KIYÂMET MES’ÛLİYETİ

Hüdâyî ÜSKÜDARLI

Bu yazı dizisi, hayalî bir roman tekniğiyle değil, cemiyetin içinde yaşadığı hâdiseler ve ulvî hakikatler etrafında oluşan gerçekleri ve meseleleri canlandırma, tasvir, konuşma ve sohbet üslûbu ile kaleme alınmıştır. Bir yanda zulmet ve onun hüsran dolu ahvâli, diğer yanda ezelî ve ebedî nûrun nimet ve bereketli ahvâli. Bu ikisinin arasında zulmetten nûra açılan bir hidâyet penceresi…

KIYÂMET MES’ÛLİYETİ

Afrika…

Orhan’ın daha önce bildikleri ile gördükleri arasında bambaşka gerçekleri yansıtan günümüzdeki kara bahtlı kıta.

Aylar geçmişti.

Orhan, buraya gelmeden evvelki hâline göre şimdi daha farklı bir şuur ufkuna ulaşmıştı. Buraya gelmeden evvel; Afrika hakkında duydukları ve fotoğraflarda gördükleri, kalbine derin derin tesir ediyordu. Zaten Yûnus Dede; «Hizmet» der demez, onun için hemen; «Bismillâh» demişti. Fakat Afrika’ya gelip bizzat gördükleri ve yaşadıkları karşısında gönül dünyası daha derin tesirler ve silinmez hislerle dolmuştu.

Anladı ki:

Duymak başka, görmek bambaşka.

Gördükçe fark etti:

Karşısında dağlar büyüklüğünde meseleler, vazifeler, gerçekler vardı. Istıraplar, gariplikler, yalnızlıklar, kimsesizlikler vardı. Gasp, istismar ve sömürü vardı.

Asırlık ihmaller vardı.

Beraber hizmet ettikleri Güneydoğulu arkadaşı Mehmed ile sık sık bunları konuşuyordu.

Yine Cuma sabahı bir araya gelmiş, dertli dertli hasbihâl ediyorlardı:

–Mehmed kardeşim; daha fazla gayret etmemiz gerek, diye düşünüyorum.

–Hakikaten Orhan abi; gece-gündüz çalışsak, yine kâfî gelmez.

–Asırlık ihmalleri birkaç senede doldurmak ne mümkün!

–Zenginlikler yatağı olan koca kıta, fakirlik ve sefâletlerin kıskacı hâline gelmiş!

–Çünkü vahşî batı, iki yüz yıldır buraları sömürmüş. Buranın insanıyla hiç paylaşmadan sadece kendi menfaatine hareket etmiş. Toprağını almış, kitabını da elinden almış.

–Tabiî zayıf oldukları için de…

–Sadece zayıf olmaları değil, sahipsiz kalmaları da bunun bir sebebi. Dedelerimiz Cebel-i Târık’tan Hint Okyanusu’na kadar İslâm âleminin hâmîsi ve müdâfii idi. Fakat sonraki torunları içinde kimileri kâh Lâle devirlerinin lüks ve sefâhatine kapıldı, kâh Tanzimat gibi batılılaşma gafletine düştü de dünya üzerindeki tesir ve kudretimiz azaldı; azaldı ve buralara gerektiği kadar alâka ve sahiplik yapılamadı. Bu kara bahtlı kardeşlerimiz bîçâre ve bîkes kaldı.

–Yapılabilseydi?

–Evet fatih cedlerimizin şevk ve hikmet dolu hizmetleri, tebliğleri, gayret ve fedâkârlıkları aynıyla yapılabilseydi; bugün Afrika’nın hâli bambaşka olurdu. İki asırdır batının hoyratça sömürdüğü zenginlikler burada kalır ve zamanın hem maddî hem de mânevî açıdan en güçlü kıtası Afrika olurdu.

–Ama olmadı.

–Hem de tam tersi oldu. Afrika, bugün dünyanın en mağdur, en perişan bölgesi… Çünkü asırlarca bu kıtaya köle deposu gözüyle bakıldı. Gemiler dolusu Afrikalı kardeşimiz; Amerika’daki yeni, geniş arazilerde zorla çalıştırılmak üzere, köle olarak götürüldü. Kalanların ellerinde ne varsa aldıkları gibi, kalp ve zihin dünyalarının içi de boşaltıldı. İçine müstemleke rûhu dolduruldu. Geriye; sömürüle sömürüle, en tabiî ihtiyaçlarını dahî göremez, pasif, donuk, içi boşaltılmış, zavallı bir Afrikalı kaldı.

