmdur!

CÂHİLİYYEDEKİ GİBİ…

İslâm’ın fecri sökmeden önceki câhiliyye karanlığında da kadının hâli böyle perişandı. Kız evlât, daha doğduğunda babasının abus, öfkeden kararmış çehresiyle karşılaşmakta; nice talihsiz bebek, babasının elleriyle, ana yüreğinden çaresiz feryatlar içinde sökülüp diri diri toprağa gömülerek katledilmekteydi.

Ölümden kurtulsa da çilesi bitmezdi. Süren kabîle çekişmelerinde, onun ırzını pâyimâl etmek düşmana yapılacak en büyük hakaretti.

Evlense de çilesi bitmezdi. O hak ve hukuk tanımaz, terör ve anarşi devrinde, evli kalsa da boşansa da dâimâ horlanan, ezilen, hakları gasp edilen, eşya gibi devredilen, ancak nefsânî maksatların tatminine yarayan, aşağılık bir varlık olarak görülmekteydi.

Fuhşiyâtın revaçta olduğu cemiyette, iffetsizlik girdabı kadını daha perişan dehlizlere fırlatmaktaydı.

Nesil, sahipsizdi.

İster anne, ister eş, ister evlât… kadın, sahipsizdi!..

O karanlık devir, tam bir terör devriydi. Varlığın Nûru Efendimiz’in risâlet ömrü bir veçhesiyle bu vahim ve şedit terörle mücadele hamlesiydi.

Mekkî sûrelerde birbiri ardına îkazlar geldi:

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda, … Kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.” (et-Tekvîr, 8-9, 14)

“Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü kapkara kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp, eşinden-dostundan saklanmaya çalışır.

Şimdi ne yapsın: «Hor, hakir, itilip kakılan bir belâ olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın?» diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!” (en-Nahl, 58-59)

Âlemlere sonsuz bir rahmet ikramı olan Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi; kabalık, zulüm, çirkinlik ve hırçınlığın elinden, kadını ve erkeğiyle, yaşlısı ve çocuğuyla insanı kurtarmakla kalmadı, hayvanâtı, hattâ nebâtâtı dahî rahmet ve şefkatle muhafaza etti.

Bir bakıma bütün mahlûkātı merhamet kanadının altına aldı;

VARLIĞA RAHMET ŞEHBÂLİNİ GERDİ…

O’nun gönlü ağaçların kökünden silkelenmesine, tahrip edilmesine râzı olmadı…

Şefkatle müdahale etti…

Mahlûkātın sütünün; kirli, kaba, uzun tırnaklarla haşin bir şekilde sağılmasına, hele yavrusuna hiç bırakmadan tamamının alınmasına gönlü râzı olmadı.

Temizliği, şefkati, merhameti öğretti.

Bineklerin üzerinde sohbete dalınmasına gönlü râzı olmadı.

İnceliği, zarâfeti anlattı.

Yavrusunu emziren bir anne köpeğin huzûrunun bozulmasına gönlü râzı olmadı ve koskoca ordunun güzergâhını değiştirdi.

Fedâkârlığı, rikkati yaşattı.

Hele yanık bir karınca yuvası görünce feverân etti… Fazla yük yüklenen develer dahî gelip ona nazlandı.

Velhâsıl, O; nûrunun yağdığı her yerde, şiddeti kökünden izâle etti, rahmete, rikkate, inceliğe, zarâfete vesile oldu. Mehmed Âkif’in veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, O Rahmet Peygamberi’nin risâletinin bir tarafı da fert ve cemiyeti, zulüm ve cehâletten kurtarmak, rahmet ve adâleti tesis etmekti:

Bir nefhada insanlığı kurtardı O Ma‘sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, şer‘-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi…
Medyundur O Ma‘sûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Fahr-i Kâinât Efendimiz ile her varlık gibi, kadın da rahmete gark oldu.

