SÜNNETULLAH

Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Sünnet, Semûd kavminden beri Arapça’da kullanılan kanun, yol, çığır anlamında bir kelimedir.1 İslâm’dan önce Araplar, bu kelimeyi atalarından devraldıkları örf ve âdetler, kabîle ve ferdin haklarını düzenledikleri kanunlar, akıl sahiplerinin verdikleri kararlar anlamında kullanıyorlardı.2 Kur’ân-ı Kerim’de de «öncekilerin sünneti» ve «sünnetullah / Allâh’ın sünneti» şeklinde kullanılmaktadır.

«Sünnetullah / Allâh’ın sünneti» tamlaması değişik münasebetlerle geçmektedir. Bunların ikisi Ahzâb Sûresi’nde yer almaktadır. Birincisi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’dan önce evlât edindiği âzatlı kölesi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-’ın boşadığı Zeyneb binti Cahş ile evliliğinin münafıklar tarafından kınanması üzerine nâzil olmuştur. Araplar, evlâtlıklarını öz oğulları gibi görüyor ve onların boşadığı eşlerle evlenmeyi haram kabul ediyorlardı. Cenâb-ı Hak, bu âdeti yıkmak için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, halasının kızı olan Zeyneb Vâlidemiz’le evlenmesini emretti. Esasen asil bir aileye mensup olan Zeyneb Vâlidemiz’i eski bir köle olan Zeyd -radıyallâhu anh- ile evlendiren de bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’di. Bu evlilikle İslâm öncesinde çok bâriz olan sınıf ve tabaka farklarını kaldırmayı, insanları yalnızca îman ve ideal birliğinde kenetlemeyi hedeflemişti. Ne var ki, -asil bir aileden gelen bir hanımla âzatlı bir kölenin de evlenebileceğini topluma göstermekte başarılı olsa da- bu evlilik uzun sürmedi ve Zeyd -radıyallâhu anh-, kendisine tahakküm edici tavırlar sergilediği duygusuna kapıldığı eşini boşadı. Böylece bir câhiliyye anlayışını kırmaya mâtuf olarak Zeyd ile evlendirilen Zeyneb Vâlidemiz, iddeti bittikten sonra bir başka câhiliyye anlayışını yıkmak üzere bu defa Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le evlendirildi. Peygamber de olsa toplumun baskısı sebebiyle eski evlâtlığı Zeyd -radıyallâhu anh-’in eşiyle evlenmek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e de zor gelmiş ve bu sebeple eşini boşamaması için Zeyd -radıyallâhu anh-’a tavsiyelerde bulunmuştu. Bu olaya Kur’ân-ı Kerim’de şöyle işaret edilir:

“Hani Allâh’ın kendisine nimet verdiği ve Sen’in de ikramda bulunduğun kimseye (Zeyd’e); «Eşini nikâhın altında tut, Allah’tan kork!» diyordun da, içinden Allâh’ın açığa vuracağı şeyi gizliyordun. İnsanlar(ın dedikodusun)dan çekiniyordun. Hâlbuki Allah, kendisini saymana daha lâyıktır. Sonra Zeyd, o kadından ilişiğini kestiği vakit, biz onu Sana eş yaptık ki; evlâtlıklarının, ilişkilerini kestikleri hanımlarını nikâhlamakta mü’minlere bir darlık olmasın. Allâh’ın emri yerine gelir. Peygamber’e Allâh’ın takdir ettiği şeyde bir darlık yoktur. Bundan evvel geçen (bütün peygamber)ler hakkında Allâh’ın sünneti böyledir. Allâh’ın emri biçilmiş bir kaderdir.” (el-Ahzâb, 33/37-38)

Demek ki burada öncekilerden kasıt peygamberlerdir.3 Sünnetullah kelimesinin Ahzâb Sûresi’nde geçtiği ikinci âyet ise, münafıkların sonunda helâk olup gidecekleriyle ilgili olup şu şekildedir:

“Allâh’ın bundan evvel geçenler hakkındaki sünneti budur. Allâh’ın sünnetini değiştiremezsin.” (el-Ahzâb, 33/62)

Aynı tamlama Fetih Sûresi’nde de Allâh’ın peygamberlerine zafer bahşetmesiyle ilgili olarak kullanılır. Bilindiği üzere Fetih Sûresi, Hudeybiye musalâhası yapıldıktan sonra Medine’ye dönerken nâzil olmuştur. Aslında yapılan musalâhanın maddeleri görünüşte tamamen müslümanların aleyhineydi.

Çünkü bu maddelerden biri; umre yapmak üzere Mekke’ye kadar gelmiş olan müslümanların, umre yapmadan geri dönmelerini ve umrelerini gelecek yıla kadar ertelemelerini âmirdi.

Bir diğeri; Mekke’de iken müslüman olup Medine’ye sığınanların, Mekkelilere teslim edilmesini emrediyor, Medineli birinin Mekke’ye ilticâ etmesi durumunda ise Mekkelilere böyle bir mükellefiyet yüklemiyordu.

Anlaşmanın müslümanlar açısından tek avantajlı tarafı, Mekkelilerin ilk defa müslümanları resmen kabul etmesi ve on yıl sürecek sulh boyunca çevredeki kabîlelerin diledikleri tarafla ittifak kurabileceklerini hükme bağlaması idi.