Kuyu kazmayı insanlık yüzlerce yıldır biliyor. Fakat Afrikalının âdetâ zihni dondurulmuş olduğundan en basit maddî ve mânevî inkişaftan dahî uzakta tutulmuşlardı.

–Tenleri gibi talihlerinin de siyah olduğuna âdetâ şartlandırılmışlardı.

–Öyle ki, Afrika’ya gelen ilk beyaz müslümanlara şaşkınlıkla bakakaldılar. O bakışlar, hâlâ gözlerimin önünde.

–Öyle… Fakat bunun sorumluluğu da bize ait değil mi? Onca müslüman kardeşimizin yaşadığı bu ülkelerin bazılarının adlarını bile bilmiyorduk. İşte bu yüzden mes’ûliyetimiz dünden daha büyük. Daha âcil. Unutma ilk geldiğimizde bize ne dediler?

–Evet hem sitemkâr, hem hasret dolu ne kadar mânidar cümleler söylediler:

«Ey Fatih’in torunları! Ey Abdülhamid Han’ın evlâtları! Gözlerimiz yıllardır yol yol size aktı. Bunca zaman niçin bizi yalnız bıraktınız? Nerede kaldınız?»

–Bu ifadeler, bize kıyâmet mes’ûliyetimizi hatırlatıyor aslında.

Orhan da Mehmed de aynı anda iç çektiler. Istırapla ve dertle kaynayan kalplerindeki kanama daha da arttı. Tefekkür içinde sükût deryasına daldılar.

Hakikaten karşılarında mes’ûliyet itibarıyla gönülleri titreten hem maddî hem mânevî sancılarla dolu ikişer tablo vardı. İkisi de âcil, ikisi de iç içe:

Maddî açlık… Mânevî açlık…

Maddî susuzluk… Mânevî susuzluk…

Maddî kirlilik… Mânevî kirlilik…

Maddî cehâlet… Mânevî cehâlet…

Bir yanda hiç İslâm’ı duymamış vahşet…

Bir yanda Müslümanlığı, ancak bir sıfat olarak tanıyan, onu da gerektiğinde bir avuç ilâca değiştiriverebilen bir garâbet…

Bir yanda da, İslâm rûhunu aksettirmeyen kaba bir tebliğ içinde çırpınan bir gayret…

Bu gerçekler karşısında Orhan, bazen daralıyor, işin içinden çıkamayacağını, boşa kürek çektiğini, beklediği sabahın doğmayacağını zannediyordu. Fakat hemen kıyâmet mes’ûliyeti içinde silkiniyor ve;

“Peygamber Efendimiz’in katlandığı câhiliyye devrinden de zor bir durumda mıyım? Değilim.

O, âdetâ düzelmesi imkânsız bir câhiliyye devrini, muazzam bir saâdet asrına dönüştürmedi mi? Dönüştürdü.

Dünyanın en cânî insanı Habeşli Vahşî’yi bile terbiye etmedi mi? Etti. Neticede, beklenen sabah doğmadı mı? Doğdu.” diyerek Allâh’ın yardımına îmânı artıyor ve daha candan gayrete sarılıyordu.

Bu candan gayretle;

Afrika’nın sıcakkanlı insanlarının uzun zamandır unuttukları heyecanı, azmi ve silkinişi yavaş yavaş canlandırıyordu. Kabiliyetli gençleri tespit ediyor, onların Türkiye’de en azından bir yıl tahsil görebilmelerini sağlamaya çalışıyordu.

Bilginin yanında edep, fıkhın yanında hürmet, adâletin yanında zarâfet kazanmaları için iki kanatlı yüz akı bir eğitimin gönül köprüsünü oluşturuyordu.

Kendisine sahâbe-i kiramdan Mus‘ab bin Umeyr’ -radiyallâhu anh-ı model almıştı. O büyük sahâbînin; Medine sokaklarında tehditlere gülümseyerek, yokluklara gülümseyerek, bir bir gönülleri fethedişini örnek alıyordu.