Kadın; hanımlığın sultanlığına, anneliğin şerefli tahtına oturdu. Evlilikte, talâkta, mîrasta, evde ve sokakta her hususta hakları ve vazifeleri en güzel ve fıtratına uygun şekilde tanzim olundu. Hürmet ve itibar buldu.

Efendimiz bunu sağlamak için ümmetine anlattı;

VİCDANLARA SESLENDİ

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır!..” (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55) buyurdu.

“Kadınları dövmeyiniz!.. Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51) buyurdu.

Hâliyle, müstesnâ aile hayatıyla da nümûne-i imtisâl oldu.

Efendimiz, ilk hanım olan Hazret-i Havvâ Vâlidemiz’in yaratıldığı eğe kemiğine atıfla; yanlış davranışlar sergileyen hanımları zorla, şiddetle, baskıyla düzeltmeye çalışmanın netice vermeyeceğini, nasihat ve telkinlerle, iyilikle, güzellikle terbiye edilmeye çalışılmasını tavsiye etti.

Basit meselelerin büyütülmemesini emrederek, sabır, tevekkül ve takdîre rızânın hayırlara vesile olacağını müjdeledi.

İlâhî tâlimâtı tebliğ etti:

وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَاِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّٰهُ فٖ۪يهِ خَيْرًا كَثٖ۪يرًا

“Hanımlarınızla iyi geçinin, onlara güzel muâmelede bulunun. Onlardan hoşlanmasanız bile, umulur ki sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah birçok hayır takdir eder.” (en-Nisâ, 19)

“Bir kimse karısına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61) buyurdu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hanımlarla muamelede gösterilmesini tavsiye ettiği nezâket ve mülâyemeti şu misal ne güzel anlatır:

CAMLAR KIRILMASIN!

Araplarda seyahat esnasında tegannîlerle develeri hızlandırma âdeti vardı. Bir seyahatte de Enceşe adlı bir köle, ritimli bir tegannî ile develeri hayli hızlandırdı. Süratlenen develerin hevdeçlerindeki hanımların incinmemesi için Peygamber Efendimiz, zarif bir teşbîh ile;

“–Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)

Bu zarif ifade; kadının ruh, psikoloji ve beden yapısındaki nârinliği ve hassâsiyeti göz önünde bulundurmayı tavsiye mahiyetinde ne güzel bir misaldir…

Efendimiz, aile ve toplumda adâletin, güzel ahlâkın, zarâfetin hükümfermâ olması için ömrü boyunca gayret etti. Son nefesinde de ümmetine vasiyet olarak şu îkazlarda bulundu:

Enes -radiyallâhu anh- şöyle anlatır:

Vefâtı esnâsında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defa;

“–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk…” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Efendimiz, bilhassa toplumda göz ardı edilmeye, ezilmeye, horlanmaya ve istismar edilmeye müsait görülen zayıfların hukukuna dikkat çekti. Bunun için hukuk ve adâlet tesisi için kanunlar koymaktan önce, vicdanları, kalpleri yetiştirdi. Câhiliyye kabalığını izâle edip, îman zarâfeti ve İslâm asâletini tevzî etti. Aile hukukunu tayin eden ahkâm nâzil olduğunda ashâb-ı kiram;

«Allah ve Rasûlü en iyi şekilde bilendir!» sözüyle ifade ettikleri teslîmiyete,

«Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!..» hitâbıyla samimiyetle dile getirdikleri hüsn-i kabul ve itaate mazhar olmuş bir cemiyet hâline gelmişti. Kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, çocuğuyla artık bu toplum, Efendimiz’in hayat düsturlarını, Allah’tan başka kimsenin vâkıf olmadığı tenhâlarda da tam bir riâyetle tatbik ettiler.

