MİHENGE VUR

Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

“Ahlâkımızdaki nezâket, hangi ölçülerde?”

“Sîmâlarımızdaki nûr-i melâhat, hangi parlaklıkta?”

“Lisanlarımızdaki selâset, hangi âhenk ve akıcılıkta?”

“Duygularımızdaki incelik, hangi derecede?”

“Nazarlarımızdaki derinlik, hangi ufuklarda?” (Sır ve Hikmet -2-, Osman Nûri TOPBAŞ)

Kadına şiddet, son günlerde konuşulan konuların içinde birinci sırada yer almaya başladı. Şiddet konusundaki cezalar belirlenirken, aynı günde birden fazla kadının dayak yediğini veya öldürüldüğünü duyuyoruz. Bütün ümitler; verilecek cezalara, kelepçelere bağlanmış. Dikkatlerimiz, kadına yönelik şiddete çevrilirken, toplumdaki şiddet kültürü gözlerimizden kaçıyor.

Yazılı ve görüntülü basında, yer alan haberlere ve çevremizde olanlara bakalım; neler oluyor: Sokakta çocuğunu döven anneler, birbirleriyle kavga eden gençler… Bazı bölgelerde itfaiye geç geldi diye saldıran mahalle sakinleri; yapılan yanlışlıklara karşı, gelen polise saldıranlar; hastahânede doktoru döven hasta yakınları; yumruklaşan doktorlar; okulda kavga eden öğrenciler (kız-erkek); zaman zaman bıçaklı saldırılar; öğrencisini döven öğretmenler; öğretmenini döven öğrenciler; toplantılarda konuşmacılara yumurta atan üniversite öğrencileri; mecliste, iktidar ve muhalefete mensup milletvekillerinin konuşmaları ve yumruklaşmaları…

Şiddet örneklerinin geçen günler içinde arttığını görüyoruz. Sonuç, hayatımızın felsefesi değişiyor. Kimin gücü kime yetiyorsa; sözlü şiddetin yumruklaşmaya dönüşmesi, hızını alamayanın şiddet âletlerine başvurması, yaralanmalar, ölümler… Sonuç, ailece şiddetin içindeyiz. Anneler, babalar ve çocuklar… Sebepler anlatılamayacak kadar çok. Anneler, babalar, arkadaşlar, akrabalar, komşular; olaylar karşısında şaşkın. Kime güvenecekler?

Sonuç, yakalandıkları zaman hapishâne, çare mi? Elbette hayır. Bir zamanlar, bir parti başkanının eşinin adına bir af çıkmıştı. Aradan geçen zamanın içinde, hapisten çıkanların büyük bölümünün aynı suçları işlediği görülmüştür. Şiddet örnekleri, basında yer alırken; “Erkek egemen toplumda bu olaylar oluyor.” diyerek işin içinden sıyrılmak mümkün mü? Eğitimin rolünden, örneklerin rolünden söz ediyor muyuz? Filmlerimiz, programlarımız, internetlerimiz, şarkı veya türkü diye söylediklerimiz hangi mesajları veriyor? Beş yıl, on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, kırk yıl önce aynı olaylara rastlamak mümkün müydü? Yüreklerimiz, tüketim toplumunun içinde talan edilirken, cezalar nereye kadar caydırıcı olacak? Cezaların verilmesine devam ederken, «Ahlâkî Eğitim Seferberliği»ni başlatma zamanını geçirmeyelim.

“Erkek egemen” toplumda bunlar oluyor demek, nedense kolay geliyor. Erkekleri, anneler yetiştirdiğine göre; çözüm de annelerin eğitilmesinde veya ailenin eğitilmesinde olsa gerek.

Televizyonlarda; «bir güzel örneği görüp, üzerinde düşünelim.» dediğimiz programlar çok az veya geç saatlerde. Neden az? Neden geç saatlerde? Reklâm verenler bu konuda neden titiz değil? Sponsorların şuurlanması konusunda bir çalışmamız var mı?..

Bu konuları düşünürken uykum kaçtığından olacak, televizyonu açtım. Van’da bir kilim tezgâhında çalışan genç kızlar anlatılıyordu. Gönüllü bir amca, kendini bu işe adamış; önce bir kilim tezgâhı kurmuş; okuldan ayrılan veya gidemeyen genç kızların, kilim-halı tezgâhında çalışmalarını sağlamış; o tezgâhtan sayısız genç kız yetişmiş.

“Biz burada sanat öğrendik, ayrıca para kazanıyoruz. En önemlisi de biz burada; dostluğu, kardeşliği, konuşmayı, saygıyı, sevgiyi öğrendik.” diyorlardı. Gözlerinin içi pırıl pırıl olan bu genç kızların;

“Okulumuzu da dışarıdan bitirmeye başladık. Ailelerimizin bütçesi rahatladı. Onlarla daha rahat diyalog kuruyoruz.” açıklamaları benim için önemliydi. Bir gönül eri amcanın, sessiz-sedasız başardıkları… Dokudukları kilimlerin ipliklerinin boyasına kadar kendileri yapıyorlar, tabiatta var olan bitkilerden faydalanıyorlar.

