Kur’ân-ı Kerim’den Eğitim Prensipleri -6-
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
SÜNNET:TAM ANLAMIYLA TEBLİĞ
Risâlet vazifesinin, tebliğden ibaret olduğunu vurgulayan âyetleri (Âl-i İmrân, 20; el-Mâide, 92, 99 vd) sözlü bir tebliğ olarak anlamak, bir peygamberin, vahyi duyurup gittiği şekilde telâkki etmek doğru olmaz. Bu tarz bir tebliğ-tebellüğ ancak devlet dairesinde olur!
Peygamber, getirdiği sözü; söyler, işler, yaşar, yaşatır, uygular, uygulatır, terbiye eder, tezkiye eder. Bunların toplamı da sünneti oluşturur.
Sünnet, vahiyden ayrı ve farklı bir şey değildir. Bir nakış gergefine benzetilirse; nakışın renkli ipleri vahye, onun işlendiği zemin de sünnete benzetilebilir. Bu ikisini birbirinden ayrı düşünmek mümkün müdür?
Sünneti dışlayanlar; o nakışı zemininden kopuk ipler hâline getirip, istedikleri zeminlere yapıştırmak derdinde olanlardır.
Sözlü tebliğ ve anlatım kadar, fiilî eğitim-öğretim de mühimdir ve birçok misali vardır:
BİLFİİL
Hazret-i İbrahim; defalarca kavmine hitap etmiş, putların kendilerine bile hayrı olmadığını söylemişti. Fakat sonunda baltayı aldı ve onları parçalayarak bunu fiilen gösterdi. (el-Enbiyâ, 57-67; es-Sâffât, 83-98) Bu ders karşısında öyle çaresiz kaldılar ki onu ateşe atarak acziyetlerini bastırmaya çalıştılar. (el-Enbiyâ, 68-70; es-Sâffât, 97-98)
Hızır -aleyhisselâm-, Hazret-i Musa’ya sabredemeyeceğini söylemişti. Üç hâdisenin cereyan ettiği sırlı bir yolculukla bunu bizzat yaşattı. (el-Kehf, 60-82)
Hazret-i Yûsuf; kralın tasını kardeşlerinin eşyasına koydurup onlara mahcubiyetler, sıkıntılar yaşatarak, tevbe etmeye hazır hâle getirdi. (Yûsuf, 58-82) Daha evvel Hazret-i Yâkub nice sözlü nasihatlerde bulunmuştu, fakat tesir etmemişti.
Bilfiil görmek, kalbi tatmin eder. Haşir konusunda âleme konmuş kıştan bahara geçiş, yumurtadan canlının çıkışı gibi misaller fiilî öğretimin misalleridir.
Mûcizelerin çoğu, aynelyakîn eğitimlerdir. Bu eğitime karşı küstahlık yapanlar helâk olur. Sihirbazlar bu eğitimden ders alıp, îman ettiler. Firavun ise inkâr etti, helâk oldu.
Eğitim-öğretim sözlü bir aktarımdan ibaret değildir. Sünnet ittibâ ister. Eğitim-öğretim faaliyetleri de; öğrencinin, öğretmenine teslîmiyet ve ittibâ göstermesini gerektirir:
ÖĞRENCİ ÖĞRETMENE TÂBÎ OLUR
“Musa ona (Hızır’a); Sana öğretilenden, bana; doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbî olabilir miyim? dedi.” (el-Kehf, 66)
Öğrenmek söz konusu ise; büyüğün küçüğe, makam sahibi bir kişinin, halktan birine tâbî olması yadırganmamalıdır. Hazret-i Musa; şerîat sahibi, ulû’l-azm bir rasûldür. Fakat Hızır söz konusu olunca; ona tâbî olmakta tereddüt etmediği gibi, bu konuda ricacı ve ısrarcı olmuştur.
Dün bu hakikat daha iyi biliniyordu. Öğrenci şehzade de olsa, hocaya tâbî olmak mecburiyetindeydi.
Eğitimde hocanın talebeye ısrarı, günümüzün çarpık anlayışıdır.
Eğitim; bir belediye hizmeti gibi herkesin almasının hak olduğu bir şey olunca, iş ihâleye dökülüyor. Öğrenci bu hizmeti alabileceği müesseseyi seçen bir müşteri; müesseseler, seçilmek için uğraşan, reklâm yapan satıcılar…
İlk prensip olarak eğitim dışı olması gereken menfaat, en başta gelen belirleyici…
Bu anlayışta, öğrenci ancak kurumlar tarafından disipline edilebilir. Kurum da menfaatine bakarsa vay hâline neticenin… Çünkü parayı verenin düdüğü çalıp, diplomayı kaptığı sistemde; ilmi, mânâyı arayan fıtratlar değil; bencilliği, menfaatperestliği öne çıkaran fıtratlar gelişecektir.