Böylece, câhiliyyede ve Hakk’ın ve Rasûlü’nün hayat ölçülerinden uzak bütün câhiliyye toplumlarında istismar edilecek biyolojik varlığından başka hiçbir kıymet verilmeyen kadın, asr-ı saâdetle birlikte sâliha hanım vasfında büyük bir mertebe kazandı…

SÂLİHA KADIN

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en büyük mânevî destekçilerinden biri ve kendisine ilk îmân eden ümmeti, hanımı Hazret-i Hatice Vâlidemiz oldu.

İlâhî takdir ve hikmetin îcâbı, anne ve baba yardımından dahî mahrum yetişen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sâliha hanımı Hazret-i Hatice’nin, maddî ve mânevî desteği ile saâdet dolu hânesinde yıllarca huzur buldu. Sonra, o mübârek annemiz de vefât etti. Efendimiz’in risâletinin en zorlu ve meşakkatli yılları onunla geçmişti. Nice belâ ve musibetlere dûçâr olunmuştu. Hiçbir musibet, Efendimiz’in gönlüne, Hazret-i Hatice’nin vefâtı kadar tesir etmemişti ki sadece o sâliha hanımını kaybettiği yıla, «Hüzün Senesi» adı verildi.

İslâm’ın ilk şehîdi olmak dahî bir hanıma, Hazret-i Sümeyye’ye nasîb oldu.

Kılıcını sıyırmış, hışımla «Peygamberi öldürme» çılgınlığa kapılmış Ömer’i; adâletin timsâli Ömeru’l-Fâruk -radıyallâhu anh- hâline getiren, kız kardeşi Fâtıma’nın îman dolu metâneti oldu.

Sâdât-ı kiram hazerâtının, silsile-i şerîfenin annesi Hazret-i Fâtıma Vâlidemiz misâli anneler yetişti…

Fıkıh ve hadis ilimlerinin kurucuları arasında yer alan Hazret-i Âişe Vâlidemiz gibi ilim ve terbiye dehâsı şahsiyetler yetişti.

Kur’ân-ı Kerîm’in cem edilmiş ilk mushafı, Hazret-i Hafsa Vâlidemiz’e emânet edildi.

Zulüm ve haksızlıklara karşı metin bir hisar gibi Esmâ bint-i Ebûbekirler yetişti… Nesibe Hatun gibi kılıcıyla Allah Rasûlü’ne siper olan kahraman anneler de yetişti.

Beşinci halîfe unvânına lâyık, bereketli bir devir yaşatan Halîfe Ömer bin Abdülaziz; Allah korkusuyla titreyen, ihsan şuurunu iliklerinde hisseden sütçü bir kadının torunuydu.

Bu rahmet cemiyetinde, hanım; görünmez bir kahramandı. Kısa bir zaman içinde, Semerkant’tan Kayravan’a uzanan, belde ve gönül fütuhâtının fatihlerini onlar yetiştirdi. Onlar, nice fetihlerin ve zaferlerin gözükmez kahramanları oldular. Çanakkale, bunlardan sadece biri.

RAHMET OLAN BİR ANNE

Huzeyfe -radiyallâhu anh- anlatıyor:

Bir gün annem bana;

“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?” diye sordu.

Ben;

“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim. Çok kızdı ve beni ağır bir şekilde azarladı.

“–Anneciğim! Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfâr etmesini taleb edeyim.” dedim… (Tirmizî, Menâkıb, 378; Ahmed, V, 391-2)

Böylesi eli öpülesi, ömürlük teşekküre lâyık anneler, en yüksek ihtiramın adresi oldu. Nitekim bir sahâbî, Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“–Güzel muamelede bulunmam ve kendisine en güzel şekilde sahip çıkmam husûsunda en önde gelen kişi kimdir?” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Annen!” buyurdu.

