TEBBET

Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr

İlâhî çağrı, nebevî davetle herkese duyuruluyordu:

“Allâh’a hamd olsun. O’na şükrediyorum. Yalnız O’ndan yardım diliyorum. O’na inanıyor ve O’na güveniyorum. O’ndan başka bir ilâh bulunmadığına, tek olduğuna ve O’nun hiçbir ortağı bulunmadığına şahâdet ediyorum.

Şunu biliniz ki; rehberliğe ehil olan kişi, yalan söylemez.

Allâh’a yemin ederim ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Ben de özel olarak size ve genel olarak bütün insanlığa gönderilmiş olan Allâh’ın elçisiyim.

İyi bilin ki uykuya dalar gibi ölecek, uyanır gibi yeniden dirilecek ve yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz. İyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşı kötülük göreceksiniz. Sonuç ya ebediyyen cennet veya sonsuza kadar cehennem olacaktır! Allah ve Rasûlü’ne îman ederek kendinizi cehennemden kurtarın!”1

İşte böyle başladı…

Rasûlullah -aleyhisselâm- Efendimiz’in bütün herkesi açıktan daveti böyle başladı.

Her şeye yepyeni bir şekil verecek, hayatın tamamını değiştirecek ilâhî mesaj; Safâ Tepesi’nden böyle açıklandı.

Mekkelilerin tamamının toplandığı bu ilk büyük topluluk, en yetkili ağızdan en güzel sözleri dinleme şerefine erdi.

Aslında bu çağrı, Mekkeliler için sürpriz sayılmazdı. Abdulmuttalib’in Torunu’nun birkaç yıldır bazı insanları çevresinde toplayıp, onlara Mekke’deki mevcut inançların çok dışında bir şeyler anlattığını, kendisini Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi olarak takdim ettiğini işitip duruyorlardı. O’nu samimiyetle dinleyenlerin; tam bir sadâkatle O’na bağlanıp itaat ettiğini, aralarında toplanıp sohbetler ettiklerini, namaz kıldıklarını da işitmiş veya görmüşlerdi. Hattâ içlerinden bazıları ya Peygamber -aleyhisselâm-’ın bizzat kendisinden veya O’nun yanındakilerden yeni dinle ilgili bir şeyler dinlemişler; îman topluluğunun mensubu olmaya davet edilmişlerdi. Bu daveti kabul edenler O’nun yanındaydı; kabul etmeyenler ise merak ve şaşkınlık içerisinde olup-biteni anlamaya çalışıyordu.

Bu böyle sürüp giderken, işitip durdukları şeye pek fazla kulak kabartmayanlar; şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Çünkü onlar bu işin böylesine ciddî bir iş olduğunu anlayamamışlardı. Öyle ki; O’nun işi bu kadar ileri götüreceğine ve bir gün bütün Mekkelilere hitap edip, herkesin kendi etrafında toplanmalarını isteyeceğine ihtimal vermemişlerdi.

İşin aslını kavramaya daha yeni başlayanlar için mesele çok açıktı ve gidişâtın buraya doğru olduğu belliydi. Buna rağmen bu kaçınılmaz görünen şeyin, bu kadar çabuk yayılacağını düşünememişlerdi. İşte bundan dolayı Safâ Tepesi’nde karşılaştıkları şey sebebiyle şaşırdılar, ne diyeceklerini bilemediler! Herkes şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. Duydukları ve gördükleri şey olacak iş değildi. Fakat dikkatle baktıklarında Abdulmuttalib’in Torunu’nun duruşunun net, sözlerinin açık ve kesin olduğunu gördüler!

Nesiller boyu süren itibar çekişmelerini bir yana bırakıp, ataları arasında gerçekleşen çekişmeleri unutarak; bu Emîn Zât’ın etrafında toplanmaları, bir nevî O’nun adamı olmaları, O’nun emirlerine itaat etmeleri, gururlarına dokunuyordu!