O da İstanbul’dan kalkmış bir Afrika ülkesinde; sevdiklerinden uzakta, çeşitli mahrumiyetlere ve tehlikelere göğüs gererek hizmet ediyordu.

En çok özlediği ise Yûnus Dede’nin sohbetleriydi. Yanında getirdiği kitaplarla, temin edebildiği dergilerle, internetten ulaşabildiği yazı ve videolarla hasretini dindirmeye çalışıyordu.

“Yemen’deki yanımda…” sırrına mazhar olmak istiyor, beraberliği gönlüyle hissediyordu. Yûnus Dede’nin yanında koşturuyor gibi bir titizlikle hizmet ederek, muhabbet râbıtasıyla, ihsan şuuruyla yaşıyordu. Hakikaten bu şuurdan ayrılmayınca; yanında, yakınında iken yakalayamadığı, belki fark edemediği bir hassâsiyete ulaşmış, bambaşka mânevî feyizler ve hazlar tatmaya başlamıştı.

Yûnus Dede’nin her ay kaleme aldığı mecmûa yazıları, sanki onun problemleri için husûsî yazılmış gibi oluyordu.

Kitaplarını açtığında karşısına çıkan her cümle ona taptaze bir enerji oluyordu.

Kültür farkının, kıta mesafesi kadar büyük olduğu hengâmda; «Acaba anlatamayacak mıyım?» endişesi içine düştüğü zamanlar Yûnus Dede’nin kitaplarında Orhan’ın karşısına şu cümle çıkıveriyordu:

“Eğitimcinin, talebesinin rûhuna gidecek bir damar bulması lâzımdır.”

Başka bir gün şu hakikati okuyordu:

“Mü’min, her an bir hizmet fırsatı aramalıdır. Şayet ararsa Allah önüne çıkarır. Fakat, hizmet arayışını şuur hâline getirmeyenin önüne sayısız hizmet fırsatı çıksa bile, onlara gafil kalır.”

Yaptıkları üzerinde yoğunlaşıp, biraz fazlaca sevinip gevşeyecek olsa şu îkazla karşılaşıyordu:

“Mü’min; yaptığı iyiliklerin, Cenâb-ı Hakk’ın lutf u keremi karşısında, okyanusa atılan bir kova su misâli bir «hiç» durumunda olduğunu bilmelidir.”

Bunları okudukça Orhan’ın şevki azalmadan artıyordu.

Bilhassa o anlarda, Yûnus Dede’ye olan hasret ve iştiyâkı da iyice şiddetleniyordu. O zaman telefona sarılıyor, hürmet ve muhabbetini arz edip, hizmetleri için duâ istiyordu.

O gün, Cuma namazından sonra da iştiyâkı coşmuştu. Heyecan içinde, yine karşısında gibi hürmetle ayağa kalktı, telefon tuşlarına dokundu. Yûnus Dede’nin sıcacık selâmı kalbini serinletti:

–Orhan evlâdım, nasılsın?

–Elhamdülillâh efendim, sağlığınıza duâcıyım.

–Evlâdım, arzu ettiğin kitapları inşâallah göndereceğim. Rabbim, hizmetlerini makbul eylesin. Sadaka-i câriye eylesin. Yaptığın hizmet, kıyâmet mes’ûliyeti. Gayretlerin, mahşer gününde yüzünü ak edecek ilâhî fırsatlar. Rabbim, son nefese kadar devamlı eylesin…

–Âmîn efendim!

–Peki evlâdım, Allâh’a emânet ol. Oradaki kardeşlerimize selâm ve muhabbetlerimi söyle.

Telefon kapandığında Orhan hâlâ ayaktaydı.

Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Sevinç damlaları… Bir Hak dostunun duâsına mazhar olmasıyla, Cuması hakikî bir bayrama dönmüştü.

Kıyamet mes’ûliyeti cümlesi de, ebedî bayram için yapılması gereken hazırlıkları ifade ediyordu. Ellerini semâya kaldırdı:

“Yâ Rabbî! Şu fânî dünyada bana her nefes kıyâmet mes’ûliyeti şuuru içinde hizmet dolu bir ömür yaşat. Fânî hayatım, ebedî hayatımın bayram hazırlığı olsun.

Âmîn…”