O sahâbî:

“–Ondan sonra kimdir?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Annen!” buyurdu. Sahâbî tekrar;

“–Ondan sonra kim gelir?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine:

“–Annen!” buyurdu. Sahâbî tekrar;

“–Sonra kim gelir?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer:

“–Baban!” cevabını verdi. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1)

Anneye gösterilen bu hürmetin canlı bir misâlini, eşsiz bir vefâ sahibi olan Efendimiz, sütannesine gösterirdi. Sütannesi Halîme Hatun’u her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa‘d, I, 113, 114)

Annesine hürmet gösterenler, en güzel şekilde muamele edenler, ilâhî ve nebevî meth ü senâya mazhar oluyorlardı:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Uyumuştum, kendimi cennette gördüm. Bir kimsenin sesini işittim, Kur’ân okuyordu.

«–Bu kimdir?» diye sordum.

«–Bu Hârise bin Nu‘mân’dır.» dediler.”

Bunu anlatan Efendimiz sözlerine şöyle devam ettiler:

“–İyilik işte böyle olur, iyilik işte böyle olur!”

Hârise -radiyallâhu anh- annesine karşı çok iyi davranan bir sahâbî idi. (Ahmed, VI, 151-152; Hâkim, IV, 167)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in nurlu yolundan giden İslâm şahsiyetleri de anneye gösterdikleri hürmetle yâd edildiler.

İmam-ı Âzam Hazretleri, Halîfe Mansur’un arzusuna göre içtihatta bulunmamak için Bağdat kadılığını reddetti. Mukābilinde hapse atıldı. O vaziyette bile tek endişesi, annesinin bu haberi duyup üzülmesiydi.

Abdurrahman Câmî Hazretleri;

“Ben annemi nasıl sevmem. O beni bir müddet karnında, cisminde; bir müddet kollarında; hayat boyu da kalbinde taşıdı.” buyurarak fazîletli bir annenin ömürlük teşekküre lâyık olduğunu ne güzel ifade etmiştir.

Bahâüddîn Nakşibend -kaddesallâhu sirrahû- Hazretleri de;

“Benim kabrimi ziyaret etmek isteyenler, önce annemin kabrini ziyaret etsin.” buyurarak, annesi için sadaka-i câriye olma gayretinde oldu.

Kitlelere ve cihana yön verenlerin arkalarında dâimâ sâliha bir anne vardır.

Anneler de bu hürmet ve teşekküre lâyık, hizmet âbideleriydiler. Onlar, terbiye ediciliğin fârik husûsiyeti olan şefkat ahlâkının en güzîdesiyle müzeyyen kılınmış böylece;

اَلأُمُّ مَدْرَسَةٌ

“Anne tek başına bir okuldur.” sözünün şâhidi olmuşlardı.

Onlar, sadece kendi evlâtları için değil, ümmet-i Muhammed’in evlâtları için;

MERHAMET KAHRAMANLARI…

İslâm’ın ihtişamlı devirlerindeki Vâlide Sultanlar, dünyevî saltanatların, lüks ve israf içinde yüzen kraliçeleri, prensesleri gibi sefahat hastalığına dûçâr olmadılar.

Harun Reşîd’in hanımı Zübeyde Hatun ve Kanunî’nin hayırsever kerîmesi Mihrimah Sultan; servetleriyle Şam’ın tatlı suyunu, Arafat’taki huccâca ulaştırmanın iştiyâkını paylaştılar.

Hatice Turhan Sultan; Yeni Cami’nin çeşmelerinden kandil günlerinde, devrin en kıymetlisi olan Trabzon balıyla, Uludağ’dan getirilip kar kuyularında saklanan karlarla hazırlanmış şerbetlerin ikram edilmesini vakfetmişti.

Sert görünümlü Kösem Sultan dahî, hizmetkârların çeyizini düşünen bir vakıf kurmuştu. Sırf hanımların kurduğu tescil edilmiş vakıf sayısı, binlerce idi.

O anneler, evlâtlarını kınalayıp cephelere yolladı. O anneler, bir daha dönemeyen yiğit beylerinin ardından oğullarını düşman üstüne yollamak derdiyle yaşadı.