FITRATLAR…
Hâlbuki dün, eğitimci; seçici idi. Hızır -aleyhisselâm-, sabredemeyen Hazret-i Musa’yla yolları ayırdı. Hazret-i İsa’ya atfedilen bir sözde; ehil olmayanlara ilim öğretmek, hınzırların boynuna gerdanlıklar takmaya benzetilmiştir.
Yâkub -aleyhisselâm-; evlâtlarının fıtrî farklılıklarını biliyor, onlara buna göre davranıyordu. (Yûsuf, 5-6) Kardeşlerinin Hazret-i Yûsuf’a hasedleri de buradan başladı. (Yûsuf, 8-10)
Otomatik bir eğitim sisteminde; Hazret-i İbrahim, İshak ve Yâkub şeklinde nesilden nesile devam eden nübüvvet; Yâkub oğullarının en güçlü, kuvvetli, imkânlı olanına geçmeliydi. Fakat öyle olmayacaktı. Hazret-i Yâkub, bu vazifeye Yûsuf’u hazırlıyordu.
Asırlar sonra da aynı nesil; Tâlût’un melik seçilmesine, benzer yönlerden itiraz ettiler. (el-Bakara, 247) Hâlbuki o iş için gerekli vasıflar;
1. Istıfâ, mânevî temizlik, seçilmişlik.
2. İlim ve
3. Kuvvet idi.
Eğiticinin bu açıdan, mâneviyatı da kontrol etmesi gerekir.
Âl-i İmrân Sûresi 52. âyette; Hazret-i İsa’nın tebliğde bulunduktan sonra, muhataplarının hissiyatını kontrol ettiği ifade edilir.
Bu hâdiseyle havârîlerini diğerlerinden ayırır, onlara hususî eğitim verir. Onların;
“–Rabbimiz bize sofra indirebilir mi?” sorusu üzerine de;
“–Allah’tan korkun!” ikazında bulunur. (el-Mâide, 112) Rasûl-i Ekrem Efendimiz de;
Bakara Sûresi 284. âyetin şümûlüne girmekten korkup, sual etmeye gelen ashâbına;
“«İşittik isyan ettik» mi diyeceksiniz?” diye mukabelede bulunmuştu. Önceki kavimlerin helâk sebepleri arasında, teslîmiyetsizlikten neş’et eden, peygambere çok soru sormayı da saymıştı.
Teslîmiyet, son asırlarda batı dünyasında tenkit edilen bir kavram hâline geldi. Siyasî bir kavram olarak da biat kelimesi eleştirilerin merkezine konulmakta.
Bâtıla, hurâfelere, hele tâğutlara, zalim hükümdarlara körü körüne bağlılığı Kur’ân-ı Kerim de tenkit eder. Bu taklidin şuursuzluğu; “Biz babalarımızı bunlara tapıyor ilh. vaziyette bulduk” ifadeleriyle tespit ve teşhis edilir. (el-Enbiyâ, 53, eş-Şuarâ, 74; ez-Zuhruf, 22-23) Bilhassa son iki âyette, bu taklidin hamâsî bir tarafı da vardır: Hidâyet kaynağına ırk şartı…
Sünnete ittibâ ise böyle değildir.
Şuurludur. Kişi, sünnetin hikmetlerini tamamen ihâta edemeyeceğini bilmekle beraber, bunları araştırmaktan ve tefekkür etmekten uzak tutulmuş da değildir. Mesele, hikmeti bulmayı, itaatin şartı hâline getirmemektir.
Efsâne ve mitoloji değil, sened ve metne sahiptir, ilmîdir, fıkhîdir. Üzerinde ilk asırlardan beri binlerce âlimin ter döktüğü, mürekkep akıttığı bir sistemdir.
En önemlisi de, peygambere teslimiyet, Allâh’a teslîmiyettir.
Hazret-i İsmail’in meşhur teslimiyet ifadesine dikkat edelim:
“Babacığım, emrolunduğunu yap!” (es-Sâffât, 102)
Oğlu İsmail, Hazret-i İbrahim’e teslim fakat, ifadeden de anlıyoruz ki, İbrahim -aleyhisselâm- da kendisine verilen ilâhî emre teslim…
Hazret-i İsmail, teslim olmasaydı, Halîlullah, bu vazifeyi yapmayacak mıydı?
Yoksa cevap, evlâdını böyle bir teslîmiyetle yetiştirmesi vazifenin ta kendisiydi, şeklinde midir?
Hayrulhalef evlâd olasın sen canım oğlum!
İsmâil olursan, sana ben kurbanım oğlum! (Tâlî)