Anlaşma metninin tam yazılıp mühürlendiği esnada, Mekke heyetinin reisi Süheyl bin Amr’ın müslüman olmuş olan ve bu sebeple babası tarafından zincire vurulan oğlu Ebû Cendel’in müslümanların yanına çıkagelmesi ve onlara sığınmak istediği hâlde anlaşma gereği Hazret-i Peygamber tarafından babasına teslim edilmesi, müslümanları psikolojik olarak çok olumsuz etkilemişti. Buna rağmen dönüş yolunda nâzil olan Fetih Sûresi’nin başında;

“Muhakkak ki Biz Sana apaçık bir fetih verdik.” deniliyor ve bu anlaşma bir zafer olarak nitelenerek sûrenin değişik yerlerinde müslümanların ileride elde edecekleri zafer ve ganîmetlerin müjdesi veriliyordu.4 Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in istikbalde olacakları önceden haber vermesiyle ilgili mûcizevî yönlerinden biridir.

Sûrede Kur’ân-ı Kerîm’in bir başka mûcizesi ise, insan ruhları üzerindeki dönüştürücü özelliğidir. Şöyle ki; Arap şiiri ve onunla ilgili olarak aktarılan kıssa ve haberlerden anladığımız kadarıyla; Araplar, izzet ve şereflerine son derece düşkün, hiçbir otorite tanımayan -tabir câizse- kendi bildiklerini okuyan insanlardı. O derece ki, kibirle eşdeğer gördükleri bu izzet-i nefs anlayışları sebebiyle en küçük bir olayı büyük bir haysiyet meselesi yaparlar ve hattâ bu sebeple yıllarca savaşırlardı. Nitekim Hudeybiye Musalâhası öncesinde aynı şımarık tavrı sergileyen Mekkeli müşriklerin savaş çıkarmak için müslümanları tahrik etmeye çalışmaları «el-hamiyye el-câhiliyye / câhiliyye taassubu» diye nitelenerek yerilmektedir.5

İşte Kur’ân, böyle fevrî hareket eden Araplardan, umre yapmak üzere Mekke’ye kadar gelmişken sükûnet ve vakar içerisinde geri dönen ve böyle kritik bir durumda bile liderine itaat eden örnek bir toplum çıkarmıştı. Sûrede müslümanların sergilediği bu örnek davranışlara da yer yer işaret edilmekte ve bunlardan övgüyle söz edilmektedir.6

Bu Kur’ânî eğitimi alıp böyle zorlu bir imtihanı başarıyla geçen mü’minlerin; bu eğitimi almayanlardan, şahsiyet itibarıyla daha güçlü olacakları açıktır. Bu sebeple aynı sûrede şöyle buyurulmaktadır:

“Eğer küfredenler sizinle çarpışsaydılar, mutlaka arkalarını döneceklerdi. Sonra da ne bir dost bulabileceklerdi, ne de bir yardımcı. Allâh’ın öteden beri cereyan edegelen sünneti budur. Allâh’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (el-Feth, 48/22-23)

Bu âyetin bir benzerini de Gâfir Sûresi’nin sonunda görürüz:

“Allâh’ın kulları hakkında geçip gelen sünneti budur. Kâfirler ise bu noktada hüsrana düşmüşlerdir.” (el-Gâfir, 40/85)

Fâtır Sûresi’nde ise sünnetullah tamlamasının, yeryüzünde kibirlenen ve tuzaklar kuran kimselerin bu tavırlarını sürdürmeleri durumunda daha önce helâk edilen kavimlerin âkıbetine uğrayacakları uyarısında bulunulurken kullanıldığını görüyoruz:

“Tuzak kuran, kurduğu tuzağa düşer. Onlar öncekiler(e uygulanan) sünnetten başka ne bekliyorlar? Allâh’ın sünnetinde asla bir tebdil bulamazsın! Allâh’ın sünnetinde bir tahvil de bulamazsın.” (el-Fâtır, 35/43)

Her ikisi de «değiştirme» anlamında iki kelime olan tebdil ve tahvil arasındaki fark, Celâleyn tefsirinde şöyle açıklanıyor:

“Allah; hak eden kimselere azap edeceği ile ilgili kanununu tebdil etmez, hak edenlerden başkasına azap etmek gibi bir değişikliğe de gitmez.”

Demek ki, «sünnetullah» tamlaması, Kur’ân-ı Kerim’de; «Allâh’ın peygamberlerine verdiği şer’î hükümler» anlamını ifade ettiği gibi Allâh’ın insan toplulukları hakkında geçerli olan sosyolojik kanunları mânâsında da kullanılmaktadır. Tarihî süreç içerisinde ise «sünnet» kelimesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söz ve uygulamaları anlamını kazanarak terimleşmiştir. Vahyin kontrolünde olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söz ve uygulamaları, müslümanlar için Kur’ân’dan sonraki en önemli referans kaynağıdır.
____________________
1 Râgıb, Müfredât, «sünnet»; Cevâd Ali, el-Mufassal, V, 475.
2 Cevâd Ali, V, 479.
3 Fîrûzâbâdî, Besâiru zevi’t-temyîz, «sünnet».
4 el-Feth, 48/15, 18-23, 27-28.
5 el-Feth, 48/ 26.
6 el-Feth, 48/4-5, 10, 18, 26, 29.