Bütün bunlardan çıkarmamız gereken ders ve unutmamamız gereken husus şudur:

Bu rahmet, şefkat ve fedâkârlık iklimi, kanunlarla temin edilmedi.

Huzur ve saâdet reçeteleri olan tâlimatlar vicdanlara işlemese; kim ne yapabilirdi?

Aile gibi şahsî ve büyük ölçüde mahremiyet sahasında kalması îcâb eden mevzularda, emniyet ve ceza tedbirleriyle nereye kadar çare aranabilir? Hattâ belki bu tarz tâkibat, basit kabalıkları; sistemli ve tedbirli zulümlere, daha ağır ve vahim neticelere bile taşıyabilir.

Ayrıca, huzûrun reçetesini nereden, hangi âlemlerden aramak îcâb eder?

ZEHİR, ŞİFÂ VERİR Mİ?

Batı âleminin aile yapısı tefessüh etti. Anne-baba ve evlât münasebetleri adlî ve ahlâkî bir vaka hâline geldi. İnsanı hayvanattan ayıran nikâh, yük addedildi. Zinâya revaç verilmeye çalışıldı. Neticede defalarca âşikâr oldu ki, o enkaz, «tek dişi kalmış canavar medeniyeti»nin ne kadına ne de erkeğe verebileceği bir saâdet yoktur.

Unutmamalıdır ki; içtimâî bütün problemlerimiz gibi, kadınlara şiddet meselesinin de altında, son asırlarda yaşadığımız mânevî tahribat vardır. Yegâne çare, Kur’ân ve Sünnet ekseninde bir hayat yaşamak… Çünkü beşerî sistemlerde ulvî bir ahlâk ve üstün bir fazîlet nizâmı yoktur.

Şifâyı, hastalığın neş’et ettiği bataklıkta aramak; beyhûde bir gayret, sonu hüsran dolu bir yorgunluktur.

Kadını vitrine eden, bir metâ hâline getiren, biyolojik varlığını teşhir ve istismâr edip, rûhunu hiçe sayan, mâneviyâtını ayaklar altına atan kapitalist, liberal batı; ne kadına ne erkeğe bir şey veremez.

Aile yuvasını devamlı bir şiddet mekânı olarak tasvir etmenin, evliliği bir zulüm ve angarya çarkı gibi göstermenin; kadını evinden uzaklaştırıcı, bu yönde evlilikten soğutucu, annelikten mahrum edici propagandaların tek maksadı vardır:

EN ÇİRKİN İSTİSMAR…

Kadını, aslî mekânından, kudsî vazifelerinden uzaklaştırıp, nefsâniyetin çirkin bir hizmetkârı hâline getirmek.

Huzurlu bir ailenin saâdet teminatı olan tebessümünü; sokaklarda, ekranlarda, çarşılarda, müşteri avlamakta, reklâmda sû-i istimal etmek…

En kudsî vazife olan anneliğin ve evlât terbiyesinin iktizâsı olarak lutfedilmiş anne şefkatini, merhametini, sevgisini; pazarlama becerisine, satış rakamına sarf edip sömürmek…

Neticede, hilkate ve fıtrata mugāyir bir eşitleme mantığıyla, kadının yükünü artırmak, evleri ringe çevirmek… Karı-kocayı bir kümeste didişen, restleşen, çekişen iki horoz hâline getirmek…

Hâlbuki, kadın ve erkek birbirini tamamlayan iki buuttur. Onları eşitlemeye kalkmak, elmayla armudu beraber tartmak demektir. Erkek ve kadında iki ayrı istîdat vardır. Bunlar birbiriyle uyum ve tenâsüp içinde olursa, kendilerine de topluma da huzur tevzî ederler. Fakat mâneviyat, karşılıklı saygı, sevgi ve anlayış olmazsa, o zaman da ortaya şiddet çıkar.