Yıllarca aynı heyecanla yaşamıştım ve yazmaya çalışmıştım. İnsanları;

“Gelin! Size sevgiyi öğreteceğim, ahlâk dersi vereceğim, görgü kuralları öğreteceğim.” diyerek toplamak biraz zor. İnsanları; sevdikleri, heyecan duyacakları işleri anlatmak için toplarken «Ahlâk Seferberliği» başlatmak mümkün. Çocuklar için yazın belediyelerin açacağı kurslar; saz çalma, türkü söyleme, kitap okuma, resim yapma… konularında olabilir. Bu kursların yapıldığı yerde, çocuklara ders arası verilecek ikramlar, başarılı olanlara verilecek hediyeler ve yavaş yavaş ahlâkî eğitime geçiş. Belediyelerimizin; çocuklar ve gençler için açtıkları çok güzel gençlik merkezleri, bilgi evleri var. Buralarda Van’daki gönüllü amcanın yaptığını yapanlar ne yazık ki yok. Çünkü bu konuda plânları ve projeleri yok.

İstanbul’da kadınlar için açılan İsmek ve Halk Eğitim Kursları var. Her yıl binlerce kadın bu kurslara gidiyor. Ahşap boyuyor, nakış yapıyor, merakı ne ise o konuda kendini yetiştiriyor. Araştırdım, birkaç önemli günün kutlanmasının dışında sosyal konuda, görgü konusunda bir eğitim verilmiyor. Liselerimizden, üniversitelerimizden yetişen gençler, değerlerimiz konusunda yetiştirilebiliyorlar mı? Hocasının yanında sakız çiğneyen; ayak ayak üstüne atan; hoşlandığı bir konuda arkadaşını desteklemek için, heyecan belirtisi olarak onun ensesine vuran genç, yetişkin olunca aynı hareketlere devam edecektir.

Bu gencin gazeteci veya programcı olduğunu düşünün. Karşılarında meclis başkanı var ve genç gazeteciler soru soruyor. Meclis başkanı; program sonuna kadar, oturuşuyla, sesinin tonuyla dikkatli. Soru soran gazeteciler ayak ayak üstüne atmış, soru soruyorlar. Ciddî programlarda, tartışma programlarında seyirciye karşı ayak ayak üstüne atılmayacağını; ayrıca bir büyüğün, bir bakanın karşısında oturmanın bir âdâbı olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalıyız. Bir başka gün, elli yaşının üstünde, kıdemli bir gazeteci konuğunun yanında ayak ayak üstüne atmıyordu. Çünkü, onun yetiştiği devirde; nerede, nasıl hareket edileceği bilinirdi.

Sonuç; şiddetten, görgüsüzlükten, sesimizin tonunu ayarlamaktan, bakışlarımızdan sorumluyuz. Sorumluluk, sadece kendimizden mes’ul olmakla bitmiyor. Evimizden, apartmanımızdan, sokağımızdan, çalıştığımız iş yerinden sorumluyuz. İnançsız olan, insanlık adına; inancı olan da kendi inancındaki değerler adına sorumludur.

«Ben müslümanım, inancımı yaşıyorum.» diyorsak; dînimizin emirleri ve bu emirleri hayatında yaşayan örnekleri düşünerek kendimizi eğitebilir ve çevremize tesirli olabiliriz. Önce kendimizden başlayalım. Kur’ân-ı Kerim rehberimiz olsun. Çevremizle olan muhabbetlerimizde konuşarak anlaşırız. Öyleyse; «Kullanacağımız lisan nasıl olmalıdır?» sorusu, bize âyet-i kerîmelerle talim ettirilmiştir.

“Firavun’a gidin, doğrusu o pek azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.” (Tâhâ, 44)

Ben bir eşim, ben bir anneyim, ben bir öğretmenim, ben bir idareciyim. Öyleyse bugünden itibaren, nasıl konuşmam gerektiğini, ibâdet gibi hayatıma geçirmeliyim. Örneklere devam edelim:

“(Elin darda olduğu için) Rabbinden ummadığın rahmet beklerken, hak sahiplerinden (fakirlerden) yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara hiç değilse tatlı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

Emir büyük yerden, uymamak için bir bahanemiz olabilir mi? Bağırdığımız an, gözümüzü kapayalım ve; “Peygamber Efendimiz, şu anda ne yapardı?” diyerek örnekleri hatırlayalım.

Hazret-i Ali, Peygamber Efendimiz hakkında şöyle buyuruyor:

“Birisi, kendisine hoşlanmadığı bir soru sorsa; sükût eder, gönül kıracak bir şey söylemezdi. O’nun ahlâkını bilen ne söylemek istediğini hâlinden anlardı.”

Çevremizde bizi anlayanlar olmasa da sesimizi yükseltmeden anlatmaya çalışacağız. Şiddet, önce sözle başlıyor ve hayatımızı katılaştırıyor. Bizi duygulardan uzaklaştırıyor.

Mevlânâ:

“İnsanla hayvan arasındaki fark edeptir.

«Îman nedir?» diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağına seslenerek; «Îman, edeptir.» dedi.”

Hareket noktamız edep olursa; «Şiddeti nasıl önleriz, kelepçeyle mi hapisle mi?» diye oyalanmayız.

«EDEP MEKTEBİ»ni; örneklerle, hâtıralarla, projelerle kurabiliriz. «Mihenge Vur» diyerek yazımıza başlamıştık. Osman Nûri TOPBAŞ Hocamızın sorduğu beş soruya cevabımız önemlidir.