Safâ Tepesi’nde toplanan herkes O’nun anlattıklarını ölçüp biçiyor fakat her şeylerini değiştirecek çağrısı karşısında ne yapacaklarına karar veremiyorlardı. Bu gelgit kararsızlık ânında, ortalığı fena hâlde bulandıran korkunç bir çıkış ve karşı gelme yükseldi:

“–Yuh olsun Sana! Sen, bizi buraya bunun için mi topladın?”2

Bir yandan kötü kötü bağırıyor, bir yandan da ne bulursa Rasûlullâh’ın üzerine fırlatıyordu. Rasûlullâh’a ilk taş adan adam olarak tarihe geçen bu nasipsiz, maalesef O’nun amcalarından biri olan Ebû Leheb idi!

Öylesine çirkin bir çıkış yapıyordu ki; şirkin bu çirkin adamı, zihinleri allak bullak etmişti. Susmaksızın bağırıyor, durmaksızın bir şeyler fırlatıyordu.

Bu durumda verilen mesaj, arada kaynayıp gitti. Halk da merakla geldikleri gibi, yine merakla dağıldılar. Bir şeyler olmuştu aslında, ama gönüllerde karşılık buluncaya kadar araya Ebû Leheb nasipsizi girmişti!

Çıkışan, karşı koyan, bağırıp çağırarak Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın üzerine bir şeyler fırlatan; sadece Ebû Leheb nasipsizi değildi. Nasipsizlikte kocasını aratmayacak derecede ileri giden karısı Ümmü Cemil de aynı şenaati işliyordu. Mekke liderlerinden Ebû Süfyân’ın kız kardeşi olan Ümmü Cemil, Peygamber -aleyhisselâm-’a düşmanlıkta, kadınlar arasında ilk sırada yer ayırtmış gibiydi!

Karı-koca o kadar ileri gittiler ki, ilâhî irade devreye girdi! Her şeyden yüce olan Cenâb-ı Hak, Arş-ı Âlâ’dan öyle bir şamar savurdu ki, kıyâmete kadar akisleri sürecek!

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da! Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi! O, alevli bir ateşte yanacak! Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecek)! Ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde!”3

Peygamber -aleyhisselâm-’a baş kaldıranın âkıbeti böyle olurdu işte! Peygamber’in öz amcası da olsa; Allah ve Rasûlü’nün emrine başkaldırınca, cehennemlik oluyordu insan!

Hüküm, her zaman ve her yerde hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk’a aitti. O; ne hükmederse, öyle olurdu. İnsanlığın kurtuluşu için insanlığa en büyük lütuf ve ihsan olan Peygamber -aleyhisselâm-, kendisine verilen Peygamberlik görevini yerine getiriyordu. Bu büyük hâdiseyi idrak ettiği hâlde, menfaatine dokunduğu için ilk açık çıkış ve ilk büyük karşı koyuşu ile tarihe geçen nasipsiz amca, ilâhî azaba kendisi talip olmuştu âdeta!

Yani bu çirkin hareketleriyle Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil, artık ilâhî nefret ve azabı hak etmiş oluyordu! Rasûlullah -aleyhisselâm-’a olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mâloldu! Cenâb-ı Hak, inzal buyurduğu Tebbet Sûresi’yle korkunç âkıbetini bütün açıklığı ile ortaya koydu!

Muhalefet eden kim olursa olsun, Cenâb-ı Hak nûrunu tamamlayacaktı. Peygamber -aleyhisselâm-, tebligātını yapacaktı. İlk ve en çirkin hâliyle çıkış yapan nasipsiz amcası karşısında çok üzülmekle beraber, bir an bile durmadan insanlığı ilâhî mesaja davete devam ediyordu.

«Kendinizi ateşten koruyunuz» uyarısı dalga dalga yayılıyor, fakat kilitlenmiş gönüllere giremiyordu. Gönlünü ilâhî mesaja kapatanlara ne demeli…

«Tebbet» buyurmuştu Cenâb-ı Hak; «Kurusun!» demekti bu! İki Cihan Güneşi olup, âlemleri nûra gark etmek için gönderilen Peygamberler Sultanı’na dil, el, söz atanların dilleri, elleri, sözleri kurusun denmez mi hiç? Her zaman ve zeminde Peygamberler Sultanı’nın yolunda olduğumuzu haykırıyoruz biz de…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_________________________

1 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 200; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 120; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 216.
2 Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 83; Ebu’l-Ferec, Vefâ, c. 1, s. 1 83.
3 Tebbet Sûresi.