Bu gidişâtın âkıbeti de hâliyle, tabiaten kuvvetli olanın, zayıf olanı ezmesi olacaktır. Bunun hâl çaresi olarak, komşuları birbirinin jandarması yapmak, aile masûniyetini polisle, savcıyla ihlâl etmek gösterilirse, problemler çözülür mü? Derinleşir mi?

Hâlbuki;

Hanımın dertleri evinde, ailesinde çözülmelidir.

Hanım, evinde bir sultandır, evinin dışında gurbettedir.

Ev, dar bir kafes değil; dış dünyadan daha geniş bir huzur ve saâdet iklimi, muazzam bir hizmet ve terbiye âlemi olmalıdır.

Çocukların vicdansız sokakların kaldırımlarında hebâ olmadan yetiştiği; yaşlıların minnet duymadan rahmet kucağına sığındığı; helâl kazanç peşinden, maîşet temininden dönen erkeğin âdetâ huzurlu iklimine koştuğu; meveddet, rahmet ve sükûnet mekânları olmalıdır.

Sâliha kadın, kocasının;

Malını muhafaza eder,

Evini tanzim eder,

Neslini ve namusunu korur,

Aileyi rûhânî neşelerle doldurur…

Ailenin saâdet iklimi, annenin tebessümüyle başlar. Aile fertlerinin her türlü sıkıntısı, annenin şefkatli nazarıyla yok olur. Evlâtlara hayat ve saâdet nağmeleri aksettirecek, ana kalbinden daha ince, daha derin ve daha duygulu bir mekân var mıdır?..

Nikâhın, nefsânî duyguları rûhânîleştiren bereketli ikliminden mahrum bir cemiyette, boşanmaların arttığı, evliliklerin azaldığı veya geç yaşlara ertelendiği bir toplumda, aile huzur ve terbiyesinden yoksun bir toplumda; ahlâksızlık, şiddet, tecavüz ve her türlü haksızlık ve hukuksuzluk eksik olur mu?

Erkeği gaddarlaştıran, acımasızlaştıran, kadını serkeşleştiren, âsîleştiren, her iki tarafı bencilleştiren onca mikrop ve virüs bertarâf edilmezse; kadını, babasından, kocasından, kardeşinden, evlâdından, amcasından, akrabasından bir ömür korumaya çalışmak çare midir?

Elbette ki değildir.

 

ASIL ÇARE, TAKVÂ…

Çare, ruhlara nüfûz eden bir terbiyedir, gönülleri yeşerten bir ahlâk eğitimidir, takvâdır, tezkiyedir…

Dînimiz, bütün ahkâm ve ahlâkıyla şu beş husûsu gözetir:

1. Canı muhafaza,

2. Malı muhafaza,

3. Dîni muhafaza,

4. Aklı muhafaza,

5. Nesli muhafaza.

Bu hususların hiçbirinden taviz verilemez. Eğer nesli muhafazaya, aileye, nikâha ihtimam gösterilmezse; zinâya, sefâhata karşı çıkılmazsa; canı da, malı da muhafaza etmek mümkün olmaz. Aynı şekilde dîni muhafazaya gayret edilmezse, takvâya uyulmazsa; fısk u fücurdan, nefsâniyetin hoyratlığından uzak durulmazsa; aileyi ve nesli şeytan ve şeytânî şiddetten korumak mümkün olmaz.

Kur’ân-ı Kerim bize aile huzûru için şöyle duâ etmemizi irşâd eder:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا

“…«Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!»…” (el-Furkān, 74)

Âyet-i kerîmede duâ kelimeleriyle işaretler ve levhalar mevcut:

Göz nûru bir nesil, göz nûru bir hanım için, takvâlı bir cemiyet şart.

İffetli, zarif, fazîletli hanımlar için, kocaların hoca vasfında olması, takvâda önder olması şart… Takvâdan uzak, fısk u fücûra bulanmış hânelerde, huzur ve saâdet olmaz, kahır ve öfke hüküm sürer.

Hayırlı, hayrulhalef evlâtlar için; daha doğmadan kanına, doğumundan itibaren sütüne karışan lokmaların helâl ve nezih olması şart… Lokmalar; kazanıldığı mâhiyeti, hâsıl ettiği enerjiye taşır. Haram lokma, kasvete, azgınlığa, şiddete sebep olurken; helâl lokma, kalp selâmet ve huzûruna, istikamete ve rahmete vesile teşkil eder.

Huzurlu bir aile kendiliğinden husûle gelmez; Hakk’a ilticâ, Rasûlü’ne ittibâ şart, gayret şart, duâ şart…

Bu duâ, Rahmân’ın hâlis kullarının vasıflarının sayıldığı on küsur maddenin sonunda yer almakta. Yani aile huzûru ancak, bu âyet-i kerîmelerde sayılan; mütevâzı, geceleri namaz ve zikirle nurlu, âhiret endişesiyle dopdolu; israftan ve cimrilikten, zinâdan ve zinâya götürücü kaygan yollardan uzak; zulümden, haksızlıktan, yalandan uzak; tevbeyle, sâlih amellerle müzeyyen; ilâhî tâlimatlara karşı kör ve sağır değil; dipdiri, hassas, müteyakkız bir hayat ile hâsıl olur.

Pakistan’ın mânevî mimarı Muhammed İkbâl, böyle bir takvâ toplumunda müslüman hanımın mevkiini şu edebî ifadelerle beyan eder:

EY MÜSLÜMAN HANIM!

“Ey örtüsü, nâmusumuzun perdesi olan müslüman kadını! Senin yüzündeki nur, îman kandilimizin sermâyesidir.

Yaratılışındaki safvet; Hak’tan bize rahmettir; dînimizin kuvveti, ümmetimizin varlık esasıdır.

Evlâdımız sütten kesilir kesilmez, ona kelime-i tevhîdi ilk öğreten sensin.

Senin muhabbetin, bizim hâlimizi, fikrimizi, sözümüzü, işimizi tanzim eder.

Ey dînî nimetlerin kendisine emânet edildiği İslâm kadını! Hak dînin kor ateşi, senin nefesinden alev almıştır.

Bu asır ikiyüzlüdür, hilekârdır; dışı süslüdür ancak, içi kokuşmuştur. Bu asrın haramîleri din yolundaki kervanların yolunu keser.

Bu asrın basîreti kördür; Hakk’ı tanımaz. Ancak insanlıktan çıkmış kişiler bu asrın nefsânî zincirlerine teslim olabilirler.

Asrın gözünü, ihtiras ve kan bürümüştür; acımasız bakar. Kirpikleri âdetâ pençe kesilmiştir de, eline geçirdiğini kendine râm eder.

Bu asrın tuzağına düşen kişi, kendisini hür sanır. Asrın elinden zehir içmiştir de hâlâ kendini diri zanneder.

Toplum fidanının âb-ı hayatı sensin. Ümmetin emânetini koruyan muhafız sensin.

Fıtratındaki ulvî hasletleri aklınla keşfet. Hazret-i Fâtıma, senin için bir nümûnedir; ondan gözünü ve gönlünü ayırma.

Tâ ki, senin dalın da bir Hüseyin meyvesi versin; gülistan, eski mevsimi getirsin.”

İlâhî!..

Hânelerimize Efendimiz’in mübârek hânelerinin tevzî ettiği huzur ve saâdeti nasîb eyle…

Yâ Rabbî!..

Ailelerimizi yine Fatihler, Yavuzlar, ve Hak dostları olan Şâh-ı Nakşibendîler, Geylânîler, Yûnuslar, Mevlânâlar yetiştiren bereket ve feyiz menbâları eyle…

Âmîn!..